SanatLog-Fırat Neziroğlu Söyleşisi
Mayıs 31, 2024 by Editör
Filed under Fırat Neziroğlu, Fibert Art, Lif Sanatçıları, Lif Sanatı, Manşet, Röportaj Köşesi, Röportajlarımız, Sanat
Gerçekleştirdiği çalışmalar ve açtığı sergilerle uluslararası birçok organizasyon ve platformda ülkemizin ismini duyurmayı başaran, Fiber Art’ın, bir başka deyişle Lif Sanatının uluslararası simalarından Fırat Neziroğlu ile yaptığımız keyifli söyleşi aşağıda sizleri bekliyor. İyi okumalar… SanatLog
SanatLog: Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, yapmış olduğunuz projelerle sanata dâhiyane bir yenilik kazandırdınız. Tasarımlarınızla lif, tekstilden öte bir boyut kazandı… Sizi gerçekten kutlarız… Sanatlog okuyucuları için biraz kendinizden bahseder misiniz?
Fırat Neziroğlu: 81 yılında İzmir’de doğdum. İzmir benim için vazgeçilmez. 20 yaşında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil ve Moda Tasarım Bölümü’nden mezun oldum. Sanat ve Tasarım eğitimimi hem sanat eserlerimde, hem tasarımlarımda bir arada kullandım. Sanatın biricikliği ile tasarımın seri üretimini bir potada eritmek tek hedefim oldu. Bütün ilgi alanlarım bir sanat dalı ile ilişkili ve her biri bir diğerini besliyor.
SanatLog: Tekstil dünyası dışında –en azından diğer sanatlar kadar– pek fazla bilinmeyen lif sanatının gelişiminden bahseder misiniz?
Fırat Neziroğlu: Bence bu alan tekstil dünyasında da pek fazla anlaşılamıyor. Tekstil köken olarak geleneksel ve süslemeci bir yapıya sahip. Oysa kullanılan materyal ve teknik, tekstil tabanlı olmasına rağmen işin özü sanat eseri üretmek. Bir söz söylemek. Bu ayrımın farkına varıldığı zaman tekstil bir sanat olarak değerlendirilebilir. Lif sanatı 1962 yılında I. Lozan Bienalinde ilk büyük çıkışını yaşamıştır. Günümüzde World Textile Art Organization, European Textile Network gibi birçok birlik kurulmuştur. Lif Sanatçıları bu birliklerin organizasyonlarında Tekstil ve Lif sanatı ile ilgili seminerler, konferanslar düzenliyor, sergiler açıyorlar.
SanatLog: Çok yönlü bir kişiliğiniz var: Resim, müzik, heykel, grafik, ritmik cimnastik… Bu özellikleriniz ilginç bir kombinasyon oluşturmakla birlikte, lif ve ipe olan hakimiyetinizi, erken yaşta gerçekleştirdiğiniz “Dokuyabildiklerim ve Dokunabildiklerim”, “Boyumdan Büyük İşler”, “Dokunulmaz” ve “Giselle” sergilerinizle ispatlamışsınız açıkçası… Böylesine bir çıkışla nasıl bir ilgiyle karşılaşmıştınız, sonuçta alışılmışın dışında sanat eserleri olsa gerek değil mi?
Fırat Neziroğlu: İlk kişisel sergimi 2024 yılında lisans öğrenciliğim sırasında açtım. O zamanlar dans ve ritmik cimnastik daha çok hayatımın içindeydi. Düzenli olarak bir koroda ud çalıyordum. Bu birliktelikler; şimdi bakınca gerçekten emeklediğimi anladığım çalışmalarımı şekillendiriyordu. Dokuma eserler üretmek için bir çerçeveye ihtiyaç duyarız. Genelde çok aceleci ve heyecanlı bir insanım. Çizimlerimi dokumaya karar verdiğimde elime ilk geçen şey eski ahşap bir pencere kasasıydı. Kendime bir tezgâh yaptırmak için bile vakit harcamamıştım. Kısa süre sonra bu pencere kasasında 30 eser üretmiştim bile. Önceleri insanlar eserlerime daha işlevsel bakıyorlardı. Sanat-zanaat tartışmasını içimde çok sık yaşadığım dönemlerde aldığım birçok eleştiri bu günümü şekillendiriyor. Biraz asi bir tavrım var, bildiğimi okur görünüyorum; ama içimde çokça düşünüyorum eleştirileri ve bana yön verişlerini.
SanatLog: Lifle işlenmiş dans halindeki figürlerinizin birçoğunun öyküsü olduğundan bir söyleşinizde bahsetmişsiniz… Sizi en çok etkileyenlerden birini anlatabilir misiniz?
Fırat Neziroğlu: Size anlatmak istediğim çalışmamın hikâyesinden öte, aldığım bir izleyici yorumu: 2024 yılında Sakatlık üzerine yaptığım “acıtan bacak” isimli çalışmamın yanında bir izleyici notu bulmuştum. “Bacağın acıması yeğdir yüreğin acımasına.” Bu yazı beni gerçekten daha çok düşünmeye iten bir eleştiri oldu.
SanatLog: Lif sanatının Türkiye’deki en iyi temsilcilerinden birisiniz. Açıkça söylemem gerekirse, her ne kadar sergilerinizi gezemesem de takip ettiğim kadarıyla, sizinle birlikte başta lif sanatının ve tasarımların bu kadar boyutlu ve ilginç olduğunu fark ettim… Peki, daha önceki yıllara göre ülkemizdeki “tasarım dünyası”nı nasıl değerlendirirsiniz?
Fırat Neziroğlu: Fakülteden mezun olduğum yıllar ve öncesinde Tekstil Tasarımcısının adı tekstil mühendisliği ve konfeksiyon ile birlikte anılıyordu. Ne işe yaradığımız konusunda genelde işverenlerin pek fikri yoktu. Düşünen ve karar veren kişiler olan tekstil tasarımcıları ne yazık ki ya taklit yapmaya ya da mühendislik çalışmalarına yönlendiriliyordu. Günümüzde tasarım ve tasarımcının önemi nihayet anlaşılmış durumda. Sanal dünyanın hayatımıza egemen olmasıyla birlikte artık her şey olası. İnsanları şok edemezseniz, yaptığınız iş hiçbir sonuca varmıyor. Dolayısıyla tasarımcının işi katlanarak zorlaşmaya devam ediyor.
SanatLog: Lif, ilginç tasarımlarınızla birlikte başka bir boyut kazandı. Belki bildiklerimiz dışında pek çok “ilk” gerçekleştirdiniz. Lif sanatının bu gelişimini, daha doğrusu gösterilen ilgi bakımından, gerek ülkemizde gerek yurt dışındaki gelişimini nasıl değerlendirirsiniz?
Fırat Neziroğlu: Hepimiz gördüğümüz kadar tasarlıyoruz, üretiyoruz. İşimiz görmekle, yorumlamakla ilgili. Bütün ilgi alanlarımı birleştirip çalışmalarımı oluşturuyorum. Sadece gördüğüm doğallıktan etkileniyorum, yapılmış hiçbir şey bana ilham kaynağı olmuyor. Öğrencilerime de hep bunu öğütlüyorum. Bu yolda ilerledikçe yapılan eserler de, tasarımlar da bir ilk olma özelliği taşıyor.
Çalışmalarım 2024 yılından beri İtalya, Fransa, Arjantin ve İstanbul’da sergilenmekte. Gördüğüm kadarıyla kadim bir kültür ellerimizin altında dururken başka yollarda çıkış aramanın hiçbir gereği yok. Zaten gördüğü ilginin asıl nedeni; bu güne kadar büyüdüğüm topraklarda öğrendiğim gelenekler. En iyi bildiğim konu üzerinde yoğunlaşıyorum sadece. Böylece kültürümüzü tanımaya çalışan ülkelerde daha çok ilgi görüyorum.
SanatLog: 5 Aralık 2024′de İzmir Caz günleri kapanış konserinde, dokuma sanatı ile caz müziğini ilk kez bir araya getirdiniz. Gerçekten çok yaratıcı… Böyle bir kombinasyon oluşturmayı nasıl düşündünüz, size ilham veren neydi?
Fırat Neziroğlu: İzmir’de sanat sohbetleri yapabileceğiniz mekânlar var. Bu yerler kimi zaman girişlerinde duyduğunuz caz müziği ile karşılar sizi, kimi zaman körfeze batan güneşin ışıklarıyla. Böyle bir günde dostlarımla sohbet ederken, caz günleri kapanış konserinde disiplinler arası bir etkinlik yapalım diye bir fikir çıktı ortaya. Bu güne kadar dans ederek sahnedeydim. Bütün sanat görüşüm ilgi alanlarımı birleştirip, derdimi aktarmak. Özellikle uzun zamandır üzerinde düşündüğüm konu; plastik sanatlarda eser üretimi sırasında sanatçının yalnız oluşu. Bütün kararlar yalnızken alınıyor ve eserin gelişimi tamamen iç dünyamızda şekilleniyor. Oysa Sahne Sanatlarında eser seyirci ile yaşıyor, bütün kararlar ortak noktada hissediliyor. Dolayısıyla sahnede müzik eşliğinde dokuma performans gerçekleştiren ilk kişi olma ayrıcalığına sahip oldum.
SanatLog: 5 Şubat 2024 tarihinde İzmir Alsancak Kültür Sanat Merkezi’nde gerçekleşen, dokuma ve keçe tekniğini kullandığınız “Akıl Hastanesi” adlı projenizin tek kelimeyle harika olduğunu söyleyebilirim… Bu projenizin içeriğinden SanatLog okuyucuları için bahsedebilir misiniz?
Fırat Neziroğlu: Global dünya, yalnızlık, bireysellik, stres kavramlarının günümüzde artık sıradanlaştığını biliyoruz. Bir iç dökme fikri ile ortaya çıkan proje, aslında günlük yaşantıda sıkça karşılaştığımız nezaketten uzak irtibatların yarattığı küskünlük üzerine, bir düşüncenin görsele dönüşmüş halinden başka bir şey değil. Burada hazırladığım arkası dönük duvara işerkenki görüntümü oluşturan anahtar kelimeleri şöyle sıralayabilirim:
“İşemek – İç Dökmek”, “Arkanı Dönmek – Küsmek”, “İç Dökmek – Arkanı Dönmek”, “Gerçek Yüzünü Gizlemek”, “Sevilmeyi İstemek”, “Yan Yana İşemek – İzlenilmek”, “Yalnız Olmak - Ayakta Durmak” …. İhtiyaç…”
SanatLog: İstanbul, Londra, Paris, Roma, Münih, Como, Maniago’da birçok prestijli yarışmalara çalışmalarınız seçilmekle birlikte; Valcellina Award, Talente, Miniartextile gibi birçok uluslararası organizasyonda tasarımlarınız sergilendi. 25 Nisan’da Worl Textile Art Organization tarafından Arjantin’de düzenlenen Fiber Art Bienal’de sergilenen “Oyun Projesi” adlı serginizden genel hatlarıyla bahsedebilir misiniz?
Fırat Neziroğlu: “Oyun Projesi” ismi ile gerçekleştirdiğim bir dizi çalışmam dünya çapında oldukça ilgi gördü ve birçok galeri tarafından davet alıp yarışmalar kazandı. Burada işlediğim konu için temel başlıklarım şöyle:
“Batıda Aşk Hırstır, Beraberinde Hatayı Getirir; Doğuda Aşk Sabırdır İnce İnce İşlenir. Bir Yanda Kına Bir Yanda Kan Kırmızısı, Ortada İp Oyunu, İstanbul Köprüsü, Aynı Doğu, Aynı Batı, Aynı Köprü.”
“Mevlana’nın Hak’tan alıp halka vermesi mantığının bir sembolü olan, Sema Töreni sırasındaki mevlevilerin ellerinin pozisyonu, Beştaş oyunundaki form ile özdeşleştirilmiştir. Yukarı fırlatılan tek taş Hak’tan gelen ilham, aşağıda duran taşlar ise yeryüzü dağ-taş sembolünün bir göstergesidir. Malzeme olarak kullanılan keçe, Mevlevîlerin zaten kullandığı başlığın temel malzemesidir. Anadolu kültürünün zengin mozaiği bir Oyun Felsefesi üzerine tekrar yorumlanmaktadır.” Aşk ve dokunmak üzerine…
SanatLog: Son olarak Lif tasarımı dışında gerçekleştirdiğiniz başka projeleriniz varsa, sakıncası yoksa bizim için paylaşabilir misiniz?
Fırat Neziroğlu: Bu aralar doğaya dönüşe verilen önem ve bu konuda yapılan bazen komik girişimler için hazırladığım “Pazar Yeri Projesi” üzerinde çalışıyorum. Pazarda satılan domates, biberler gibi çıplak pazarcılar ve çıplak alıcıları da tüm doğallığı ile işlediğim bir Pazar yeri üzerinde çalışıyorum
SanatLog: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz efendim…
Fırat Neziroğlu: Asıl ben teşekkür ederim.
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Melike Karagül
Hiroshima Mon Amour (Hiroşima Sevgilim)
Mayıs 29, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
In Noi Di Cari Inganni
Non Che La speme, Il Desiderio é spento
İçimizde güzel aldanışların
Umudu değil yalnızca, arzusu da tükenmiş
-Giacomo Leopardi-
“Bu iki yüzlü üç başlı çevik canavar ya da ilahtan: Zaman- bir diriliş koşulu çünkü bir ölüm aracı; Alışkanlık- ilkinin tehlikeli coşkusuna karşı çıktığı ölçüde bir hastalık ve ikincisinin zalimliğini hafiflettiği ölçüde bir nimet; ve Bellek- zehir ve panzehirle, uyarıcı ve yatıştırıcıyla tıka basa dolu bir klinik laboratuar; kaçan zihin, onun despotluk ve uyanıklığın hoş gördüğü tek telafiye ve kaçış mucizesine döner. Yaşamın içine batmışken beliren bu rastlantısal ve firari kurtuluş, ancak irade dışı bellek alışkanlığının anlık bir ihmali ya da azabıyla uyandığında gerçekleşebilir. Başka hiçbir koşulda değil; hatta o zaman bile bir zorunlulukla değil…” (Proust, Samuel Beckett)
Sinema tarihindeki klasik tartışmalardan birisi de ilk modern sesli filmin hangi film olduğudur? Kimine göre bu film Orson Welles’in Citizen Kane’i (1941, Yurttaş Kane), kimine göre Robert Bresson’un Les Dames Du Bois de Boulogne (Boulogne Ormanı Kadınları, 1945) filmi, kimine göre ise Roberto Ressellini’nin Voyage To Italy filmidir. Ama bana göre bu hiç şüphesiz “Hiroshima Mon Amour”dur. Diyalog, soundtrack, felsefi bakış ve kurgusu olsun bir çok açıdan bu filmin, kendinden önce ve hatta sonra çekilen filmler ile ele alındığında, oldukça farklı bir film olduğu aşikar. Hiroshima Mon Amour şüphesiz ki sinema tarihinin kilometre taşlarından biridir. Aynı zamanda yorumlaması-belki sıra dışı kurgusundan dolayı- en zor filmlerinden biridir. Breathless (Serseri Aşıklar, Jean-Luc Godard)’den farklı olarak hayli ihtiyatlı, temkinli, ziyadesiyle iyi kurulmuş, bir o kadar karamsar ve duygusal anlamda yıkıcı bir film. Bu arada 1959 yapımı olan, yönetmenliği Alain Resnais, senaryosu ise Marguerite Duras tarafından kotarılan film, Nouvella Vague hareketinin ilk ve en dikkate değer arketiplerinden biridir.
Film öncelikle edebiyat ve sinema arasındaki sınırı yani blokajı altüst etmiştir diyebiliriz. Resnais’den ziyade Duras’nın Fransa’da tanınan bir figür olması ve bu film içinde senaryo yazarlığına soyunması aslında bir anlamda edebiyatın sinema içersine yaptığı invazyon olarak yorumlanabilir. Film, edebiyat ve sinema arasındaki saf olmayan ilişkiyi ateşlendiren, bir nevi katalizleyen ve özellikle türsel özgüllüğü ihlal eden bir yapıya sahiptir. Bu durumda, sinemanın saflığına son verdiğini söyleyebiliriz. Ve şunu da eklemek hayli yerinde bir tespit olurdu; Alain Resnais Sinemanın Pierre Klossowski’sidir.
Film başlangıcı, bitişi ve kullandığı tekniklerin farklılığı-bilhassa geridönüşleri-ile farklı ve eşsiz bir filmdir. Filmin çekildiği 1959, özellikle soğuk savaşın hükmettiği seneler olması dolayısı ile dikkate değerdir. Bu yıllarda siyasi fikriyatları açısından; Duras ve Resnais sol kanat (Left Bank)’a tabii kişiliklerdi. Duras, Fransız edebiyatında verdiği nitelikli çalışmaları ile sürekli kendini kanıtlamış bir yazardı. Fransız Hindiçin’inde doğmuş olup, gençliğinde Fransa’ya üniversite okumaya gitmiş, üniversite yıllarında komünist parti üyesi olmuştur. 1960′ta “Moderato Cantabile” isimli eseri Peter Brook tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Marguarite Duras bu filmde, özelikle atom bombası atılması konusunda şümullü bir incelemenin sahibi olan Pulitzer ödüllü yazar John Hersey’in “Hiroshima”sından da istifade etmiştir (bu kitapta atom bombasının atılması 6 karakterin yorumuna göre yansıtılır).
Filmin başlangıcı kadının sesini duyurabilmek için verdiği mücadele olarak yorumlanabilir.
