Blues’un DNA’sı: Ali İbrahim “Farka” Touré
Kasım 26, 2024 by Editör
Filed under Dünya Müziği, Manşet, Müzik, Müzik Albümleri, Müzisyen Biyografileri, Sanat
Teoride Afrika müziğinin Batılılar tarafından sevilmemesi için birkaç tane iyi neden var. İlk olarak Batılılar için armoni çok önemlidir, sonra bunu görsellik takip eder. Ancak Afrika müziğinde armoni ve görsellik arka plandadır, daha çok müziğin ruhuna önem verilir. Böyle bir durumda, Afrika ve Batı müziği arasında füzyon oluşturmaya çalışan sanatçıların karşısında bariz bir önyargı vardır. Fakat son yıllarda söz konusu önyargı birkaç Afrikalı müzisyen tarafından yıkılmıştır. Bu etkileşimin başını üç yıl önce hayata gözlerini yuman, namı değer “Nehrin blues” adamı Ali İbrahim Touré çekmiştir. Ülkemizde pek fazla bilinmeyen veya belki kulaktan dolma bilgilerle tanıdığımız bu sanatçıyı biraz tanıyalım istedim.
Ali İbrahim Touré, İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü 1939 yılında Mali’nin Timbutku bölgesinin ücra bir köyünde Sorhai’li, on çocuklu bir ailenin en ufak çocuğu olarak dünyaya geldi. Ne yazık ki diğer dokuz çocuk bebeklikten öteye geçemedi ve aralarında hayatta kalan sadece kendisi oldu. Hayata olan bu bağlılığı, inatçılık ve azim olarak gören aile lideri, Ali İbrahim Touré’ye “eşek” anlamına gelen “Farka” lakabını taktı. Asil bir aileye doğan Ali “Farka” Touré (AFT) Mali kültürüne göre müzik ile uğraşamazdı. Müzik ile sadece profesyonel müzisyen ailenin üyeleri uğraşabilirdi. Ancak lakabına uygun olarak tam bir “inatçı eşek” olan sanatçı, on yaşında merak sardığı gitar sayesinde müziğe bulaştı. Gelenekselliğe inanan ailesi tarafından dışlanan sanatçı, bunu pek umursamayıp ruhunun aç olduğu yönde ilerlemeye karar verdi.
Genç yaşta ruhlar ile iletişim kurabildiğine inanan AFT, bundan dolayı dinleyenlerin ruhunu çıkarttığına inanılan “gurkel” (tek telli Afrika gitarı) enstrümanına yönlendi. Daha sonra Njarka (tek telli viyolin) enstrümanı üzerine ustalaşan sanatçı, on yedi yaşında izlediği o dönemin büyük gitaristi Gineli Keita Fodeba sayesinde bir anda gitara kaydı. Kendi kendini eğiten sanatçı gurkel üzerinde çaldığı stilleri gitar üstünde uygulamaya başladı ve bambaşka bir “blues” stili ortaya çıkarttı. 1960’larda Mali’nin başkenti Bamako’ya gelen Ray Charles, Otis Redding ve en önemlisi John Lee Hooker gibi uluslararası sanatçıları dinleme fırsatına sahip olan AFT, Afrika-Amerika müziği ile tanıştı. Müziğini bir kuvvet, başkaldırı olarak sahneye taşıyabilen ve sahneyi tek bir başına dolduran John Lee Hooker, özellikle AFT’yi derinden etkiledi.
1970’lerde bağımsızlığını kazanan Mali devleti yerel müzik gruplarına destek vermeye başladı. Böylece ülke tanıtımını sağlamış oldu. Bu grupların arasında AFT’nin bulunduğu “Troupe 117” de vardı. AFT bu grup ile birlikte dünyanın en önemli kentlerinde konserler verdi ve farklı müzik akımlarına kanallarını açtı. Grubun dağılması ile birlikte kendi başına yola devam eden sanatçı, özellikle Mali’nin çok zengin on dilli kültüründen uyarladığı geleneksel ve ritim dolu besteleri ile Batı Afrika’da kendisine sağlam bir kariyer elde etti. Aynı zamanda ses mühendisliği yapan sanatçıya, Batı dünyasında gittikçe bir ilgi artışı olmaya başladı.
İlk albümünü “Ali Touré Farka” 1976 yılında Fransız bir müzik şirketi ile çıkarttı. Bu şirket ile sonra birkaç albüm daha çıkartan sanatçı, bulunduğu ülkelerde ve çevresindeki insanların aşırı sömürücü yapısını gördükçe kendisine karşı ilgi ne olursa olsun bu ilgiye karşı çok duyarsız kaldı; çünkü o samimiyete ve saflığına inanan bir yapıya sahipti. Böylece, diğer Malili sanatçılar gibi farklı Batı kentlerine yerleşmenin aksine AFT, Niafunké adlı kasabasına yerleşmeye karar verdi. Onun için çiftçilik müzik kadar önemliydi. Zaten nerdeyse verdiği her röportajda dediği gibi o kendisini bir müzisyenden öte bir “çiftçi” olarak görüyordu. Kendi kasabasında, güvende olduğu insanlar ve alışkın olduğu ortamda müzik yapan bir çiftçi. Kazandığı maddi gelir ile köyünde bir çiftlik kurdu ve müziğe olan tutkusunu aynı şekilde toprağa aktardı. Bir vadinin müziğe ilham olacağı, müziğinin toprağına işleyeceği, sakin ve sessiz bir yerleşime ihtiyacı vardı. Bir taraftan da, müziğini genellikle sanattan öte bir eğlence