He: You saw nothing in Hiroshima
She: I saw it all. All…
Bununla birlikte film daha çok bir “illüzyonu” terennüm eder. Bu cezalandırmaya dair bir illüzyondur. Emanuella Riva karakterinin Eiji Okada karakterinin sırtını kavrayan elleri ve karşılıklı birbirlerini olumsuzlayan konuşmalaryla birlikte cezalandırmaya dair bir illüzyonu yansıtır. İllüzyon salt bundan da ibaret değildir; Bunu yansıtmada Duras’nın özgüllüğü oldukça belirleyicidir. Açılış diyalogu salt “sexual politics” üzerine bir diyalog değildir. Ya da bir adamın iddialarını reddeden bir kadın şekline indirgenmiş, içi boşaltılmış bir diyalog olarak yorumlayamayız. Bu konuşma başlı başına bir paradokstur. Çünkü her iki karakter de hem haklı hem de haksızdır. Kadın haklıdır çünkü Hiroshima’dan sağ çıkan yaralı insanları görmüş ve hastaneyi gezmiştir. Kadın haksızdır çünkü gördükleri gerçek değil gerçeğin sadece medya tarafından ifade edilmiş şeklidir. Yani bir “simulacre”dir (Terim Jean Boudrillard’a aittir). Ve tarihi de bu şekilde öğrenmiştir, kim öğrenmemiştir ki? (History tells, I’m not making it up.)
Film başlı başına gerçeklik, inanç, gösterge, temsil gibi değerleri üzerine bir “documentaire” niteliğindedir. Çünkü filmde kadın karakterin bilgisi selüloid imajlar bütününden ibarettir. Bu nedenle ilerleyen bölümlerde diyaloğun akışı değişir;
She: I ivented nothing.
He: You invented all…
She: Nothing!
Just as in the love, this illusion exist, this illusion of never being able to forget, just as i was under the illusion before Hiroshima that i would never forget. Just as in love.
Bununla birlikte bu başlangıçtaki “newsreel image”ler bütününden belki de seyirciyi en fazla rahatsız eden sahnelerden birisini görürüz; Hiroshima felaketzedelerinden bir kadının çürümüş gözü doktor tarafından pens ile göz yuvasından çıkarılmaya çalışılır (işlemin göze yapılması “simulacre” kavramı açısından oldukça dikkat çekicidir). Bu aslında bir anlamda Emanuelle Riva karakterinin haklı olduğuna belirten bir gerçekliktir. Çünkü kamera lensleri sayesinde her şeyi görmüştü; belki de olayı yaşayan insanlardan daha fazlasını. Film bir anlamda “unmediated”in illüzyonunu yansıtsa da, bu imge ve görüntülerin gücü inkar edilemez. Yukarıda belirttiğimiz gibi “She invented nothing” fakat “she also invents all” paradoksu da buna dayanır.
Hiroshima Mon Amour filminde özellikle vurgulanan temalardan biri film sanatındaki zaman ve mekan paradoksudur. Sinematografi imgeyi koruyarak geçmişte yaşanan olayları tekrar üretir. Bu anlamda zaman ve mekanın yerlerini değiştirmek ve yoğunlaştırmak suretiyle onlara bir oyun oynamıştır. Roland Barthes, Jean Baudrillard ve Jean-Luois Baudry de bilhassa bunu “sinematik simülakr” olarak teorileştirmişlerdir. Aslında bizim gördüğümüz atom bombasının, belki de bir yansıma olarak, parçalanmış kalıntılarıyla bir müze artefaktına dönüşmüş halidir. Bu yönden bakıldığında filmin başındaki müze sahnesi daha bir anlamlı hale geliyor.
(Tarihsel şiddetin de etkisiyle gerçeğin dışına itilen mit, sinemaya sığınmak zorunda kalmıştır… Tarih yitirmiş olduğumuz bir gönderenler sistemidir, yani tarih bize özgü bir mittir. Tarih ancak öldükten sonra sinemaya görkemli bir giriş yapabilmiştir… “Tarihi” teriminin de başına aynı şey gelmiş ve öldükten sonra fosilleşmiş “tarihi” bir an, bir anıt, kongre, bir figür olarak yeniden ortaya çıkmıştır. Tarihin sinema aracıyla yeniden şırıngalanmaya başlamasının bilinçlenmeyle değil, yitirilmiş bir gönderenler sistemine duyulan özlemle ilişkisi vardır. Onların aslında hiçbir şeyi canlandırmayan, gerçeğe benzeyen bomboş görüntüler oldukları anlamına gelmektedir… Bu nesneler ne canlıdır ne de ölü… Zaten bu yüzden ani bir gerçek kaybına uğrayacak olursak gerçeğin tıpkısı, kusursuz kaybedişin ikizi olarak onun yerini alabilecektir. Chinatown, Akbabanın Üç Günü, Barry Lyndon, Başkanın Adamları vb. dahil olmak üzere, bu tarihi filmlerdeki kusursuzluk insanı endişelendirmektedir… Jean Baudrillard, Retro Bir Senaryo Olarak Tarih.)
Filmin bir diğer özelliği ise “çift kavramı”nı işleyişi. Bunun için Duras karakterinin ayna ile konuştuğu sahne özellikle dikkate değerdir. Ayna sahnesinde her şey çift parçalı olarak vuku bulur. Ve bu çift parçalılık ile film kendi referansal mekanizmasını ifade eder. Bu bir anlamda filmin “mise an abyme” yapısının temsilidir (metin içinde metin, öykü içinde öykü gibi. Metnin kendisi bir aynadır. Bu ayna dünyayı yansıtır. Kendine ait kuralları, metaforik araçları ve kendine dair referansal bir mantığı söz konusudur). Filmin “paralel structure”ı da, çok çok ifade edilenler doğrultusunda daha bir manidar durur. Bununla birlikte bu yansıtma ve ikilemeye filmin hemen hemen her sahnesinde rastlarız. Kurgu dökümentasyonu gösterir, hafıza tarihi izah eder, iç travmalar dış yıkımı yansıtır. Emanuella Riva karakterinin ayna karşısındaki iç diyaloğu filmin bir başka yansısıdır. Bu nedenle Resnais mükemmel bir teknik uygulayarak Emanuella Riva’nın konuşmalarını “dialogue intérieur” (monologdan ziyade iç diyalog yani kendi içindeki bir başka ben ile konuşma. Bu “ben”i temsil eden anısına ihanet ettiğini düşündüğü Alman aşkıdır belki de) şeklinde konumlamıştır (Duras da bunu iç diyalog şeklinde belirtmiştir).
Bu sayede konuşma hattı da ikiye bölünmüştür. Seslerden biri Emanuelle Riva’nın kendi iç sesiyken, diğer ses ise “dış ses” şeklindedir. Kendi içinde yaşadığı çatışma bu şekilde ifade edilmiştir. Fakat buradaki tefsir ciddi anlamda belirsizdir; Riva karakteri ölen Alman aşkını mı görmüştür? Yoksa hafızasındaki Alman aşkına mı seslenmektedir? Yoksa seyirci ile mi konuşmaktadır? Peki seyirci kimdir? Bu meyanda karakterimiz self-duplication yansımaların dipsiz kuyusuna düşmüştür diyebiliriz.
Filmin en önemli noktalarından birisi de yukarıda bahsedilen paralellikler/koşutluklardır. Bu açıdan bakıldığında sinema tarihinde de etkili olmuştur (Kieslowski’nin her filmi bu etkilenmeye güzel bir misaldir). Hiroshima’da yaşananlar ile Nevers’deki yaşananlar, bir anlamda karşılaştırılmaktadır aslında. Riva karakteri seremonide olanlar dolayısı ile belirli üzüntüler yaşamaktadır. Çocukların masumiyeti ve yaşanan trajedi ile, kendi içinde yaşadığı ya da yaşamakta olduğu deneyimleri birleştirir. Bu ise paralelliğin ayrı bir boyutudur.
Dikkatlice seyredildiğinde rahatlıkla anlaşılabilecek bir yığın paralellik daha bulunabilinir; ”post-war France”ında kafaları sıfıra vurulan kadınlar (Les Femme Tondue) ile patlama sonucu nükleer etki ile saçları dökülen Japon kadınları. Her iki kentin ortasından da bir nehir geçer. ”Skin” (ten) -müze sahnesindeki gösterilen kopmuş insan derileri- ve Neversli kadınların kanayan ve derileri soyulmuş elleri… Nümayiş esnasında görülen kedi (daha önceki sahnelerde) beyaz; geçmişe gidildiğinde görülen kedi ise karadır. Bilindiği gibi kara kedi uğursuzluk getirir (Beyaz kediyi gördüğünde yüzü birden düşen Emanuelle Riva karakterini daha rahat anlayabiliriz bu konuda, çünkü geçmişi hatırlamıştır yani ”tramvatik olanı”).
Paralelliğin başka vurgulandığı yer paralel montajdır. Filmin son sahnesinde bu teknik kullanılır; gece Hiroshima’da aynı açıdan çekilen sokaklardan hemen sonra Nevers sokakları birden ekrana gelir. Filmin çekilegeldiği zaman düşünüldüğünde bu kullanım oldukça devrimcidir. Günümüzde sıkça kullanılsa da… (bu konuya Les Femmes Tondus bölümünde tekrar döneceğiz)
Filmde Duras’ın romanlarında göreceğimiz “Durasian Melodrama”nın ortak karakteristiklerine rastlarız. Genellikle karakterler önyargılı ve ahlaki prensiplere karşı göğüs germişlerdir. Karakterlerin marjinalize edilmişliği bariz bir gerçektir. Bu karakterlerin aşkı, başlı başına “norm”lara meydan okumaktır; “uzun soluklu olmayan”, “ırklararası”, “ihtiyari” ve kendi evliliklerinin dışında gerçekleşendir. Peki filmdeki karakterler arasındaki ilişki nasıldır? Büyük bir aşk mıdır? Yoksa salt, basit ve gündelik bir ilişki midir? Duras’nın sözleri ile bu ilişkiye “banale” ve “quotidienne” şeklinde iki yafta yapıştırabiliriz. Daha doğrusu adı her neyse bu aşkın Hiroshima gibi bir felaketin yanında çok ciddi bir anlamı yoktur. Aşka dair bir fedakarlık söz konusu değildir; kimse bir aşk için dünyayı karşısına almamıştır ya da buluşmaya dair vaat edilmiş bir yer yoktur; yemin etmemişlerdir. Bu anlamda Durasian melodramın izleri karşımıza çıkar; yani tam anlamı ile “antiklimaktik”tir.
Filmin ilk 15 dakikası bir belgesel ya da aktüalite havasındadır. 15. dakikadan sonra karakterlerin yüzlerini görmeye başlarız. Buraya kadar tipik bir yeni dalga filmi özelliği gösterir. İlk olarak karakterler hakkında dikkat çeken gerçeklik isimlerinin olmamasıdır (Bunu anlamak genelde kolay olmamıştır. Her iki karakter de birbirleri için semboliklerdir. Eiji Okada da filmde şu sözlerle açıklamıştır bu sembolizmi; “She is a hundred woman in one”). İsimlerinin olmayışı şu şekilde Riva karakteri tarafından dile getirilir; “ismini yumuşak bir şekilde çağırırım ama ölüyüm. Her ne şekilde ismini söylerim, ölü olsan bile. Ve bir gün aniden çığlık atarım sağır biri gibi yüksek sesle” bunun da bir nedeni vardır çünkü filmin sonunda göreceğimiz gibi, Japon ve Alman sevgililerin ismi bir kelimede birleşecektir: “Hiroshima, mon amour (Hiroshima, sevgilim)”.
Bunların yanında, filmde anlaşılması güç sahneler vardır. İlk örneği açılış sahnesidir (üzerlerine kül benzeri cisimler yağan iki vücut, birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış bir halde). Açılış sahnesindeki bu çekimlerde esas olarak Alman bir yazarın Pompei isimli kitabından etkilenilmiştir. Filmin çekildiği dönemde de Marguarite Duras tarafından okunulan ve onu oldukça etkileyen bir kitaptır (Bilindiği gibi Pompei’deki felakete uğrayanlar, “bir volkanın patlaması” bir afetin gerçekleşmesi sonucunda hayatlarını yitirmişlerdir). Bu aşıklar da, özellikle bu Pompei teşbihine müvazi olarak, sanki büyük bir felaketten ya da “bir afetin küllerinden doğmuş” gibidirler. Birbirlerine karşı olan hareketleri “kararsız, mütereddit ve hassas”tır. Bu karşılıklı kenetlenme aynı zamanda karşıt duygulanımları da içerir. Bir anlamda erotize edilmiş vücutların soyutlanması vasıtasıyla Hiroshima felaketinin korkunçluğunu hatırlatır.
Filmin belki de en önemli noktalarından biri de, Resnais’nin özgül yapısını yansıtması açısından incelendiğinde, filmin belki “G Noktası”nı hafızanın işleyişi temsil eder. Riva ve Duras’nın filmdeki önemli çabalarından birisi de Emanuelle Riva karakterinin hem Hiroshima hem de Nevers’deki tecrübelerini birleştirmektir. Bu anlamda film Peter Covie’ye göre “documentary on memory” olarak da tanımlanabilir. Alain Resnais’nin filmleri hafızanın tabiatı ve an ile işleyişi ele alındığında, bu konuda oldukça ustadır. “l’annee Dernière à Marienbad” isimli filminde tahattürat (hatırlananlar) ile vuku bulmakta olan olaylar birbirine karışmıştır; birbirinden ayırt etmek mümkün değildir.
Riva karakterinin aslında kendine göre haklı bir sebebi vardır. Okada onu tekrar görmek istemesine rağmen kadın onu reddeder ve ayrılmak ister. Bu çeşit bir ilişkinin tehlikelerini bilmektedir. Bunda öncelikle coğrafi uzaklık önemli rol oynamaktadır. Bilinçaltından gelen baskılar da onu caydırmaya yetmiştir. Çünkü Okada karakteri, onun ölen Alman sevgilisini (belki fiziksel olarak değil ama en azından hafızasında) canlandırmaktadır. Çünkü geçmişte yaşadığı trajediler onun bu ilişkiyi yaşamasına ket vurmaktadır. İşte hafızanın şimdi ile ilişkisi bu gerçeklik kapsamında önem kazanır. Bunun yanında Riva karakteri kendi içinde yaşadığı suçlulukla sürekli Alman aşkının anısına ihanet ettiğini düşünür.
Peter Covie yorumlarında affective memory (‘emotional memory’ olarak da kabul edilir) kavramından bahseder. Duygusal hafıza olarak açıkladığımız kavram geçmişte yaşanılan bir olayın şu anda yaşanan benzer deneyimler tarafından tetiklenmesidir. Bu da Marcel Proust’un “À la Recherche Du Temps Perdu” (Kayıp Zamanın İzinde) isimli eserinde sıkça temasta bulunduğu kavram olan “souvenir involontaire (istemdışı ya da iradedışı bellek)”ini gündeme getirir. Bu, duygusal hafızadan ziyade geçmişte yaşanan bir olayın, istemdışı impulslarının duyularımızı uyarmasıyla tekrar farkına varma durumu olarak ifade edebiliriz.
“İrade dışı bellek patlayıcıdır; apansız, topyekün ve lezzetli bir patlama”dır. Sadece geçmiş nesneyi ve Lazarus’u değil, daha çoğunu çünkü daha azını geri verir; daha çoğunu çünkü yararlıyı, uygun düşeni, rastlantısal olanı soyutlayıp dışarıda bırakır. Çünkü tutuşurken alışkanlığı ve bütün işlerini de yakıp yok etmiş ve parlayışıyla deneyimin uyduruk gerçekliğinin hiç bir zaman gösteremeyeceği, göstermek istemeyeceği şeyi açığa çıkarmıştır: gerçeği. Ne var ki başına buyruk bir sihirbazdır iradedışı bellek, çağrılara cevap vermez. Mucizesini gerçekleştireceği tarih ve yeri kendi seçer. Proust’ta bu mucizenin kaç kez gerçekleştiğini bilmiyorum. Galiba oniki ya da onüç kez. Ama ilki, bisküvinin çaya batırılmasıyla ilgili ünlü epizod, bütün kitabın irade dışlı belleğe ve onun eylemlerinin destanına adanmış bir anıt olduğu iddasını haklı çıkarmaya yeter… Proust bu mistik deneyimi kopozisyonunda yinelenen motif olarak benimsemiştir. Liste şu şekildedir:
-Demlenmiş çaya batırılan bisküvi
-Tavanarası penceresinden görülen Martinville kuleleri
-Champ Elysees’deki umumi heladaki küflü koku
-Balbec yakınlarındaki akdiken çalılığı
-Tabağa çarpan kaşığın sesi
-George Sand’ın “Tarla Çocuğu Francois”i.
-vs..
Bununla birlikte film biraz karmaşıktır. Bu karmaşık libasının altında geçmişe dönük hatırlamaların fazla olması gerçeği yatar. Özellikle Riva karakterinin bodruma atılarak, kafasının sebtedildiği (sıfıra vurulduğu) ve orada annesi ile babası tarafından bir süre tutulduğu gösterilir. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar’la birlikte olan kadınların (Les Femme Tondue), savaştan sonra saçları kesilir ve ibret-i alem olsun diye haftalarca ya da aylarca bu durumda sergilenirmiş. Riva karakteri Alman bir subay ile birlikte olmuş ve sevgilisi bir balkondan açılan ateş sonucunda hayatını yitirmiştir Geri-dönüşlerden anladığımız kadarı ile sürekli ekranda gördüğümüz balkon sahnesi (aslında metinde balkon değil bahçedir ve Resnais bunu değiştirmiştir) bunu anımsatmak içindir. Benzer durum Arletty (Les Enfants Du Paradis’in ünlü aktrisi)nin de başına gelmiştir (Hanna Diamonds’ın bu konudaki çalışmaları dikkate değerdir). İkinci Dünya Savaşı döneminde bir Alman subayla gizli bir ilişkisi olmuştur. Bundan dolayı “persona non grata” ilan edilmiş ve eski ihtişamına asla tekrar erişememiştir.
Fotoğraf: Bir ceza örneği
Les Femmes Tondues’ye daha fazla eğilmek gerekirse, aslında bu Fransa’nın tarihinde kollektif bir travma dönemine dek gelir. Film aslında iki tramvatik hadisenin (anti)analojisini içerir. Film aşikar bir biçimde iki tramvatik -fakat karşılaştırılması imkansız- hadise arasındaki bağlantıyı tematize eder. Les Femmes Tondues ve Atom Bombası’nın Hiroshima’ya atılması… Özellikle karşılaştırılması imkansız diyoruz çünkü Resnais’nin de sıkça belirttiği gibi, bu iki olay yorumlar ne olursa olsun: “incommensurable” yani mukayese edilemez niteliktedir. Fakat bu iki dramanın analoji edilmesinin mantığı onları daha iyi anlayabilmek içindir. Filmin analojik stratejisini yorumlama sorunsalı iki karşıt düşünceyi ortaya çıkmıştır.
Bu ifade ettiklerimizden maada, Emanuella Riva karakterinin düşüşü ve ona uygulanan aşağılama, tarihin sesini yansıtır ki bu ses genel ahlakın taleplerini pek de dikkate almayan aşkı mahkum eden bir tarihtir. İşgal dönemi sonrasında “La Libération de la France (Fransa’nın Kurtuluşu)”nun neticesinde “épuration sauvage” gerçekleşmiş ve ne kadar Collabo (işbirlikçi) varsa hemen hemen hepsi cezalandırma süreçlerinden geçmiştir. Fakat ciddi anlamda sorgulanması gereken bu kadınlara uygulanan “sembolik seksüel şiddetin” nedenidir. Almanlar ile işbirliği yapan erkekler neden bu kadar ağır cezalandırılmazken -ki belki fiziksel anlamda daha ağır cezalara çarptırıldılar- sembolik anlamda kadına uygulanan şiddet çok çok daha ağırdı. Çünkü bu cezalandırma işlemi bilhassa seksüel farklılığı hedef alıyor ve bu açıdan onları küçük düşürüyordu. Bu kadınlar ulusu kendi vücudu üzerinden sembolik olarak alçaltıyor ve kirletiyordu, sanki bu vücut kollektiviteye aitmiş gibi. Nevers’lılar Emmanuella Riva karakterinin Alman subaya olan aşkını şehre ve tüm ulusa yapılan ihanet olarak yorumlamışlar ve yargılamışlardır.
Fakat Riva karakterinin tek suçu bu muydu? Onu cezalandıran aygıtların sadece toplum değil, tarih de olduğunu biliyoruz. Riva’nın tek suçu tarihin “diktat”ına boyun eğmemek değildi (ki bu aynı zamanda tarihin mahrem hayatı empoze etmesiydi) aynı zamanda onun aşka dair bakış açısıydı. O, aşkı savaşın tüm taleplerinden bağışık kılan bir gerçeklik olarak kavramıştı.
Filmde geçekleşenler bir anlamda, Riva karakteri için ‘uyanış’ olarak yorumlanabilir. Onun Alman askeri ile olan ilişkisi bilinçaltında gizliydi ve pek etkili değildi, açığa çıkarılana kadar. Bu açığa kavuşma süreci Eiji Okada ile olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü aynı şeyleri yaşayarak geçmişini hatırlamaktadır. Mütederric olarak bu hatırlama ve tekrar yaşama süreçlerinin nihayetinde, artık Eiji Okada Alman subayın yerine geçmekten ziyade ortadan kaldırılır. Buna binaen Riva karakteri, Eiji Okada karakteri ile Alman subayla konuşuyormuş gibi konuşur (Riva’nın yüzüne vurulan iki şamar da aslında bu trans halinden kurtulması için yapılan bir harekettir. Hem sembolik hem de realistik anlamda “uyanış”ı ve bu uyanışın Okada karakteri vasıtası ile olduğunu ifade eder). Trans halinde iken Alman sevgilisi ile konuşurmuş gibi Okada ile konuşur ve Okada artık Riva karakterinin aklına girmiştir.
Filmin (Godard’ın ifade ettiği şekliyle) “Faulkner Plus Stravinsky” özelliğindeki Faulkner’den ziyade Stravinsky’i mütalaa etmek gerekirse, Resnais senaryoyu ekrana “bir libretto gibi” taşımak istemiştir. Bundan dolayı filmin yapısı bir müzik parçasını andırır; bu kontrpuansal diyaloğun sıkça kullanılmasından rahatlıkla anlaşılabilir. Bunun kökenleri ise Rene(Resnais)’nin Stravinski hayranlığına kadar gidebilir. Bu hayranlığı aynı zamanda Hiroshima Mon Amour filmini Stravinski’nin “sring quartet”inin yapısını benzetmiştir (tema ve varyasyonları ile). Çok fazla bu konuya değinmek istemiyorum. Çünkü Hiroshima Mon Amour’da müzik, filmin işleyişine mükemmel bir şekilde uygun olarak bestelenmiştir. Bunun için müzik ayrı bir yazı konusudur.
Film 1959′da Cannes Film Festivali tarafından geri çevrilmiştir. Bunun asıl nedeni ”Amerika korkusu”dur. 1950′lerin sonu soğuk savaşın tüm şiddeti ile yaşandığı yıllardı ve bu soğuk savaş sadece siyasi alanda değil hemen hemen bir çok alanda -sinema da dahil olmak üzere- yaşandı. Bu süreç içersinde filmlerin ifade ettikleri anlam değişmeye başladı tabii ki; çünkü böyle festivallerde, zamana göre bir değerlendirme yaparsak, yapımın aynı zamanda ülkeyi de temsil ettiği bir gerçekti. Bundan dolayı film yarışma dışı gösterildi, buna rağmen “international critics award”a da sahip oldu. Resnais, Cannes konusunda çok şanslı değildir. 1954 yapımı ”Gece ve Sis” filmi komite tarafından tartışmalı bulunmuş, 1966′daki ”War is Over” filmi ise yine ”out of competition” olarak gösterilmiştir.
“Hiroshima, Mon Amour”un film tarihindeki yeri gerçek anlamda şayan-ı dikkattir. Kieslowski’nin ”Veronica’nın İkili Yaşamı” isimli filmindeki paralellikler ve ikili-kişilik yapısı, ya da Night Shamalan’ın “The Sixth Sense (Altıncı His, 1990)” filmleri, bu filmden ilham almıştır. Hiroshima Mon Amour’un etkilediği filmleri sayarsak sayfalarca sürebilir. Kısacası anlat-anlat-bitmez bir film olarak “Hiroshima, Mon Amour” biraz “depresif bir modda” (ki vichy regime’ine bağlansa da) gerçekten mükemmel bir filmdir.
Yazan: Calderon de la barca
Kaynaklar:
Audio commentary by film historian Peter Cowie, Criterion Collection
Wood, Nancy, Vectors of Memory. Oxford, GBR: Berg Publishers, 1999. p 185-197 (Memory by Analogy: Hiroshima, mon amour )
Ceu, Hoi F. Cinematic Howling : Women.Vancouver, BC, CAN: University of British Columbia Press, 2024. (The Female Authorial Voice Marguerite Duras’ Hiroshima mon amour The Inner Voice of Marguerite Duras )
Proust, Samuel Beckett, Metis Yayınları
Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard, Doğu Batı Yayınları
“Art by Chance” Şehre Geliyor!
Mayıs 28, 2024 by Editör
Filed under Film Festivalleri, Kısa Metraj, Sanat, Sinema
Ansızın Bir Kısa Filmle Karşılaşmaya Hazır mısınız?
“Art by Chance” Şehre Geliyor!
Yoğun bir günün ortasında bir kısa filmle karşılaşmaya hazır olun: Art By Chance Ultra Short Film Festival sinemayı sokak sanatına dönüştürüyor!
Art by Chance 22 Mayıs-3 Haziran 2024 tarihleri arasında 14 ülke ve 64 şehirde yayınlanacak olan yepyeni bir “Ultra Kısa Film Festivali”dir.
Bu festival için bilet almanıza veya sinemaya gitmenize gerek yok! Filmler metrolarda, otobüslerde, havaalanlarında, alışveriş merkezlerinde, trenlerde, spor salonlarında, sanat galerilerinde, müzelerde, cafelerde ve barlarda bir anda hayatınıza girecek! Dünyanın dört bir yanından gelen ve “yolculuk” temalı yaratıcı kısa filmler sizi ansızın metroda, havaalanında, alışveriş yaparken veya sadece gezinirken yakalayacak.
Art by Chance Belçika, Kanada, Fransa, Almanya, Hindistan, İtalya, Hollanda, Katar, Polonya, Portekiz, Türkiye, Birleşik Krallık ve ABD’de eş zamanlı olarak yayınlanacak ve sanatın tüm dünyada milyonlarca insanın hayatına girmesini sağlayarak bugüne kadarki en geniş izleyici kitlesine ulaşacak.
SanatLog Haber
Tori Amos: Müzikal Tapınak
Mayıs 26, 2024 by Editör
Filed under Alternatif Rock, Manşet, Müzik, Müzik Albümleri, Sanat
Nereden başlayacağımı bilemiyorum. İnsana çok sevdiği, neredeyse taptığı bir kişilik hakkında ne yazsa yeterli olmayacakmış gibi geliyor. Bahsettiğimiz kişi Tori Amos olunca, sadece müziğini değil, onu besleyen siyasal yönü, kişisel hayatı ve genetik kültürü de göz önünde bulundurularak birşeyler yazmak lazım; ve bu çok geniş bir mevzu. Her neyse, bir yerden başlayalım…
22 Ağustos 1963 tarihinde Güney Carolina’nın küçük bir kenti olan Newton’da doğan Myra Ellen Amos (gerçek adı buydu), hemen sonra ailesiyle birlikte Baltimore’a taşındı. Baltimore, düşünsel özgürlük olarak birçok sanatçının kolayca var olmasına olanak sağlayan garip bir yer. Bu yaşadığı çevre sonraki sanatsal duruşuna etki etmiş midir bilemiyorum; gelgelelim babasının bir rahip olması onu dini metinlerle erken yaşta tanıştırdı. Annesinin babası ise Cherokee kanı taşıyordu ve küçük kıza anlattığı öykülerle, alternatif bir inanç sistemi sundu. Babaannesi koyu bir Hristiyandı ve Myra Ellen’e İsa’yı sevmesi konusunda ısrar ediyordu. Şamanizmin ruhu özgürleştirici yönü ve sert kurallarla beslenen Hristiyanlık arasında kalan sanatçı, bu dini motifleri ileride şarkılarında bolca kullanacaktı.
Evde bir duvar piyanoları vardı ve küçük kız müzikle erken tanıştı. Kulaktan dolma ezgileri piyanonun tuşlarına aktardığında yaşı henüz 2,5 idi. Her duyduğu ezgiyi piyanoyla hemen çalabilen kız, anne ve babasında büyük bir dehayla karşı karşıya olduklarını hissi uyandırdı. Neticede 5 yaşında, prestijli Peabudy Müzik Konservatuarı’na kabul edilen en genç kişi oldu. Süper çocuk muamelesi gören Mary Ellen, müzik anlayışının akademik öğretiyle uyuşmadığını erkenden anladı. Solfej konusunda beceriksizdi, porte okuyamıyordu. Kulağı çok sağlam olduğundan, nota olmadan çalabiliyordu; bu akademinin hoşgördüğü bir şey değildi. O, Steve Wonder gibi piyano başında pop yapmak istiyordu; bu dikkafalılığının cezasını 11 yaşında konservatuardan atılarak gördü.
Normal bir liseye devam eden Myra Ellen, düğünlerde ve babasının eşliği ile bazı gay barlarda piyano müziği yapmaya başladı. 16 yaşında babasının kilisesinde çalmaya başladı. 18 yaşında abisi ile “Baltimore” adlı ilk kaydını yaptı ve bu şarkıyla yerel bir ödüle sahip oldu. Bu arada bir arkadaşı ona “Tori” isminin daha çok yakıştığını söyleyince, Myra Ellen artık Tori Amos oldu.
21 yaşında kendi ayakları üzerinde durmak istediğinden Los Angeles’a taşındı. Bazı pembe dizilerde figüranlık yaptı, reklamlarda oynadı (Kellogg kahvaltılık gevrek reklamındaki rolü Sarah Jessica Parker’ı elimine ederek alması çok meşhurdur). 80′li yıllarda moda olan, kabarık saçlı piliçlerin rock yaptığı (hair-metal) gruplara dahil oldu. Bar müziği yapmaya devam ediyordu. 1985 yılında hayatında bir dönüm noktası olacak malum olay gerçekleşti. Bir barda mesaisini tamamladıktan sonra, çıkışta bir erkek hayranının teklifini kabul etti ve evine bırakması için adamın otomobiline bindi. Fakat bu adamın tecavüzüne uğradı. O an ölmeyi düşünen Tori Amos, güçlü bir kararlılıkla yoluna devam etti ama artık eskisi gibi değildi.
Nihayet kendi hair-metal/pop grubunu kurdu. Tori Amos’un nota okuyamamasına atıfla “Y Kant Tori Read” adı verilen bu grupla aynı adı taşıyan albümü tam bir rezaletti. 1988 yılında Atlantic Records’dan çıkan albüme bir de rezalet ötesi klip çekildi. Klipte (The Big Picture), kabarık kızıl saçları ve avuç içi kadar elbisesiyle bir fıstığı oynayan Tori Amos, bir polise arabasının camının kırılıp tüm iç çamaşırlarının (!) çalındığı şikayetinde bulunuyor. Polisin ilgisiz tavırları moralini bozuyor ve arkasını dönen memurun arka cebinde kendi sütyenini görünce olayı çakıyor. Tabi hemen müzik başlıyor: “Someone smashed my window, broke into my brand new car, last night (Biri camımı kırıp yeni gıpgıcır arabama girmiş dün gece!)”. Tori Amos tüm klip boyunca bir ara sokakta hoplayıp zıplıyor, şemsiye benzeri bir etekle çığlıklar atıyor ve eline geçirdiği bir kılıcı (Kate Bush’un Babooshka’sı gibi) boyuna savuruyordu: UUuuuuUUuu yeee!
Yetmediği gibi “China O’brein” adlı vurdulu kırdılı bir filmin soundtrackinde yer aldı: “Distant Storm”. Atlantic Records, albümün hiç ama hiç satmamasını nasıl karşıladığını bilmiyorum fakat kızıl saçlı solist daha çok dikkatlerini çekti. Tori Amos’un firmayla anlaşması 6 albümü kapsıyordu, bu yüzden ona bir şans daha verdiler.
Bu başarısızlığın bir daha olmasını istemeyen Tori Amos, yapay imajını bir tarafa attı ve gerçek müziğini yapmaya koyuldu. Y Kant Tori Read’den gitarist Steve Caton (ki sanat yaşamında yanından ayrılmayan bir dost olacaktır) ve yapımcı Eric Rosse (ki Tori ile fırtınalı bir aşk yaşayacaktır), yeni bestelerde Tori’ye destek oluyorlardı. Piyanosuyla duygusal ama çarpıcı melodiler yapmak, üzerine kışkırtıcı sözler eklemek, o döneme göre biraz fazlaydı. 90′ların başında herkes Pump up the Jam falan dinliyordu ya da “kenttaçdis, nı nırı nım” gibi rap parçalarını. Üstelik grunge fırtınası tam gaz ortalığı dağıtıyordu. Yapımcılar Tori Amos’u bir kenara çektiler ve “Bak kızım! İşte piyasadaki müzikler budur. Yapıcaksan böyle bir şey yap!” dediler. Fakat Tori, kayıtlarını onlara dinletince fikirlerini değiştirdiler. Müzik karanlık ve melankolik, sözler saldırgandı. Yine de Amerika, piyano başında kendi şarkılarını söyleyen bir kızı dinlemez düşüncesiyle Tori Amos’u İngiltere’deki şubelerine gönderdiler. İngilizler daha anlayışlıydı ve burada dişi Elton John muamelesi görebilirdi.
Little Earthquakes (1991)
İngiltere’de bir apartman dairesinde kafa kafaya veren Eric Rosse ve Tori Amos, yaratıcı enerjilerini tamamen müziğe yoğunlaştırdılar. Bu arada aşık olmamaları mümkün değildi tabii ki (Tori Amos bu ilişkiyi asla doğrulamamıştır). Bu süreç sonunda bir çok eser çıktı ortaya:
“Russia” (daha sonra “Take To The Sky” adı verildi), “Mary”, “Crucify”, “Happy Phantom”, “Leather”, “Winter”, “Sweet Dreams”, “Song For Eric”, “Learn To Fly”, “Flying Dutchman”, “Silent All These Years”, “Mother”, “Upside Down”, “Girl”, “Precious Things”, “Tear In Your Hand”, “Little Earthquakes”, “Take Me With You” (henüz tamamlanmamış haliyle).
Bunun dışında Tori Amos bir çok B-side (albüme konmayan, single arka yüzlerine eklenen şarkılar) kaydetti. Bunların bazıları ünlü sanatçıların coverlarıydı: Smells Like Teen Spirit, Angie, Thank You, Ring My Bell, Ode to the Banana King, Thoughts, Sugar, Humpty Dumpty, The Pool, Here in my Head…
Y Kant Tori Read albümü hazırlanırken yazdığı “China” da (o zamanlar adı “Distance” idi) listeye eklendi. Albüm için yapılan en son şarkı “Me and a Gun” idi.
Fakat yapımcıların memnuniyetsizliği de eklenince, eleme sonucu Little Earthquakes albümüne sadece Crucify, Girl, Silent All These Years, Precious Things, Winter, Happy Phantom, China, Leather, Mother, Tear In Your Hand, Me and a Gun ve Little Earthquakes kondu.
Albüm, adı gibi küçük bir depreme neden oldu. İlk önce bir pop albümü olmasına rağmen fazla kaliteli. Dinlemesi kolay değil. Düzenlemelerde oldukça sade bir yöntem izlenmiş; vokale eşlik eden piyano asıl temayı oluştururken, davulla primitif vuruşlar şarkıya biraz olsun ritm kazandırıyor. Diğer tüm enstrümanlar geride tutulmuş. Akademik eğitiminin vermiş olduğu yetenekle yaptığı besteler, basit ezgilere alışan kulaklar için fazla dolambaçlı. Fakat sanki bir peri şarkı söylüyormuş hissi uyandıran vokaller, hani sözleri duymasak, bizi bambaşka alemlere götürüyor. Bakalım şarkılarda nelerden bahsetmiş:
Crucify’da kendisini her gün cezalandıran ve kalbine koyduğu zincirlerden bunalmış bir kızı anlatır. Yolunun üzerindeki herkes parmağıyla onu işaret ederken, o bu kişilerin suratına tükürmek istiyor. “Bu kirli yollarda bir kurtarıcı arıyorum. Bu kirli çarşaflar arasında bir kurtarıcı arıyorum…Ellerimi kaldırdım ki çivi iyi çakılsın…Zaten Tanrı’nın istediği de başka bir kurban değil midir?… İhtiyacın olduğunda nerede olur bu melekler?”. Tabii ki dini atıflar da var: “Easter adında tanıdığım bir kedi dedi ki: -Eğer içindeki kuşu öldürdüysen, artık boş bir kafessin.” Bu denli güzel sözleri nereden buluyor demeyin, kızımız edebiyata da düşkün. Zaten şarkılarını sembolist etkilerle yazıyor ve hayatımızın bir sembol olduğunu düşünüyor. Bu nedenle çoğu şarkının sözlerini anlamlandırmak neredeyse imkansız. Dini ve felsefi atıflar, yaşadığı özel (ve bizim bilemeyeceğimiz) durumlar ve belki sadece Amerikalı’ların anlayabileceği kültürel yönlendirmeler; her şarkısı için uzun analizler yapmayı gerektiriyor.
Silent All These Years, yıllar sonra sesinin gücünü keşfeden bir kız hakkında. Piyanonun ezgisi o kadar karanlık ki hasta bir zihinden çıktığını zannediyoruz. Şöyle başlıyor: “Afedersin, bir süreliğine sen olabilir miyim? Usturubunla oturursan köpeğim seni ısırmaz. Mutfaktan bir Hristiyan-karşıtı sesleniyor…Evet duyuyorum”. Ve devam ediyor. “Eee, derin düşünceleri olan bir kız buldun. Bunda inanılmayacak ne var? Oğlum sen önce dua et de en kısa zamanda regl olayım. Ya bundan naaber?”.
Ya da dalgacı piyano ezgisiyle şenlendirdiği “Leather”da söze şöyle giriyor: “Bak karşında çırılçıplak duruyorum. Cinselliğimden daha fazlasını istemez misin? İstediğin kadar yüksek çığlık atabilirim ama masum rolü oynayamam!”. Al başına belayı…
Albümde bu kadar yırtıcı olmayan şarkılar da var tabii. Mesela “Mother” içinde otobiyografik unsurları da barındıran, salt piyanonun eşlik ettiği ve (bir çok şarkısında yapacağı gibi) uzun ve ana ezgiden uzak bir piyano introsuyla açılan melankolik bir şarkı. Keza “Winter”, çocuksu hislerle yazılmış bir olmamış/olamamışlıkların şarkısı. Burada babasının koruyucu kanatlarının altından çıkarak, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kız çocuğu var. Peki bu kız babasının onunla gurur duymasını nasıl sağlayacaktır? Tori Amos bu parçasıyla, kendisini müzik konusunda destekleyen babasına karşı duyduğu, konservatuardan atılmanın vermiş olduğu mahcubiyeti anlatmaktadır belki de… Yine sadece piyanoyla eşlik edilen ve birden savaş davullarının katılımıyla kızılderili ayinine dönen atmosfer insanı alıp götürür. Babasının “Herşey hızla değişiyor” lafını “Asla değişmedi!” diye yanıtladığında gözyaşlarınızı tutmak güçleşiyor. Yıllar geçtikçe değişik anlamlar kazanan şarkıyla, beyaz atları daha çok seveceksiniz.
Albümün duygusal doruk noktası olan “Me and a Gun” için çok şey söylemek mümkün. Bir kere enstrüman olmaksızın çıplak sesle kaydedilen bu şarkıyla, uğradığı tecavüzü en can yakıcı haliyle anlatır. Sanki başından geçenleri polis kayıtlarına geçiriyormuş gibi tekdüze ve bitkin bir sesle aktardığı sözler, şarkı her ne kadar melodik bir özellik taşımasa da, insanın tüylerini diken diken eder. Özellikle de canlı performanslarında bu durum bir işkenceye dönüşebilir. Çünkü değişik notalarda fazla dolaşmayan monoton melodiyle, ha ağladı ha ağlayacak gibi duran delici bakışlarıyla ağzından dökülen şu sözleri kim duymak ister ki: “Arkamdaki adam pantolonunu indirirken, ben ‘holy holy’ diye şarkı söylüyordum. Gülebilirsiniz. Böyle zamanlarda komik şeyler düşünebilirsiniz… Carolina’yı bilir misiniz? Orada bisküviler yumuşak ve tatlıdır. İşte kafandan bunlar geçer, arkanda bir adam varken ve sen karnının üstüne yere yatırılmışken”.
Albümde iki önemli atıf mevcut (ya da belki daha fazladır da, ben anlamamışımdır); Biri Precious Things. Dinlenmesi hayli zor olan bu şarkıdaki tiz vokaller ve cızırtılı elektro gitarlar arasında şu şok sözleri aktarıyor “Şu Hristiyan delikanlıları tokatlamak istiyorum. Evet sayende orgazm oldum ama bu seni Hz. İsa yapmaz ki!”. İşte bu şarkıda “Nine Inch Nails”i olan yarı tanrılardan bahsediyor. Nine Inch Nails adlı alternatif rock grubunun solisti Trent Reznor ile arkadaş olan Tori Amos, acaba onunla bir aşkı da paylaşıyor mudur bilemiyorum.
İkinci atıf daha uzun soluklu. Tears in your Hand’de “Eğer beni sorarsan Düşler Kralı ile takılıyor olacağım. Neil selam söylüyor bu arada” diye bahsettiği, Neil Gaiman ve ünlü grafik romanının baş karakteri Sandman’dir. Bu şarkıyı duyan Neil Gaiman ile sıkı bir dostluk geliştirecekler ve birbirlerinin eserlerini de etkileyeceklerdir.
Bu arada sanatçı sinemaya da bulaştı ve “Toys” adlı filme, “Happy Workers” adlı hafif çatlak şarkısıyla dahil oldu.
Tori Amos’un gerçek tarzını ilk tanıdığımız albüm olduğu için bazı genel özelliklere değinmek istiyorum. Tori Amos tüm şarkılarını piyano gibi tuşlu çalgılar üzerine söyler. Piyano eşliği hep bildiğimiz gibi, vokal bölümlerinde güçlü, aralarda güçsüz değildir. Genelde hep aynı düzeyde giden ve parlak temaları tekrarlayan piyanonun üzerine şarkısını söyler. Piyano hisleri de yönlendiren bir araçtır burada; bazen tuşlara sert basılır, bazen tınlamaları zor duyarsınız.
Tori Amos’un vokal tekniği çok egzantriktir. Genelde kafa sesi çıkaran bütün kadın şarkıcılarla karıştırılabilecek gibi gelebilir. Fakat şarkının içine öyle bir dalar ki, sesinin titremesi, nefes alıp verişi, tempoyu boşveren ve ara nağmeye kadar uzatmaktan çekinmediği son heceleri, garip aksanı ve üst üste bindirme yöntemiyle çok sesli hale getirdiği performansı; bir kere dinlendiğinde asla başkasıyla karıştırılamayacak bazı impulslar yollar beyne. Sesini şekilden şekile sokar; bazen savunmasız bir kız çocuğu olurken bazen yırtıcı bir hatun olur. Bazen çığlık çığlığa bağırır, hırıltılı sesler çıkarır, bazen de sanki kulağının hemen dibindeymiş gibi fısıldar (Mother).
Tori Amos’un bu şarkıyı yaşama hezeyanı, özellikle canlı performanslarında daha aşikar olur. Birçok otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi konser sanatçılarından biri sayılan Tori Amos; sadece tek bir piyanoyla çıktığı konserlerde bile tadına doyulmaz bir gösteri sunar. Piyanoya bakmadan çalabildiği için, serbest kalan gözlerini izleyenlere çevirir. Kurduğu temas o kadar yalın ama gerçektir ki (ben de bu deneyimleri tattığım için) koca konser salonu küçücük bir yer olur. Şarkılarını sanki sadece size söylemektedir, herkesin yüreği aynı anda atmaktadır sanki. Yatmadan önce anlatılan korkunç ürpertici masallardan birini anlatır gibi, garip diyarlara sürüklediği dinleyici, şarkı bittikten sonra kendine gelemez. Bazıları ağlar. Bazıları, kimbilir hangi diyarda dolaşan donuklaşmış yeşil gözlere takılır, kimisi ayin ateşi gibi savurduğu alev gibi saçlarının esintisini hisseder.
Tori Amos, piyano başında rahat duramaz; şımarık bir çocuk gibi tepinir, vücudunu kasar, bacaklarını kaldırır… Bazı kadın şarkıcılar (P.J. Harvey gibi), şarkı söylerken orgazm olmasının nedeni, sandalyesindeki vibratör olsa gerek diye espri bile yaparlar.
Şarkıları canlı çalınmaya ve doğaçlamaya çok yatkındır. Aynı şarkıyı, her konserinde farklı dinleyebilirsiniz. Hatta bazılarının canlı performansı, albüm kaydından çok daha iyidir. Bu yüzden kadının canlı performansının illegal kayıtları el altından yüksek ücretlere satılır. Hayranları için her biri yeni hale gelmiş bu şarkılar hazine değerindedir. Bir garip tarafı da, Tori Amos’un bütün şarkıları “biter”. Yani gittikçe azalan bir sesle tekrarlanan nakaratlarla, artık kulak tarafından işitilmeyecek hale gelene dek kısılmaz (fade away). Son notayı “tınn” diye mutlaka basar ve insanın içinde o bitmemişlik hissinin yarattığı yapay duyguyu uyandırmaz. Bir şarkının nasıl başı ve gövdesi varsa sonu da olmalıdır bence. Üstelik Tori Amos’un finalleri çok çok iyidir. Bu garip oldu. Sonlar nasıl iyi olabilir ki? Ama bu sonlar sayesinde içimiz cız eder ve şarkı en başa sarılıp tekrar dinlenir. Her son yeni bir başlangıç değil midir?
Under the Pink (1994)
İlk albümün turundan sonra Eric Rosse ile başbaşa verip ikinci solo albümünün çalışmalarına başlayan Tori Amos, albüm şarkılarının dışında yine birçok B-side ve cover kaydetti: Home on the Range, All the Girls Hate Her, Over it, Sister Janet, Daisy Dead Petals, Black Swan, A Case of You, Strange Fruit, If 6 Was 9, Little Drummer Boy, Butterfly, Losing my Religion, Peeping Tommi (bu şarkı kayıt edilmesine rağmen o tarihte yayınlanmamıştı).
Tori Amos’un kariyerindeki belki en bilinen ve başarılı şarkıları bu albümdeydi. Halen Tori Amos dendiğinde ilk akla gelen şarkı olan “Cornflake Girl” yine bu albümdedir. İlkine göre daha sakin ve daha lirik olan bu çalışmanın şarkı listesi şöyleydi: “Pretty Good Year”, “God”, “Bells For Her”, “Past the Mission”, “Baker Baker”, “The Wrong Band”, “The Waitress”, “Cornflake Girl”, “Icicle”, “Cloud on my Tongue”, “Space Dog” ve “Yes, Anastasia”.
İlk albüme “bunalım” albümü dersek, bu albüm için de “terapi” albümü diyebiliriz. Zaten açılışı yapan “Pretty Good Year”ın piyano tınıları da, şarkıcının daha aydınlık ezgilere yol aldığını gösterir. Bu şarkı, sevgilisi ne yaparsa yapsın mutsuzluğuna sadece kendi içinde çözümler bulabilen bir adam hakkındadır. Gerçekten pırıltılar saçan piyano eşliği bizi kollarına alıp sallar sanki. Fakat tuşlara dokunan parmaklar arıza bir kadına aittir. Önce fırtına öncesi sessizliği gibi sakinleşen ezgi, aniden öyle bir modülasyonla farklı yerlere gider ki kulaklarınıza inanamazsınız. Bu dengesiz ve psikotik durum geldiği gibi hızla geçer ve baştaki melodinin teselli edici ezgisiyle finale gider. Ama dinleyici rahatlayamaz, çünkü ters köşeye yatırılmıştır. Tori Amos’un şarkıları asla beklediğiniz yerlere gitmez, hepsi başına buyruktur.
Yaşanan bu travmadan sonra, zor takip edilen garip ritmi ve sinir bozucu gitar sesleriyle “God” başlar. Amos’un din içindeki dişil temasların farkında olduğunun alaycı bir yansıması olan bu şarkı akıllara zarar sözlerle başlar: “Tanrım bazen gerçekten işin üstesinden gelemiyorsun. Arkanı toparlayacak bir kadın ister misin?”. İncil’den bazı bölümlerle, dindeki kadın düşmanlığının altını çizen Tori Amos, fırtına gibi esip geçer.
Geleneksel metodları sevmeyen ve yenilik peşinde koşan sanatçı, “Bells for Her”de akordu değiştirilmiş, telleri üzerine küçük metal küreler ve çiviler bırakılmış, eski bir duvar piyanosu çalar. Sonuç tınlama-çınlama karışımı amorf bir ses topluluğudur.
Yine dini atıflarla İsa ile Maria Magdelena arasındaki cinselliği de içeren ilişkiye temas eden, bir blues gibi başlayıp rockla devam eden “Past the Mission”da kendisine Trent Reznor sesiyle eşlik eder. “Baker Baker” küçük, şirin bir ayrılık şarkısıdır. Bir kız, devamlı gittikleri pastacıda, sevgilisinin gelmemesi üzerine bir iç hesaplaşmaya girişir.
Albüm kayıtları sırasında kaydedilen “Honey” adlı parça, son anda listeden çıkarılarak yerine “The Wrong Band” konmuştur. Yıllar sonra her yerde, “Ah şu salak kafam” diyerek bu hatasına hayıflanan Amos, her konserinde “Honey”i çalar ama “The Wrong Band”i es geçer. Bunu, hakkını yediği şarkının gönlünü almak için yapar. The Wrong Band, aslında Honey kadar olmasa da güzel bir şarkıdır. Bence sözleri değiştirilse kırık ezgisi, küskün bir çocuğun yakınması olarak algılanabilirdi (Şarkı, Amos’un arkadaşı olan ve Hollywood’un ipliğini pazara çıkaran ünlü mama Heidi Fleiss hakkındadır. Tori Amos’un garip arkadaşları varmış!). “The Waitress”, bir kafeteryada kendisinden daha fazla çalıştığı için kıskandığı garson kız hakkında yazılmış korkunç bir şarkı. Karakterimiz bu kızı öldürmek istiyor ama netekim barışa inanıyor, “Sürtük!”.
“Icicle”, “Cloud on my Tongue”, “Space Dog” ve “Yes, Anastasia”, Tori Amos’un klasik müzik eğitiminin izlerini barındıran parçalar. Icicle’nin piyano introsu ve özellikle Yes, Anastasia’daki senfonik yapı bu etkiyi güçlendiriyor. Gerçekten prenses olup olmadığı bir türlü kanıtlanamayan Rus soylusu Anastasia Romanov’a atıfta bulunulan şarkının neredeyse yarısı oluyor fakat nakarat gelmiyor (ki şarkı 9.33 dakika. Gerisini siz tahmin edin).
Şarkı sözlerinde dikkati çeken özellik, tanımlamaların iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmesi. Düşünce uçuşmaları ve klang assosiasyon izleri (ki psikoz bulgusudur), satır aralarında göze çarpıyor. Amos, albüm öncesi Georgia O’Keeffe ve Salvador Dali’nin sürreel tablolarına fazla bakmış anlaşılan.
Kendi anlatımına göre, bir gece piyanosuyla egzersizler yaparken, açık pencereden bir şarkı işitir. Yandaki gece klübünden gelen vurmalı çalgıların ritminden hoşlanmıştır. Bu Reggae şarkısının vurmalılarının tınısını piyanoda tekrarlanabileceğini düşünür ve tuşlarla ritme ayak uydurur. Böylece “Cornflake Girl”ün piyano eşliği ortaya çıkar. Fakat bu ezgi büsbütün doğaçlamadır, belli bir düzeni yoktur. O yüzden bir daha asla aynısını çalamaz, notalar her defasında değişir. Devamlı evrimleşen ve canlı şovlarda sanatçı tarafından gerçekleştirilen özgün bir dansla açılan şarkı temel olarak kadının kadına uyguladığı şiddetten bahseder. “Asla mısır gevreği kızı olmadım. Bunun bir çözüm olacağını düşündüm. Kuru üzüm kızlarla takıldım hep. O (kız) ise karşı tarafa geçti. Bizi kapı dışarı etti.”
Kendini şöyle tanımlıyor Tori Amos: “Ben kazanılmış bir zevkim, ançüezim. Kimse bu kıllı şeyi evine sokmak istemez. Ama cips olsaydım her eve girebilirdim.” Ama o asla cips olamazdı…
Reggae/rock/country karışımı bu garip ritmli şarkı, izlediği yoldan Amos’un çığlık karışımı vokalleriyle çıkıyor. Aniden kesilen ve yeniden başlayan müzik dinleyende devamlı tetikte olmasını öğütler gibi ilerliyor. Toplam süresinin yarısında aslında parça bitiyor. Bundan sonra piyano doğaçlamaları ve ilk başta anlamsız gelen söz tekrarlarıyla ilerliyor. Bir daha da başa dönmüyor. Üstüste binen sesler, bu seslerin her birinin farklı şeyler söylemesi (ki bir satırı Altın Tabancalı Adam James Bond’a gönderme yapıyor), vokalin sert piyano vuruşlarıyla ara sıra kesilmesi, bir kakafoniden çok, değişik bir armoni yaratıyor. Bu esnada, Afrika’nın bazı bölgelerinde halen gerçekleştirilen kız sünnetlerini anlatan, siyahi feminist lezbiyen yazar Alice Walker’ın (The Colour Purple’ın yazarı aynı zamanda kendisi) “Possessing the Secret of Joy” adlı romanına atıfla “Tavşan! Anahtarları nereye koydun?” çığlıklarıyla iyice histerikleşen şarkı; dayanılmaz bir raddeye geliyor ve zınk diye bitiveriyor! Şarkının İngiltere için çekilen klibinde, Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy, cehennem benzeri imgelerin olduğu garip bir dünyaya düşüyor.
Albüm yine bildik bilmedik birçok göndermeyle dolu. Mesela “Pretty Good Year”da bahsedilen, mektuplar yazan Grieg, aslında Tori Amos’un bir hayranıdır. İntiharı düşünen bu genç adam, duygularını paylaşmak için sanatçıya bir mektup yazar ve içine bir resmini koyar: anoreksiktir. Bu mektuplaşma sürer ve Amos onu bu şarkısına konu eder. Artık ünlü olan Grieg, halen Tori Amos hakkında bir fanzinin yöneticiliğini yapmakta.
Diğer bir zikir ise, artık yakın dost oldukları Neil Gaiman… İki egzantrik kişilik birbirini o kadar etkilemiştir ki Gaiman, “Sandman” grafik romanındaki ebedilerden biri olan “Delirium” karakterini yaratırken Amos’tan etkilenir. “Space Dog”da Amos şöyle demektedir: “İhtiyacın olduğunda Neil nerededir?”
Duyarlılığından dem vurduğumuz Tori Amos’un sosyal faaliyetlerde bulunmaması imkansız. En bilinen aktivitesi RAINN (The Rape, Abuse and Incest National Network) adlı kuruluştaki pozisyonudur. Bu hayır cemiyetinin kurulmasına da ön ayak olan şarkıcı, ücretsiz konserlerle mali yönden de destek olmaktadır. En iyi 100 hayır kuruluşu içinde adı anılan RAINN’de, her şekilde istismara uğramış kişiler, telefonla ücretsiz psikolojik destek alabilmektedir.
Boys for Pele (1996)
Under the Pink’in konserleri devam ederken Tori Amos bir travma daha yaşadı ve Eric Rosse’den ayrıldı. Sebepleri hakkında kesinleşmemiş bir çok tahmin olmakla beraber kesin bir açıklama yapmayan sanatçı, bir açıklamasında devamlı sanatçı erkeklerle beraber olmasının kendisi için iyi olmadığını söylemiş. Devamlı ilgi isteyen ve karşısındakine ilgi gösterme tenezzülünde bulunmayan bu egosantrik erkeklere bir de maçoluk eklenince iş içinden çıkılmaz bir hale geliyormuş. Bu olayların etkisiyle turne sırasında 3. albümü için şarkılar yazmaya başlayan Tori Amos, geçmişte erkeklerle olan ilişkilerini masaya yatırarak erkek-kadın problemleri konusunda bir tümevarıma girişti. Artık bir yapımcısı olmadığından albümün yapımcılığını kendisi üstlendi ki bu da bir ilkti.
Tüm bunların ışığı altında bir “ayrılık” albümü olarak niteleyebileceğimiz eser, sanatçının en garip, en anlaşılmaz albümü oldu. Sözler içinden çıkılmaz hale geldi ve sembollerle daha da güçlendirilmişti. Amos’un pratik ettiği enstrümanlara, burada harpsikord ve kilise orgu gibi Barok çalgılarını eklemesi, bu albümünü (benim düşünceme göre) kendisinin en iyi yapıtı olarak kabul etmeme sebep oldu. Evet, en sevdiğim albümü bu…
Bir konsept olarak tasarladığı albümün adındaki Pele, Hawaii’nin volkan tanrıçasıdır ve kraterden aşağı ittirilmek suretiyle kurban edilen “oğlanlar” da Amos’un eski yavuklularıdır (“Pele’nin püskürttüklerini görmeden ateş gördüm deme!”). Konsept gereği albümde, 18 şarkı olmasına rağmen bunlar aslında, 4 kısa interlüdle (“Beauty Queen”, “Mr. Zebra”, “Way Down” ve “Agent Orange”) çerçevelenmiş 14 adet asıl şarkıdan ibaret. Tori Amos’a göre bu 14 parça; Mısır mitolojisindeki tanrıça İsis’in, kocası Osiris’i tekrar bir araya getirilmesi için bulması gereken 14 vücut parçasına tekabül etmektedir. Albümün bir kilisede kayıt edilmesi, gospel korosu eşliği ve kullandığı enstrümanlarla, diğer albümlerine nazaran daha dini bir atmosfer yaratan Amos’un maskülen dinler ve ataerkil Tanrı’yla da paylaşacak kozları vardı anlaşılan. Şarkı listesi şöyleydi:
Beauty Queen/ Horses (bu ikisini genelde hep beraber icra ediyor)
Blood Roses
Father Lucifer
Professional Widow
Mr. Zebra
Marianne
Caught a Lite Sneeze
Muhammad my Friend
Hey Jupiter
Way Down
Little Amsterdam
Talula
Not the Red Baron
Agent Orange
Doughnut song
In the Springtime of His Woodoo
Putting the Damage On
Twinkle
Ayrıca birçok B side kaydetti: “Graveyard”, “Hungarian Wedding Song”, “London Girls”, “Samurai”, “That’s What I Like Mick (The Sandwich Song)”, “This Old Man”, “Toodles Mr. Jim”, “Alamo”, “Amazing Grace/Til The Chicken”, “Frog on my Toe”, “Sister Named Desire” (Desire, Neil Gaiman’ın romanı Sandman’de ebedilerden biridir). “Cooling”, “Never Seen Blue” ve “Beulah Land” ise bu dönemde kaydedilmesine rağmen daha sonraki yıllarda dinleyiciye sunuldu. Aynı dönemde “Somewhere Over the Rainbow”, “Famous Blue Raincoat”, “I’m on Fire”, “Landslide” ve “Over the Rainbow” adlı parçaların coverını da gerçekleştirdi.
Albüm, bir doppler efektinin eşlik ettiği, tek tuşun mükerrer seslenmesinin üzerine okunmuş bir ninni ile başlıyor. Daha ilk sesle, kulaklara yoğun bir melankoli ve hüzün akar. Beauty Queen bitince, iki kulak arasında dolaşan doppler cızırtısı devam eder ve “Horses”in ilk notalarıyla beraber vokal başlar. Tori Amos, atlarının üzerinde muammalı yolculuğuna başlamıştır. Eski sevgilisinin iblislerinin erişemeyeceği yerlere kadar sürecektir atlarını.
Neil Gaiman, Stardust (Yıldıztozu) adlı entelektüel masalını yazarken arkadaşı Amos’tan yardım ister. Tori Amos, bahçesinde binlerce tür çiçeği olan sessiz sakin evinde, ona bir oda ayarlar. Yazar, mekanın verdiği dinginlik ve esinle romanını bitirir. Karşılığında da Tori Amos’u, kırmızı yaprakları olan büyük bir konuşan ağaç olarak canlandırır romanında. Tristan’ın rüyasında ona önemli sırlar açıklayan ağaç, aslında önemli bir kilit karakterdir fakat masalın sinema uyarlamasında bu karaktere yer verilmez. Horses’da konuya değinir: “Eğer seni bulmak için bir yol varsa, seni bulurum. Peki Neil beni bir ağaç yaparsa, sen beni bulabilir misin?”. Horses koyu, karanlık ama lirik bir parçadır ve albüme hazırlık açısından iyi bir seçimdir. Sade piyano üzerine söylenen sözler her ne kadar yoğun olsa da şarkı kolay dinlenir. Piyano, pencereye çarpan yağmur damlaları gibi rastlantısal tınlar.
Sıradaki “Blood Roses” ile şarkıcı eteğindeki taşları dökmeye başlar. Harpsikord ile yapılmış bu garip rock parçasına kilise orgu ve çanlar eşlik eder. Bu dini dokunuşların bir sebebi vardır. Albümünün yapımcılığını da kendisi üstlendiğinden, kimseye hesap verme zorunluluğu olmadan, özgürce şarkılarını söylerken bulunduğu mekan, bu ruh durumuna uyduğu için seçilmiştir; burası bir kilisedir, burada hiç bir insan onu yargılayamaz. O yüzden herhalde, şarkı tam bir sokak kavgası gibi. “O (erkeğe) kanını verirsin ve küçük sıcak elmas(?)ını. Oysa o seni gebertmek ister, sen öldüğünde bile… Tavuklar senin etin gibi bir tad verdiklerinde… Seni derin derin emdiğinde, bazen etten başka birşey değilsin… Senin bulunduğun her yeri traş ettim oğlum.” İlişkisinin bitmesine, ilgisizliğin neden olduğunu şu sözlerden çıkarabiliriz: “Asla söylemediğin şeyleri unutamıyorum.”
Albümdeki şarkı sözlerinin uçarı, keskin ve fazla üstü kapalı olması, ortaya deli saçması gibi bir sonuç çıkarabilir. Bu durum, Tori’nin sözleri yazmadan önce halüsinojen maddeler kullandığı inancını uyandırdı “Father Lucifer”da da kendisi bunu kabul etti, bir kızılderili şamanın vermiş olduğu otları içtikten sonra Şeytan’la hoş beş ettiklerini söyledi. Halbuki herkes babasını şeytan olarak tanımladığını düşünmüş, hatta babası bile kendisine darılmıştı. Şarkının sözlerine bakıldığında söz konusu kişinin babası değil, “Şeytan Baba” olduğu aşikardır oysa ki. Sözleri bir kenara atıp şarkıya bakarsak çok hoş, çocuk tekerlemesi gibi bir ezgiyle karşılaşıyoruz. Bu kadın, bu kadar zıt kutuplarda nasıl aynı anda bulunabilir diye düşünebilirsiniz, bu şirin şarkıyı dinlerken. Şarkının finalinde o çok sevdiği sesleri üst üste bindirme tekniğini uygulayarak 3 ayrı seste üç ayrı satırı okurken, bu üç kadına eklenen trompet, dinleyiciye eşine rastlanmayan bir tecrübe yaşatıyor. Burada birbiriyle alakasız bir sürü laf ardı ardına sıralanıyor; Easter yumurtasını boyaması mı dersiniz, Joe Dimaggio’nun Marilyn Monroe’nun mezarına çiçek getirip getirmediğini sorması ya da pizza yedikleri halde hiç kilo almayan kızlara hayıflanması mı dersiniz…
Tori Amos’un Kurt Cobain ile dostluğu, onun “Smells Like Teen Spirit”ini coverladığı zamana dek uzanmaktaydı. Trent Reznor ile yaşadığı boyutunu bilmediğimiz ilişkisi de cepte zaten. Cobain’in ölümüyle, Courtney Love’ın medyatik tavırları, yetim çocuğunun üzerine oynaması ve Trent Reznor ile Tori’nin arasını bozması, Amos’un sinirlerini bayaa bozmuş olacak ki “Professional Widow (Profesyonel Dul)” adlı şarkıyı döktürmüş. Sert harpsikord tınıları, distorsiye gitarları, primitif ritmi ile punk-blues arası bu hayli garip şarkıda Nine Inch Nails’in bir albümüne atıfta bulunur: “Starfucker, tıpkı babam gibi…” sözlerinde bahsettiği “Starfuckers, Inc” albümü. Tabi bunların hepsi dedikodu. Tori Amos, şarkının öyküsünün böyle olduğunu kesinlikle kabul etmiyor. Peki şu sözler ne anlama geliyor: “Onun bebeğini satıyor, tıpkı babam/babanız gibi…”. Şarkı sonlara doğru iyice çığırından çıkıyor. Bir gospel şarkısının sonlara doğru kendini koyvermesi gibi, farklı bir atmosfere geçiyor ve şu şok sözlerle sona ulaşıyor: “Sevgi ver, huzur ver bana, ve de sert bir y*rak!”. 18 yaşından küçüklerin dinlemesini önermeyeceğim bir şarkıdır.
“Caught a Lite Sneeze” Tori Amos’un en sevdiğim şarkılarındandır. Sanatçının tüm karakteristiklerini barındıran, herhangi bir türe dahil edemeyeceğimiz sofistike, karanlık ve melankolik şarkılardan biridir. Dans edilebilecek sert davulların ritmi, önce bizi sarar. Sonra harpsikordun çınlayan sesiyle tema belirlenir. Amos şarkıya derin bir sesle girer. Bu şarkı sesini en yetkinlikle kullandığı parçadır bence. Değişik alanlarda dolaşır, bir melek veya sürtük olur. Sesler üst üste eklenir. Hastalıklı zihninin karanlık dehlizlerinde kayboluruz. Asabi bir şarkıdır bu. Canlı performanslarında, intro hep aynıdır. Nine Inch Nails’in coverladığı “Hurt” adlı şarkıyı tersine çevirerek okur. Trent, kendi canını pek de yakmamaktadır Tori’ye göre. “Kendi şahsi güzel nefret makinemi yaptım” sözlerinde bahsettiği “Pretty Hate Machine”, Nine Inch Nails’in debut albümünün adıdır. Eski sevgililerin ipliği pazara çıkarılır: “Oğlanlar sağımda, oğlanlar solumda, orta yerimde oğlanlar, ama sen yoksun!… Aşkımızın bu kadar ufak olduğunu bilmiyordum, ayakta bile duramıyor… Sadece bir hapşırıktı, küçük bir rüya gördüm…” diyerek bitmiş aşkını da küçümsemektedir.
Mr. Zebra, konserlerinde de yoğun sevgiyle karşılanan şirin bir şarkıdır. Hafif caz ve vodvil havası taşıyan şarkının sözleri de esprilidir: “Merhaba bay Zebra, kazağını alabilir miyim? Çünkü deliğimde çok üşüyorum!”. Sanatçının çok etkilendiğini her söyleşisinde belirttiği Kate Bush’un etkilerini burada da görmek mümkün.
Mr. Zebra’nın finaline doğru havanın melankoliye kayması, bir sonraki şarkı “Marianne”e bir hazırlıktır. Bu senfonik şarkının garip tarafı nakaratın ve tekrarların olmamasıdır. Amos, pop müziğin kalıplarını zorlamaktan hoşlanır. Marianne, Tori’nin yakın bir arkadaşıdır (yani bir zamanlar öyleymiş maalesef): “Ve dediler ki Marianne kendini öldürmüş! İmkanı yok dedim, imkanı yok!”. Tori bu şarkıyı canlı performansında daha da iyi söyler, yaşar çünkü. Tüyleri diken diken eden bir ağıttır bu, kızgın tavadaki en hızlı kız olan Marianne’e adanmış…
Dini göndermeler Amos’un albümlerinin olmazsa olmazıdır. Muhammad my Friend’de, İsa inancının dişil öğelerinin altını çizer. Ve arkadaşı Muhammed’e (Muhammed Ali olabilir), İsa’nın aslında bir kadın olduğunu itiraf etmeye çağırır! Albümün göndermeleri bununla bitmez. Hint ezgileriyle bezeli “Talula”da, Anne Boleyn’in kafasının uçurulmasından bahseder. 1+1=2 demiştir kızcağız. Zalim 8. Henry ise 3′te diretmektedir. Kadınlar, elindeki erkeği kaybetmemek için neden çabalamaktadırlar? Ekmek ve pastayı dengeleyebilmek için çift dil edinen Marie Antoinette’e ne demeli? “Not the Red Baron”daki kızıl baron, Snoopy’nin sahibi Charlie Brown’dır. Tori, Hollywood’un efsane kadınlarına birçok şarkısında değinir. Jean Harlow ve Judy Garland bunlardan birkaçıdır.
Albümün sonlarına doğru, ayrılık acısı daha da aşikar olur. “Eğer senin zamanını harcıyorsam, belki de sen almayı öğrenememişsindir”, “Zarar verirken bile hala güzel gözüküyorsun”… Ama en sonunda içindeki bazı şeyleri öldürüp yeni umutlara yelken açmalıdır…
From the Choirgirl Hotel (1998)
Bir önceki albümünün de miksajını yapan Mark Hawley ile gönül ilişkisine giren Tori Amos, Boys for Pele turnesi sırasında bebeğini düşürdü. Yoğun bir depresyona girerek evine kapandığı sırada yaşadığı travma, dördüncü albümünün esini olarak geri döndü. Fakat şanssızlıklar peşini bırakmıyordu. İkinci hamileliği de daha başındayken düşükle sonlandı. Bu duyguların izinde çıkardığı albüme “düşük” albümü diyebiliriz.
Boys for Pele’deki bazı şarkıların ünlü djler tarafından remixlenerek dans müziği haline getirilmesi, sanatçıya yeni bir fikir verdi. Yeni albüm tamamen elektronika tarzında olacaktı. Öncekilere göre poptan tamamen uzaklaşan bu albüm, daha sert ve daha rocktı.
Tori Amos konsepti sever. Şarkılarının yaşayan varlıklar olduğu ve kendi özel hayatlarını yaşadıkları düşüncesi gittikçe kuvvetlendi. Albüme adını veren mekan da, bu şarkıların uğradıkları hayali bir yerdi.
Tori kemikleşmiş orkestra elemanlarının tümüyle beraber çalıştı. Steve Caton, kariyerinin başından beri gitarıyla hep yanındaydı zaten. Bastaki Jon Evans ve baterideki Matt Chamberlain, hayranları tarafından Tori kadar çok sevilir.
Albüm şarkıları şöyle: “Spark”, “Cruel”, “Black-Dove (January)”, “Raspberry Swirl”, “Jackie’s Strength”, “iieee”, “Liquid Diamonds”, “She’s your Cocaine”, “Northern Lad”, “Hotel”, “Playboy Mommy” ve “Pandora’s Aquarium”. Tabii ki B-sidelar da var: “Purple People”, “Bachelorette”, “Do it Again”, “Have Yourself a Merry Christmas” ve ninni benzeri “Merman”.
Boys For Pele’de iyice belirginleşen kriptik şarkı sözleri bu albümde devam ediyor. Bundan sonraki albümlerinde de muammalı bir şekilde devam edecek. Albümde, bir önceki albümden yansıyan birkaç şarkı var; çılgın ritmiyle bir klüp şarkısı olan “Raspberry Swirl”, erkek olamayan oğlanlardan yakınıyor. “Northern Lad” ise daha melankolik bir ayrılık şarkısı. Sözleri tam olarak anlaşılabilen ender parçalardan da biri. Hiçbir zaman tam anlamıyla sahip olamadığı bir kuzeyli delikanlıdan bahseder şarkı. “Önceleri aksanımı severdi, dizlerinin bağını çözen. Fakat birşeylerin ters gittiğini hissettim. Bu kek bir türlü tam olmamıştı… Kızlar, artık sayfayı çevirme zamanının geldiğini bilmelisiniz…”
Cruel biraz acımasız bir şarkı. “Acı sıralamasında top 10′a ulaşmanı, Sufi’lerle dansederek kutluyorum”. Keza “Eğer beceremiyeceksen kızkardeşini getir” diyen “She’s your Cocaine”…
“…Fakat bebeğini canlı tutamıyordu. İçerde bir yerlerde bir kadın olduğu konusunda şüpheliyim. Bunları tekrar tekrar istemediğini söylüyorsun. Bu sirki istemediğini söylüyorsun, ama gerçekte böyle demek istemiyorsun.” “Spark”taki, karanlıkta çakmağını çakmaktan korktuğu için nikotin bantlarının tiryakisi olan kadın, Tori’nin kendisi değilse kimdir? Bu şarkı, düşükten sonra kendisinden duyduğu memnuniyetsizliği çok güzel gözler önüne seriyor. Ama daha kuvvetli göndermelerin olduğu başka bir şarkı var: “Playboy Mommy”. “Sahnede yüzüstü düştüm ama beynim çıkmadı. Sonra ben istemeden bebek geldi. Hangi sihir onu mutlu edebilirdi ki? Beni bu kadar katı yargılama küçük kız. Çünkü senin annen bir Playboy kızı…Köprüyü tek başına geçmek istiyorsun belli. O Amerikan askerlerine adımı söylersen sana zarar vermezler. Çünkü senin Playboy anneni tanıyorlar… Tüm bunları haykırdım mezarının başında. O melekler benim yerimi alamaz ki… Eve döndüm, seni sıkıca kucağıma alabileyim diye…”
Aynı yıl sevgilisi Mark Hawley ile dünya evine giren Tori Amos, evliliğe bakış açısını yansıttığı “Jackie’s Strength”te, Jackie Onasis (eski Kennedy)’nin dirayetine ihtiyaç duyuyor. Klibinde de kendi düğününden kaçan bir kadını canlandırıyor.
“Black-Dove (January)”, “iieee” ve “Liquid Diamonds”, melodik yapıları ve beklenmedik yerlere giden atmosferleriyle albümün en iyi şarkılarını oluşturuyorlar. Finaldeki “Pandora’s Aquarium” caz ritmleri ve Amos’un esnermiş gibi gerçekleştirdiği vokalleriyle tuhaf bir şarkı. Ayrıca sanatçının mitolojik karakterlerle özdeşleşme sürecinin ilk örneklerinden biri. Bu albümde caz tınılarının nispeten fazla olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
Amos’un şarkı kalıplarını reddetmesi sonucu ortaya çıkan garip şarkılardan biri de “Hotel”. Birbirini takip eden üç ezgiden oluşan grup, iki defa tekrarlanıyor; hemen akabinde sert piyano vuruşlarıyla emprovize havası esen 4. bir ezgiye geçiyor. En baştaki ezgiye ulaşır sinyallerini vermesine rağmen öyle olmuyor ve sakin sularda yüzercesine; borulardan çıkan kabare şarkısıyla finale ulaşıyor. Neil Gaiman’ın “Neverwhere” adlı romanındaki vampir benzeri karakterler olan Velvet’lere atıfta bulunduğu şarkıdır ayrıca: “Where are the Velvets?”. (Artık biliyorsunuz…)
Albümde olmasa da 1998 tarihli “Great Expectations” adlı filme “Siren” adlı bir şarkı yazdı. Bence Tori Amos’un en güzel şarkılarından biridir. Piyanonun aksak ritmi ve Amos’un hayal-gerçek arası vokali, kulaklara eşi bulunmaz bir ziyafet çekiyor. Tecrübe edilmeli…
To Venus and Back (1999)
Elektronikaya iyice saran Tori Amos, sıradaki albümünü salt elektronik alt yapıyla zenginleştirilmiş parçalardan oluşturdu. Bu iki disklik albümün ikinci diski konser kayıtlarından oluşmaktaydı. Aslında Tori’nin bu albümle ilgili başka planları vardı. Hayranlarının edinmekte zorlandığı, nadir B-sidelardan oluşturulmuş, bir tür “best of” albümü olacaktı. Hayranları bunu duyunca uçtular. Fakat hazırlık aşamasında Tori’ye ilham geldi ve bir albümü dolduracak kadar besteyi ardı ardına yazıverdi. Bir önceki albümünün üzerinden fazla geçmemişti ama olsun. Yaratıcılığının en verimli dönemindeki sanatçı bu yapıtı bir ara albüm olarak tasarladı.
“Bliss”, “Juàrez”, “Concertina”, , “Lust”, “Suede”, “Josephine”, “Riot Poof”, “Dãtura”, “Spring Haze” ve “1000 Oceans”dan oluşan ilk CDye, konser kayıtlarından oluşmuş ikinci bir CD eşlik ediyor. İkinciyi gözardı edip ilkine gelirsek; Tori Amos’un şarkıların üzerinde fazla uğraşmadığı gözümüzden kaçmıyor. Piyano üzerinde yaptığı doğaçlamalara vokal eklenerek oluşturulmuş gibi duran şarkılar nedeniyle, albüm benim favorilerimden değildir. Her ne kadar yüksek satış rakamlarına ulaşsa da.
Albümün en iyi şarkısı olan “Bliss”de, Tori babasıyla sonlandıramadığı bir hesaplaşmanın içindedir. “Baba, maymunumu öldürdüm” diye başlayan soğuk ve karanlık şarkı “Belki de bizimkisi başka türden mutluluktur” şeklinde manidar sözlerle ilerliyor.
“Spring Haze” ve “1000 Oceans” albümün dinlenebilir şarkılarından. Spring Haze’deki tropikal vurmalılara eşlik eden muzip vokal, 1000 Oceans’da duygusallaşıyor. Temelde bir ayrılık şarkısı olan bu barçada Tori gözyaşlarıyla, sevgilisinin iyi yolculuk yapabilmesi için okyanuslar oluşturuyor.
Meksika sınırında, faili meçhul tecavüz ve kadın cinayetlerini eleştiren “Juàrez”, (Jennifer Lopez yıllar sonra aynı sosyal yaraya parmak basan bir filmde oynamıştı), yanlış imajla tutunmaya çalıştığı 80′li yıllar ve dönemin sosyo-kültürel panaromasını çizen “Glory of the 80′s”, yatak odası sırlarını paylaştığı “Lust”, Napoleon’un sevgilisi hakkındaki “Josephine”, homofobi taşlaması reggae tarzında “Riot Poof”, bahçesinde yetiştirdiği binbir çeşit çiçeği sıraladığı psikodelik “Dãtura”, vasat bir balad olan “Concertina” ve can sıkıcı “Suede”e sadece değiniyorum. Dediğim gibi bu albüme pek ısınamadım.
Albümü desteklemek için Alanis Morissette ile ortak bir turneye çıkan Tori, konser sırası konusunda hayranlarının eleştirilerine maruz kaldı. İlk sırada çıkması, kendisinden daha çaylak Alanis’in ön grubuymuş gibi bir izlenim oluşturuyordu. Fakat bunun nedeni sadece basit bir teknik ayrıntıydı. Piyanosunun konsere hazırlanması için saatler gerekiyordu ve bu nedenle Tori konsere ilk sırada çıkmak zorundaydı. Zaten daha sonra ayrılacak ve grubuyla beraber şahsi turnesine devam edecekti. Ta ki üçüncü düşüğünü yapana kadar!
Tori bu dönemde sadece bir B-side kaydetti: “Zero Point”. Zaten bu şarkıya da yıllar sonra toplama albümünde yer verdi.
Strange Little Girls (2001)
Tori Amos, canlı performanslarında yaptığı coverlarla dinleyenleri mest etmiştir. Hatta bir coverın nasıl yapılacağını öğretircesine, şarkıyı değiştirir ve adeta kendi şarkısı yapar. Bazı hayranları (ben de dahil olmak üzere) yaptığı coverların, orijinalinden kat kat iyi olduğu düşüncesindedir.
İşte bu konsept albümünde Tori, erkek şarkıcıların ağzından anlatılan kadın öykülerini tersine çevirdi; şarkıları karakterinin yani kadının bakış açısından aktardı. Böylece iki boyutlu bir objeden ileri gidemeyen dişi karakterler duygusal boyut kazandı.
Müzik endüstrisinde kadın düşmanlığı yaygın bir tavırdır. Kendisi de bundan muzdarip olan Tori Amos, yaptığı anlaşma gereği Atlantic Records’dan çıkardığı son albümünü, böyle acı bir veda hediyesi olarak tasarladı.
Telif sorunları aşıldıktan ve bazı elemelerden sonra şöyle bir liste oluştu:
The Velvet Underground’dan “New Age”
Eminem’den “97 Bonnie & Clyde”
The Stranglers’dan “Strange Little Girl”
Depeche Mode’dan “Enjoy the Silence”
10cc’den “I’m Not in Love”
Lloyd Cole’den “Rattlesnakes”
Tom Waits’den “Time”
Neil Young’dan “Heart of Gold”
Boomtown Rats’dan “I don’t Like Mondays”
The Beatles’dan “Happiness is a Warm Gun”
Slayer’dan “Raining Blood”
Joe Jackson’dan “Real Men”
David Bowie’den “After All” ve
Alice Cooper’dan “Only Women Bleed”
Son iki parça albümde yer almayıp B-side olarak kullanıldı.
Konsepte uygun olarak bu şarkılara uyacak karakterleri de oluşturmak gerekiyordu. Yakın arkadaşı makyöz ve sanatçı Kevyn Aucoin, Tori Amos’tan her şarkı için bir, sadece Heart of Gold için ise ikiz kadın karakterler yarattı. Neil Gaiman bu fotoğraflara bakarak edindiği izlenimle, her bir kadın karakterin olası hikayesini yazdı (albümle aynı adı taşıyan öykü, yazarın 2024 tarihli Fragile Things romanında yayınlandı). Albüm eleştirmenleri ikiye böldü. Şarkıları evirip çevirip kendi malı haline getiren Amos’un yaratıcı zihnini yere göğe sığdıramayanların yanında, şarkıların felsefesinin içine ettiğini düşünenler de vardı. Hammond org, piyano ve elektronik tınılarla desteklenmiş rock müzik kıvamındaki bu çalışma çoğu otör tarafından en orijinal cover albümü olarak benimsendi.
Şarkılar Tori Amos’a ait olmadığı ve zaten kendi şöhretlerini zamanında yaşadıkları için, içime tam olarak sinmeyen bir albümdür. Her ne olursa olsun, alışkın kulak Tori’nin muammalı sözlerini ve sofistike bestelerini arıyor. Onun için müzikaliteyle fazla uğraşmayacağım.
Albümün herhalde en çok konuşulan şarkıları; öldürülüp otomobilin bagajına tıkılan annenin kızına seslenmesini anlatan “97 Bonnie & Clyde”; aslının aksine oldukça yavaşlatılmış, bas gitar tınıları üzerine beyni uyuşmuş gibi duyulan vokallerle tam bir arıza şarkı haline getirilen “Raining Blood” ve Mark David Chapman’ın John Lennon’ı vurmadan önce kiraladığı tele kızın ağzından aktardığı “Happiness is a Warm Gun” oldu. Bence bir tecavüzün anlatıldığı “Strange Little Girl”, daha melankolik hale getirilmiş “Rattlesnakes” ve okuldaki cinayete eğilimden bahseden “I don’t Like Mondays”, asıllarından kat kat daha iyi olmuş. Demek ki aslında şarkı böyleymiş dedirtiyor insana. “Heart of Gold” ise, Amos’un en sert şarkılarından biri olmuş.
Scarlet’s Walk (2002)
11 Eylül saldırısı herkes gibi Tori Amos’u da etkiledi. Özellikle de 2024 yılında anne olmuştu ve kızının yaşayacağı dünya hakkında endişeleri vardı. Ona göre bu travma, Amerikalı’ların yaşam hakkındaki düşüncelerini kökten değiştirecekti. Yıllarca kulaklarını tıkadıkları toprak ananın sesine kulak vereceklerdi. Bunları düşünen Tori Amos, alternatif bir Amerika tarihi yazmak için bir tura çıktı. Kendisine alter-ego olarak Rüzgar Gibi Geçti’nin Scarlet O’Hara’sını seçti. Her eyalette edindiği izlenimleri şarkılarına aktardı ve her şarkıyla farklı bir kimliğe büründü. En sonunda bu konsept albüm oluştu ki bence uzun zaman sonra Tori’nin çıkardığı en güzel albümlerden biridir.
Gerçek Amerika’nın köklerine indiği albümünde Amos, her şarkı için Amerika haritasında bir istikamet çizdi. Değişik renklerden oluşan bu yol çizgileri şarkılarla paralellik gösteriyordu. Epic Records’tan çıkardığı bu ilk albümün promosyon kutusunda Neil Gaiman’ın da bir öyküsü vardı: “Tulsa/Oklahoma ve Louisville/Kentucky arasında bir yerde, Greyhound otobüsünde unutulmuş bir ayakkabı kutusu içinde bulunan günlükten sayfalar”. Uzun bir ismi var dii mi? Bu öykü de daha sonra “Fragile Things” romanında yayınlanacaktır.
İşitsel bir roman olarak tanımladığı albümünde Tori Amos, uzunlu kısalı 18 parçaya yer vermiş: “Amber Waves”, “A Sorta Fairytale”, “Wednesday”, “Strange”, “Carbon”, “Crazy”, “Wampum Prayer”, Don’t Make Me Come to Vegas”, “Sweet Sangria”, “Your Cloud”, “Pancake”, “I Can’t See New York”, “Mrs. Jesus”, “Taxi Ride”, “Another Girl’s Paradise”, “Scarlet’s Walk”, “Virginia”, “Gold Dust”. Ayrıca kaydedilen B-side’lar şöyle: “Operation Peter Pan”, “Mountain”, “Tombigbee”, “Bug a Martini”, “Ruby Through the Looking Glass”, “Apollo’s Frock”, “Seaside”, “Indian Summer”.
Albüm her ne kadar 11 Eylül sonrası yapılsa da, bu temadaki benzer albümlerden tamamen ayrı şeylerden bahsediyor. “Ah başımıza bu da mı gelecekti! Vah vah!” şeklinde bir yakınma albümü değil; tam tersine sert eleştirilerin olduğu bir çalışma. Mesela, Paul Thomas Anderson’un “Boogie Nights” filmindeki aynı adlı karakterden esinle yarattığı pornocu Amber Waves de karakterlerinden biri oluveriyor. Neden olmasın ki, bu isimsiz kişilikler de Amerika’nın bir parçası değil midir? Keza dua eden, yaşlı kızılderili kadın Wampum, daha ne kadar göz ardı edilecektir? Amerika, yıllar önce bu topraklar üzerinde yaşattığı kıyımın hesabını mı vermektedir?
“A Sorta Fairytale”, hem çıkış parçası olması hem de sözleri dolayısıyla albümün küçük bir prototipi gibi duruyor. Çıkınını sırtına atıp yollara düşen gezgin kadın, arada ona buna sataşmadan edemiyor: “O (adam)ın kızılderili kanı aradığını biliyordum, biraz sende buldu, biraz bende. Bu yolda beraber olduğumuz doğru, ama biliyorsun biz bu topraklarda sadece dolandırıcıyız!”. Arada Oliver Stone’u da tokatlıyor…
Bir Cuma günü düşündüklerini şöyle aktarıyor: “Ve yıldan yıla, sakladığımız sırlarla geçiyoruz… Görünen o ki çok farklı nedenlerle yörüngemizde dönüyoruz. Ama bir gün Kartal yere konmalıydı… Biri bana yardım edebilir mi? Sanırım kayboldum, Amerika denen bu yerde.”. Anlaşılan Tori yolculuğun başında yolunu kaybediyor. Bazı şeyler yitirilmeli, bazı şeyler geride bırakılmalı. Kısa ama etkili baladı “Strange”de, bu yabancılaşmayı anlatıyor: “Garip, seni tanıdığımı sanırdım. Gökyüzünü okuyabildiğimi, gözlerindeki değişimi okuyabildiğimi sanırdım. Çok garip, bir yabancıyı oynamadığım sürece ait olamayacağım bir dünyaya uyandım.”
Tori Amos’un müziğinin bazı patognomonik detayları vardır. Piyano pertisyonları ve vokali bazen o kadar karanlık olur ki, insan zihnini dünya dışı bir aleme götürebilir. Piyano ve gitarın harika uyumuyla yarattığı “Carbon” işte bu parçalardan biridir. İnsan vücudu ve elmas, karbon yapısındadır. Ve yıllar içinde yeterli basınç uygulanırsa herkesten elmas yapılabilir. Bu halüsinojen şarkıda dostu Neil Gaiman’ın, değiştirilmiş Pamuk Prenses masalı “Snow Glass Apples”a atıf ta yapıyor. Sözlerden birşey anlamak mümkün değil, zira o kadar karışık ve alakasız ki sadece profesyonel bir yardımla işin içinden çıkabilirsiniz. Tori’nin en iyi şarkılarından biridir.
Albümün politik yapısı, şarkılar ilerledikçe sertleşen etkilerde sürüyor. Mesela “Önce dininin fermuarını açalım” diyor, işi çılgınlığa bırakan Tori, “Crazy”de. Tatlı kokteyl ise, ağızda pek tatlı bir his bırakmıyor: “Kendine “iyi adamlar” diyen şunların maskelerinin ardındakini göremediğimi söylüyorsun. Onlar hep alırlar, hep alırlar. Sonra da -bizimle misin değil misin?-… Biliyorum, insanların tekrar tekrar acı çekti. Peki sana soruyorum şimdi, her iki taraftaki masumlardan ne haber?…İnandığın şey, senin ve benim için önemli şu an… Senden istiyorum, kansız bir yol ver bana. Neden, neden, neden birileri kaybetmek zorunda?
Neyse ki yardımımıza sessiz sakin ve huzurlu melodisiyle “Your Cloud” yetişiyor. Ayrımcılığın gereksizliği üzerinde duran şarkıda şöyle düşünüyorsunuz; Eğer yağmur da ayrılacak olsa bulutunu mu seçecektin? Tam biraz rahatlamışken “Pancake” dişlerini etinize geçiriveriyor. Eldeki gücün kötüye kullanılması hakkında olumsuz hislerini açığa çıkarıyor: “Burada kim kimi kandırıyor emin değilim; senin çöküşünü izliyorum da. İkimiz de biliyoruz ki yedi kasırgaya karşı koyabilirsin. Görünen o ki sen ve klanın, kanunu yeni baştan yazmaya karar vermişsiniz…Kadın düşmanlığı ve homofobi moda oldu galiba… Sen seninkileri ver, ben de benimkileri. Çünkü senin Tanrı’nın gözünün içine bakabilirim… Hangi mesih, uğrunda ölecek insanlara ihtiyaç duyar?”
11 Eylül saldırısında New York, insan canının yanında zihinlere kazınmış sembollerini de yitirdi. “I Can’t See New York”taki kız, uçakla New York’a yaklaştığı halde, şehri bir türlü tanıyamaz. Sert gitar distorsiyonlarının eşlik ettiği şarkıda, Tori vokaline daha bir güç verir.
Daha önceki albümlerinde de, dinin dişil unsurlarının göz ardı edilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getiren Amos, “Mrs. Jesus”ta, Maria Magdelena ve İsa arasındaki olası evliliğe dikkat çekiyor. “Eğer John veya Paul’u izlerseniz, gospel anlamını yitirir. Hepsinin yerine Mary’i koyar mısınız?”
Yakın arkadaşı makyöz Kevyn Aucoin’in, akromegali ve tümör ağrısı için kullandığı ağrı kesiciler sonucu ölümü üzerine yazdığı “Taxi Ride”ın ardından yine bir Sandman karakteri olan Desire’a yer veriyor. İstemek, arzu edilene kavuşmak hakkındaki bu felsefik şarkıda soruyor: “Bir kızın gece korktuğu şey, başka bir kızın cenneti midir?”
Tori Amos, kendini hep Scarlet O’Hara’nın yerine koymuş. Kahramanı haline getirdiği bu karakterle çok ortak yönü olduğunu belirtiyor. “Tüm bu özgürlüğünle ne yapmayı planlıyorsun, dedi yeni şerif, yıldızıyla gurur duyarak. Kabul etmelisiniz ki ülke şimdi emin ellerde… Scarlet’in yolunu takip ediyorum. Söyleyin Tanrı’nıza, bugün günahlar molada. Gitmekte özgürler… Eğer bir düşünceysen, seni düşünmemi istersin.” diyor “Scarlet’s Walk”da.
Sonra albümün “Carbon” ile beraber en iyi şarkılarından birine yer veriyor Tori Amos. Amerika’nın, daha doğrusu toprak ananın üzerinde yaşayan adam tarafından eziyet görmesi ağıtsal bir şarkıyla anlatılıyor. Her zamanki gibi üst üste binen vokal tekniğiyle hislerin doruk noktasına ulaşan şarkının finalinde: “Adını bile hatırlamıyorsun!” diye yakarıyor “Virginia”ya…
Daha önceden kendini kaptırdığı elektronik müzikten tamamen sıyrıldığı bu albüm, benim için bir geriye dönüş anlamına geliyor. Tori Amos o ilk günlerdeki soundunu tekrar sunuyor ve kulaklarımız bayram ediyor. Şarkılarda, piyanonun dışında bas gitar ve davul ön plana çıkarılmış. Sözler yine kriptik ve muammalı. 18 şarkı bir su gibi akıp geçiyor, son parçanın ağıt benzeri ezgisinde olduğu gibi: “Nasıl bu kadar hızlı geçmiş…Geriye dönüp bakınca göreceğiz ki, altın tozları tutmuşuz avuçlarımızda.”. Başa sar ve tekrar dinle…
Tales of a Librarian (2003)
Bunca yıl ve bunca şarkıdan sonra Tori Amos, durmadan ertelediği toplama albümünü nihayet 2024′te yayınladı. Şarkılarını, bir kütüphane sistematiğine göre sınıflandıran Amos’un bu çalışması hakkında söylenecek ek bir şey yok. Adını ilk defa anacağımız “Angels” adlı parçaya değinmek istiyorum. Amerikan başkanlık seçiminde, ortadan kaybolan sol oylar hakkındaki bu şarkıda; oy tabelaları melek olarak kodlanıyor: “Söyleyin bana, nereye gittiler?”
The Beekeeper (2006)
Sanat yaşamının başından beri sorunlar yaşadığı dini öğretileri konu edinmiştir Tori Amos. Din fazla ataerkildi. Eski Ahit’teki kadın kahramanlar ya çok azdı ya da gizemli bir biçimde çıkarılmıştı. İşte bu albümünü, kadın evliyaların veya dişi karakterlerin kaybettikleri itibarı iade etmek maksadıyla oluşturdu.
Çorak Bahçe:
Barons of Suburbia
General Joy
The Beekeeper
İksirler ve Otlar:
Toast
Martha’s Foolish Ginger
Sweet the Sting
Taş Bahçe:
Hoochie Woman
Cars and Guitars
Witness
Meyve Bahçesi:
Mother Revolution
Ribbons Undone
Original Sinsuality
Garlands
Güller ve Dikenler:
Sleeps with Butterflies
Marys of the Sea
Jamaica Inn
Sera:
Goodbye Pisces
Ireland
The Power of Orange Knickers
Parasol
Aslında, trafik kazasında kaybettiği abisinin anısına yazdığı 2024 tarihli “Toast”, albüm konseptine pek uymamakla beraber; tek olarak ele alındığında gerçekten hüzünlü bir şarkı. Aynı ailevi hususları içeren “Ribbons Undone” ise, büyümekte olan kızı için hissettiği annelik duygularını ele veriyor.
Bunun dışında, albümde dikkati çeken unsur, tavrın biraz daha yumuşaması ve türün daha kolay dinlenir bir popa evrimleşmesi. Anne olduğundan beri, sert davranışları bayağı törpülenmişti zaten. Piyano başındayken vahşi bir hayvana dönüştüğünün farkında olan Tori Amos, kızının “Bu piyano çalan çatlak kadın da kim?” diyerek kendisinden korkmasından çekindiğini belirtmiştir. Fertilizasyona bu kadar önem veren birinin annelik vasfını ön plana almasına diyecek bir şeyimiz yok. Fakat dinleyiciler bencildir. Eskiyi aramıyor değiliz.
Albüm “Parasol”la başlıyor; bildik Tori Amos şarkılarından bir örnek olan şarkı, elektronik davullarla desteklenmiş. Hemen ardından gelen “Sweet the Sting”, Hammond org ve gospel korosuyla renklendirilmiş erotik bir blues. “Bebeğim bu iğne tatlı. Gerçekten daha öncekilerin başarısız olduğu yerleri iyileştirebilir mi?”Bence albümün en iyi şarkısı olan “The Power of Orange Knickers”ta şarkıcıya Damien Rice eşlik ediyor “Bilmemi istemediğiniz şeyleri dinlemenin gücü… Biri bana söyleyebilir mi şimdi, kimdir bu terörist? Şu kızlar mı, önce nazikçe gülümseyen, sonra hayatınızı lime lime eden?”. Şarkının gücü sadece sözlerinden gelmiyor. Evet, teröristle öpücük arasında kafiye oluşturması biraz garip ama… Dingin bir sesle, gayet açık ve parlak bir ezgiye sahip şarkı. Sona doğru hafif bir kreşendosu da var.
“Barons of Suburbia” sınıf ayrımı üzerine bir şarkı. Özellikle sonundaki doğaçlama benzeri haykırışlar, şarkının atmosferini iyi yönde değiştiriyor. Albümün çıkış parçası “Sleeps with Butterflies”, üstüste bindirilmiş vokallerden güç alan yumuşak bir balad. Kızımız yalnız uyumaktan hoşlanmıyormuş. Anti-militarist “General Joy” ve devrim düşkünü “Mother Revolution”, hafif pop-rock şarkıları. “Cars and Guitars” ise daha klasik bir rock; country tınıları da hissedebilirsiniz.
“Witness” ve “Hoochie Woman”, gospel korosunun eşlik ettiği, blues ve biraz da reggae havasını soluyabileceğimiz tam zenci şarkıları. Özellikle Witness’in karmaşık bestesi insanı alıp götürüyor.
İsa’nın öldürülmesinden sonra, deniz yoluyla Fransa kıyılarına çıkan ve orada küçük bir kült oluşturan Maria Magdelena’yı anlattığı “Marys of the Sea” ve; ana tanrıça ve toprak ana kültünün etkileriyle animist düşüncedeki arıcılık felsefesine değindiği “The Beekeeper” albüm konseptine en uygun şarkılar. Fakat piyano eşliğinde, uğursuz ve karanlık bir sesle söylediği “Original Sinsuality” bence diğerlerinden çok çok daha iyi. İlk günahı (original sin) aslında ilk duygusallık olarak yeniden yorumladığı parçada, bir ayin havası içinde demonlaştırılmış dişil kahramanları çağırıyor: “Yaldaboath, Saklas, Samael, sizi çağırıyorum! Karanlığınızda yalnız değilsiniz!”. Kısacık bir şarkı nasıl bu kadar etkili olabilir, dinleyerek anlayabilirsiniz.
Aslında bir B-side olan ve CD yanında bonus olarak verilen DVD’de bulunan “Garlands”, Tori Amos’un en iyi parçalarından biri.
American Doll Posse (2007)
Tori Amos 2024 yılında geçmiş videolarından oluşan bir toplama oluşturdu: Fade to Red: The Video Collection. Yazar Ann Powers’la birlikte otobiyografisini yazdı: Piece by Piece. 2024′da neredeyse tüm yayınlanmış-yayınlanmamış B-sidelarını da içeren, 5 CD’lik set sundu hayranlarına: A Piano: The Collection. The Beekeeper turnelerinin kayıtlarından oluşan, hayranları pahalı korsan kayıtlardan kurtarma amaçlı, her biri çift CD içeren 6 set çıkardı: The Original Bootlegs. Sanatçı sanki geçmişin üzerine bir sünger çekiyordu. Nitekim yepyeni bir sound ve yepyeni enstrümanlarla albümünü çıkardı.
Konsept fikri bu albümle doruğuna ulaşıyordu. Daha önce psikoz tanısını koyduğumuz Tori Amos, bu sefer bir kişilik bölünmesi yaşıyordu. Hepsi kendi içinden çıkan beş kadın karakter, kendilerine ait şarkıları seslendiriyordu. Hatta internette kendilerine ait bloglarda yazılar bile yazıyorlardı. Sanatçının mitoloji düşkünlüğüyle klasifiye ettiği bebekler heyeti şöyleydi (fotoğrafta soldan sağa doğru):
Santa (SanaTORIum): Afrodit’in cisimleşmiş şekli. Tutkulu ve şehvetli. Tori’nin yaratmakta en çok zorlandığı karakter. Fakat canlı performanslarda bu karaktere bürünmeyi seviyor.
Clyde (CliTORIdes): Persephone, yeraltı ve cehennem tanrıçası. Yaşadığı tüm travmalara rağmen pozitif düşünceleri bırakmayan ve geçmişiyle yüzleşebilen, duygusal bir karakter.
Isabel (HisTORIcal): Artemis. Okçu ve bakire tanrıça, burada ok yerine fotoğraf çeken bir politik kişiliğe bürünmüş.
Tori (TerraTORIes): Toprak ve verimlilik tanrıçası Demeter ve şarap ve bağcılık tanrısı Dionysos (Dionysos erkek olsa da kültü dişildir). Tori burada kendi kendisini karikatürize etmektedir. Albümün en çarpıcı fotoğraflarından birinde iki elini yana açmış vaziyette durur; bir elinde İncil, diğer elinde Shame (utanç) yazısı vardır. Araladığı bacaklarından adet kanı sızmaktadır. Tori o kadar yabancılaşma hissiyatı içindedir ki, kendi karakterini yaratırken kızıl bir peruk takar.
Pip (ExpiraTORIal): Athena yani zeka ve savaş tanrıçası. Karakterlerin en serti.
Bu kadar gösterişten sonra müzik tabii ki daha arka planda kalıyor. Tüm albüme sinmiş olan sert rock havası, uzunlu kısalı 23 şarkı içeren albümü kurtaramıyor bence. Şarkı sayısı bu kadar fazla olsa da devamlı dinleyeceğiniz şarkılar birkaç tane. İşte şarkılar ve onları söyleyen bebekler:
“Yo George” (Isabel)
“Big Wheel” (Tori)
“Bounching off Clouds” (Clyde, Santa geri vokalde)
“Teenage Hustling” (Pip)
“Digital Ghost” (Tori, Clyde geri vokalde)
“You can Bring Your Dog” (Santa)
“Mr. Bad Man” (Isabel)
“Fat Slut” (Pip)
“Girl Disappearing” (Clyde)
“Secret Spell” (Santa)
“Devils and Gods” (Isabel)
“Body and Soul” (Pip ve Santa)
“Father’s Son” (Tori)
“Programmable Soda” (Santa)
“Code Red” (Tori, Pip geri vokalde)
“Roosterspur Bridge” (Clyde)
“Beauty of Speed” (Clyde)
“Almost Rosey” (Isabel)
“Velvet Revolution” (Pip)
“Dark Side of the Sun” (Isabel, Tori geri vokalde)
“Posse Bonus” (Tori)
“Smokey Joe” (Pip)
“Dragon” (Santa)
Her karaktere verdiği farklı renklerle yazılmış şarkı sözleri ve kapak tasarımı harika. Fakat nispeten yeni bir albüm olduğu için, analiz için yeterli zaman geçmediği aşikar. Çalışmalar halen sürmektedir. Bu nedenle (zaten yerimiz de dar) her şarkıya teker teker değinemeyeceğim. “Yo, George” ve “Father’s Son”, Tori Amos’un bir türlü yıldızının barışamadığı George Bush hakkında. “Bounching off Clouds”, özellikle konser performanslarında, gaza getirici bir pop örneği. “Code Red” ve “Smokey Joe” albümün en güzel ve özellikle en karanlık parçalarından. Velvet Revolution, Kate Bush’u hatırlatan kabare havasıyla kısa bir şarkı. Albümün lokomotifi, kışkırtıcı “Big Wheel”, klasik bir rock olmasının dışında skandal sözleriyle de oldukça konuşuldu. Şarkının geçiş nağmesi sırasında defalarca tekrarladığı MILF (Mother I Like to Fuck- Türkçe’ye çevirtmeyin lütfen) sözcüğü dolayısıyla birçok radyoda çalınması yasaklandı.
Başta da belirttiğim gibi, Tori Amos hakkında yazılacak çok şey var. Haute couture kıyafetleri ve binlerce değişik ayakkabısıyla bir stil ikonu olmasının dışında; müziğindeki Kate Bush etkilenimleri, Neil Gaiman ve diğer sanat dallarındaki sanatçılarla ilişkileri, video klipleri ve albüm tasarımları hakkında bile uzun bir yazı çıkar. Kendisinden sonra gelen kadın rock şarkıcılarını etkileyen ve onlara bir anlamda yol açan bu sınıflandırılamayan sanatçının yeni albümü “Abnormally Attracted to Sin”i sabırsızlıkla bekliyoruz.
Not: Bu yazıda, Wikipedia’nın Tori Amos başlıklı maddesinden yararlanılmıştır.
Yazan: Wherearethevelvets
Hangi Mavi Beyazdır?
Beyaz, uçsuz bucaksız beyaz; alabildiğince sonsuz ve kırılgan; gözlerinizi yorar beyazın temizliği, insanın ruhuyla ters düşen bir yönü vardır. Ruhlarımız her şeye açık; oysa beyaz leke kaldırmaz. Anadolu’nun dört bir tarafında aynı iklimin yetiştirdiği, aynı kaderi paylaşacağı düşünülen, kendi halinde; onca yoksunluğa karşın içten içe köpüren ama sessiz… Ağır kış şartlarından sonra bir sabah yaşam, yağmurun gözyaşlarıyla uyanır. Baharla birlikte uyanış; uzun kıştan saklanan duygular bir bir gün yüzüne çıkar. Toprak o bozkırların sessizliğine can suyu olur. Doğa kendini yeniler, insanlar koşuşturmaca içindedir. Yüreklerde törpülenen hayaller için kapılar aralanır. Bozkırdaki ağaç herhangi bir ağaç değildir; hele şehirlerde özene bezene dikilen işlevinin süs olmaktan öteye gidemediği bir ağaç hiç değildir! Tazedir, doğal olandır, kendini gösterir, yorucu bir mevsimden dimdik çıkmıştır. Yakından bakıldığında Anadolu’nun kaderini görürsünüz, insanları gibi dimdik, dirençli… Samimidir selamlar, alıp veremedikleri ortada, niyetleri hemen belli olur, çoğu zaman da merhabaya ve yüze bakarlar, sözledir alışverişler.
Çoğu zaman gerçek dostluğun temelleri oralarda atılır, dışarıdan o şehre, köye, her ne amaçla gitmişsen önce bir tedirginlik yaşarsın; içinde acabalarla ürkersin. Yaşayacağım ya da iş hayatını devam ettireceğim yer burası mı dersin? Şaşırırsın sessizliğe. Geldiğin yerin izleri silinmemiştir. Etrafında tutunacak bir dal ararsın… Sonra bakarsın bozkıra; tek tük etrafta bulunan, rahatı kaçan ağaçlarla kendini özdeşleştirirsin. Zaman uzun değildir oralarda ya da her şeyi zamana bırakmana da gerek yoktur. Gülen, yüreği gülen insanlar sarar etrafını, bir umutla dolar sohbetlerin, anlattıkça anlatasın gelir, kendini bulursun, adam yerine konmanın ne demek olduğunu anlarsın, yol üstünde eve giderken karşılaşıp da “hele bir yol otur da bir çay içelim!” diyen Ali Dayı’nın anlattıklarının tadını hiçbir yer de bulamazsın. Dostluklar çabuk büyür Anadolu’da, paylaşılanlar günbegün içine oturur, katmerleşir, kendini oraya aitmiş gibi hissedersin, çareler ararsın seninle ilgisi olmayan dertlere, koşarsın sağa sola, içinde bir işe yaramanın saadeti, dönersin akşam evine… Ertesi güne yapılan hazırlıklar, dostlarınla sıcak muhabbetler kıştan kalma planlar bir bir harekete geçirilir, soğuk çeşmelerden içilen suların, serin çayların akışı bir başkadır. Su yataklarının kenarında, tek tük rastladığın nazenin söğüt ağaçlarının altında söylenen yanık Anadolu ezgileri benliğimizi sarar ve tek gerçeğin orası olduğu hissini verir.
Dağlar bir acayiptir, baharla birlikte uyanır, tanıyamazsın, kıştan kalan beyazlık gitmiş, toprak uyanmış; hele ot bile bitmez dediğin o kıraç topraklar nasıl da kendini bulur. Uzun yağmurlarla ilk güneş can olur doğaya, birkaç dostla beraber dağlara yapılan günübirlik gezilerde yükseltiler ve soğuk yaylalar alıverir seni; unutamazsın yediğin ekmeğin, içtiğin suyun tadını; ciğerlerinde ayrı bir hayat bulursun… Dağ başında rastladığın çobanların ayrı bir hüznü vardır, yüzlerinde doğallığı görürsün, sakallar uzamış, elleri kaba, kalem tutmaz ama onlardan sorulur oraların destanı… İyi tanırlar gelip geçenleri, ekmeğini de paylaşıverirler seninle; tüm servetleri o olsa da…
Sonra en sevdiğim yönü; içinde bir kapı açmanın bilinci, bütün zorluklara ve imkânsızlıklara haklı bir es geçme güdüsü daima mutlu eder onları. Başı diktir, kutsal bir görev olduğunun bilincindedir. “Okutmak, bize ait güzel bir kavramdır”, eğitim ve öğretimin en genel ifadesidir. Bilinçli aileler bu işin bu topraklarda vazgeçilmez bir olgu olduğunu iyi bilirler. Faklı bir coğrafyada olsa pek umurlarında da olmayabilir. Çocukların gözlerinde o ışığı görmek mümkün, bakışları esmerdir, yanık tenlidir, nedenleri ve soruları iyi bilirler, bilirler ki kurtuluş yolları okuldur… Yer yer Tanrının bile unuttuğunu doğrulatabilecek birçok imkânsızlıkların olduğu, kendilerini ifade edebilmenin, düşlerinde büyüttükleri kimliğe kavuşmanın, iyi bir iş ve meslek sahibi olmanın, umut bağlamış, kendini okutanın emeğini gerçeğe dönüştürmenin yolu, hep okullardan geçer. Dedim ya bu gözler, bu düşler insana güç aşılar, eğer sensen umutları, çare biraz da sendeyse; öğretmenindeyse… deme keyfine; cevher hazır, işle işleyebildiğin kadar, kazanılan bir okulda senin de payın varsa, daha ne istersin o topraklardan; bir ışık seninle beraber soracak güzel günlerin gecikmişliğini. Çoğalacağız atılan her bir tohumla, damla damla umut olacağız, Anadolu’nun sesiz çığlığını duyuracağız; kocaman kulaklı ama işitmeyen dev kılıklı başkalaşmışlara…
Derken yol bitmez; ama yol başka bir iklimde başka yüzlerle kesişmek için zamandan izin alır, Gün gelir vedalaşırsın o topraklarla. Ürettiklerin ve tükettiklerin hep aklında; muhasebesini iyi yapmışsındır her şeyin. Büyüttüğün ve şöyle böyle yaparım dediğin ve kafanda planlarını kurduğun bir gelecekle yeniden başlamak istersin. Ayrılık zordur, yapamayacağım dediğin coğrafya anan olmuştur, ana gibi ak, saf kanına işlemiştir ruhu. Hüzünler kaplar, geceden sabaha uyku tutmaz, son bir gece dersin ve alınanlar alınır; verilenler verilir. Ama bilirsin ki ta en içlerde, yüreğinin en derinlerinde; kimsenin işgal edemeyeceği sağlam kalelerinde yıllarca sürüp kuşaklarına aktaracağın anılar üretmişsindir Anadolu’ya dair. Senindir o izler ve herkesindir…
Giderken yol türküleri aralıksız çalar; yollar eğimli, kıvrıla kıvrıla su akar yatağını bulur misali; bildiğini sandığın bilinmezine doğru yol alırsın. Ezgiler sana ait değildir, onlarındır, onların içinden gelmişsen senindir de. Bir tepeden görünür Akdeniz, neler söylenmemiştir, bu coğrafya dair, ne şarkılara konu olmuştur, hüzünlere, yaşanmışlıklara, aşklara, söylenmemiş söz var mıdır acaba bu iklime ait? Akdeniz akşamları bir başka mı oluyor? Görünenlerin ardında kocaman bir görünmeyen var mıdır? Deniz tepeden masmavi çığlığını gözlerine haykırır insanın, ürperirsin, hayran hayran bakarsın maviye, kıvrılan tepeden uçuverip konmak istersin, tüm yorgunluğunun özgürce dağılması için. Kurgularsın kafanda bir sahil kasabası ya da kentinde yapacaklarını. Medeniyetin beşiğinde olduğunu düşünürsün, aklında yaşadığın soğuk iklimin sıcak insanları… Şaşırırsın önce, bakıp sahile o güneşin denizle bütünleşmesine. Öylece kalırsın bir an kumsalda… Sıcak, daha sıcak… Her şeyin sımsıcak olması bir umut verir sana. Sonra bir bir dökülür her şey; mavinin, düşlediğin mavi olmadığını anlarsın. Deniz mahzun ve durgun dalgalarını vururken sahile, arınmak için çırpındığını da hissedersin. Anlamlandıramazsın ilk önce doğanın bu kadar saflığının ve cömertliğinin boşa gidişini. İlişkilerdeki ürkeklik nedendir dersin. Selam verdiğin, yürekten bir merhabanın anlamsız bakışlarla geri çarpmasını sorgularsın. Acaba dersin, birden dostların gelir aklına, o beklentisiz, sırf gülümsediğin için yüzünde güller açan insanları. Sonra yine anlamaya çalışırsın değer yargılarını, turizmin beşiği dersin, denizi ve ticari kaygıları düşünür ve hak verirsin bir noktaya kadar… Zaman en güzel analizi yapmak için fırsat verir sana. Zıtlıkların çok fazla olduğunu görmen üzer seni…
Düşününki bütün dünyanın çeşitli halklarından, farklı kültüre sahip binlerce insanın buraları görmek için koştuğu; etkileşimin, doğanın ve denizin kendini gösterdiği bir sahil kasabasındasınız… Beklentileriniz üst seviyede olur, ilişkilerin daha olumlayıcı, insan tanımanın verdiği hazla daha sevecen olmasını beklersiniz. İlk aklıma gelen Makyavelli’nin “Amaçlara giden yolda her şey araçtır ve ahlakidir.” yaklaşımının ne kadar da su götürmez bir gerçek olduğudur. Anlıyorsun tek gerçeğin kar etme güdüsü olduğunu, selamlardan ve bakışlardan para kokusu çıkmıyorsa, değerler sıfırlanmış demektir. Her şey duygudan arındırılmalı ve ticari bir nesneye dönüştürülmeli. Karma bir yapı çıkar karşına ülkenin farklı yörelerinden, farklı kimlikler aynı amaç doğrultusunda oradadırlar, kimi düşlerini burada büyütür, kimi ekmeğinin ve geçiminin derdindedir, gelenlerin sınıf farkı göze hemen çarpar. Hizmet edenler ve hizmet edilenler, bu da doğal olan mıdır, yaşamak için birileri bir şeyleri yerine getirmeli midir? Elbette öyle ama önemli olan kimin, neyi, nasıl ve hangi değerler ölçüsünde yerine getirdiğidir.
Akdeniz, ismi ne güzel ama neden kim koymuştur bu ismi? Suları gibi berrak ve mavi bir yaşam çok yakışır bu coğrafyaya, al getir Anadolu’nun samimiyetini deniz de gülsün… Gün gelir haliyle gelenler bir bir çekilir giderler, denizden ve kumsaldan paylarına düşenleri almışlardır; kimi ürkmüştür, kimi mutlu, kimi de ortada şaşkınlıklarıyla bir daha diyerek yolunu tutarlar kendi gerçeklerinin ve deniz kendi türküsüyle baş başa kalır, kocaman bir yazın yorgunluğunu ağır ağır salınarak atmaya çalışır, herkes getirip mavinin üzerine çalmıştır nesi varsa ve bırakıp gitmişlerdir öylece; kolay mı kaldırmak bunca kirlenmişliği…
İnsanlar yeni bir hayata merhaba derler. Öğrenciler okulların yolunu tutar, sonbahar okul mevsimi, eğitim öğretim düşleriyle başlayacaksın. Sen de oradasın, yeni yılın bir parçasısın, vereceğin çok şey var aklında… Yaşanmışlıklarının artıları, hele de hep o geldiğin iklimin insanları… İlk fark ettiğin şey öğrencilerin gözleri, donuk gözleri olacaktır. Şaşıracaksın, inanamayacaksın; çünkü denizin mavisini beklerken, kör edilmiş ruhlarla karşılaşacaksın. Aklıma Alman şair Friedrich Hölderlin’in “Tıpkı bir despot gibi doğu; orada çocuklar yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi; konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenirler.” sözü geliverdi. Anlattığın kişiler aklına gelen bu sözün abartı olduğunu düşünür. Haklı olarak bu yazıyı okuyan sizler de öyle düşünebilirsiniz. Ama gerçek acıdır, içinizi yakar, bir çocuğun ya da öğrencinin normal şartlarda rahat edebileceği en güzel yer anne babasının, yani ailesinin yanı değil midir? Evet öyledir. Bazı gruplar, dini değerlerimizin ve inanç sistemimizin tek sahibi kendileriymiş yanılsamasından hareket ederek duyguları ve aileleri sömürme düzenini iyi kurmuşlar. Konuştuğun aileler evi ve işi olmasına rağmen çocuklarını o yurt adı verilen ve “hoca” olarak yetiştirildiği düşünülen mekânlara seve seve teslim etmektedir. Karşılığında dini bütün inançlı insanlar yetişecekmiş. Kim hangi yasal dayanağa göre bu öğretileri üstlenmekte, bu misyonu yüklenenlerin eğitim seviyeleri nedir? Kaçı gerçek din bilgisine sahip? Olaylara ve durumlar karşısında objektif midirler? Bu soruları uzattıkça uzatabilirsiniz… Sorular karşısında aradığınız yanıtlar yine öğrencilerde gizlidir, yapacağınız ufak bir gözlem size her şeyi açıklayıverir. Okullarda ilköğretimden itibaren kız çocuklarını pek göremezsiniz. Kim demiş doğuda kız çocukları okutul muyor diye? Gel hele kardeşim, bir geliver de gör tatil için geldiğin Akdeniz kasabalarına; birini değil, bir kaçını geziver şöyle. Suratına çarpsın o küçük beldelerdeki aymazlık, ortaçağ zihniyetinin yansımaları. Mekanizma sağlam kurulmuş, kız çocukları okutulur mu? Okuyup da üstünü başını mı açsın? Sonra sokaklarda gezmeye başladığı zaman ne yapacaksın? Önünü hiç alamazsın valla… Sen bizim yurtlara ver, dinini bir güzel öğretelim ve hoca yapalım onları. Sahile mahile inip de cıbıldak karıları da görmezler. Sonra bir açıköğretim sınavında görürsün hepsini, dışarıdan diploma almaları için özel olarak yetiştirilmişler. Devlet okullarında kılık kıyafet yönetmeliği var ya… Kadının yeri kocasının yanıdır, döver de sever de, günü gelince bulunur hayırlısıyla bir koca. Oturup evine baksın, yemeğini yapsın. Erkek adam eve ekmek getirir. Belli bir iş potansiyeli olması nedeniyle başka illerden gelen ailelerin kız çocuklarına rastlarsın sınıflarda. Birkaç kişidirler. Onlar da tek başlarına sabahları okula nasıl gelebiliyor, evden yalnız nasıl çıkarlar; diye komşuları tarafından hayretle karşılanırlar ve dışlanırlar; iyi gözle bakılmaz, bizzat konuştuğunda okullu olmaktan ezildiklerini belirtirler. Ya o zihniyetin temsilcileri konumundaki erkekler eve nasıl ekmek getirirler?
Sorgulayalım: Birçoğunun umudu turizm ya da tarıma dayalıdır. Sezona göre kazançları iyidir, Bakarsın, eğitim seviyesi düşük kadınların evden çıkması hatta perdeyi açması gözünün morarma nedenidir, sağlam güzel bir ahlakçı anlayış (!) İlginçtir çoğu erkek iki evlidir, eğer tek eşliysen oranın yerlileri tarafından abes karşılanır. Erkek adamın bir karısı olur mu? Ya da kazançlar günü birlik geç saatlere kadar devam ettirilecek; turizme dayalı eğlenceler de harcanacaktır Ailelerinin denize girmesine yasak koyarlar (oysa elin gâvuru sahilde oturur, kitabını okur, bir yıl hayalini kurduğu denizin doya doya tadını çıkarır; çalışmıştır, eğlenmek ve dinlenmek hakkıdır, doğal olan da budur zaten.). Ertesi gün yine eli boş dönecektir. Lise seviyesindeki bir gencin bazen kimlik bilgilerine ulaşmakta güçlük çekersiniz, babası kaydettirmeye bile gerek görmemiş, şaşırırsın!
Sosyal hayatın (bir olgudan [din] yola çıkılarak yerli ve kırsal kesim insanlarını kastediyorum) tamamı bir şekilde yönlendirilmiş; alış-verişler dahi belirlenen marketlerden yapılı; falanca marka yağı kullanacaksın, şu marka bisküvi, şeker, deterjan al, vs. öğütleri uzar gider; telkinlerle insanlar yönlendirilmiştir. Seçim zamanı oylar gelen telefonla belirlenir, kime oy vereceksin senin değil, onların kararıyla olur. Kasabaların en hâkim tepe noktasına kurulmuş olan mekânlar, ruhani öğretinin simgesidir; şatafatlı yükselir oralardan. Denize karşı, herkesin görebileceği bir noktadan hâkim bakar. Neler düşlenmiştir o mekânların içinde, kimler nasıl, ne eğitimi görürler? Her şey programlanmıştır. Kırk elli kişilik koğuşlarda, belli zamanlarda belli uygulamalarla, herkesin aynı telden çalması istenir, bir sürünün parçasıdır herkes. Oysa birey olabilmek farklıdır, her birinin ayrı istekleri vardır, gazete okumalı, film izlemeli, denize girmeli, gülmeli, eğlenmeli, sevdiği şarkıları dinleyip kendini bulmalı değil mi? Bir çocuğun konuşmasından daha güzel ne vardır, soru sorarak nedenlerini bulmalı her şeyin, cevaplar, cevaplar aramalı; aramalı ki daha güzel bir dünya düşlemeli. Gerektiğinde adımlarını atabilmeli…
Öylece bakarlar gözlerine, sevimlidirler, cana yakın ama eksik bir şey var, ruh göremezsin, uykuludur gözler, konuşamazlar, ağızlarından çıksa çıksa birkaç kelime… O da güvensiz, umutsuz, çok çabalarsan açılıverirler, ama akıllarında hâkim tepenin dev binaları (!) eksik değildir, ona göre konuşurlar. Aileleri teslim etmiştir oraya, eti senin kemiği benim misali… Bir mengenenin içinde, genç beyinler aynı tornadan çıkıyorlar, yarın hepsi bugün olduğu gibi aynı şarkıyı söyleyecekler, nerde özgür düşünen beyinler? On sekiz yaşına gelmiş bir genç neler düşlemez, dünyanın kendi etrafında döndüğü gerçeği kanının daha da hızlı akmasını sağlar. Son sınıf, on yedi, on sekiz yaş, en büyük zevkleri okul bahçesinde top oynayarak kendilerini ispat etmektir, hepsi bu… Ellerine verilen estetikten yoksun birkaç kitap, sanattan uzak, ideolojilerinde boğulan fikirler bu gençlerin dünyası olmuş, ağır ağır yol alınmakta, kurgulanan güzel gelecekleri için her şey hazır…
Kasabalar ikiye bölünmüş, hatta üç bölüm düşünün. En uzak köyler yirmi beş kilometre deyin, sahil şeridi ne kadar medeni olduğumuzun göstergesi: ağaçlar, ışıklandırmalar, kaldırımlar, deniz harika, insanlar şık giyimli, yol mükemmel, modern bir görüntü, yolun hemen kuzey kısmı değişiktir, kimliğini ele verir, aralarında iki yüz üç yüz metre ya vardır ya da yoktur, çöpler yerde, yollar bozuk, evler dökük, oysa hemen karşıda bir çöp bulamazsın; ya daha ileride düşünün, ömründe bir kez sahile inmemiş insanlar bulursun, inmişse de iki “cıbıldak karı” görelim diye gelmişler, hâlâ da şaşırırlar bunca insan niye gelir buralara diye… Zihniyet, gelen milyonlarca insandan nasıl olur da hiç etkilenmez!
Uzak iklimlerden, bozkırdan serin bir esinti gelir, gelir de ta yüreğinin ortasına oturuverir… Her şeyiyle sade, olduğu gibi, çıplak, içi dışı bir, ne söylenecek yalanları, ne gizlenecek yaşamları vardır. Beyaz ve mavi farklı mıdır her zaman? Renkleri kimler boyuyor, ne için? Bir tarafta Anadolu’nun kardelenleri, imkânsızlıkları yol bilip çırpınan insanları, bir tarafta açmadan soldurulan gülleri… Yine soruyorum: Akdeniz ak mıdır? Mavi beyaz mıdır?
Yazan: Zebercet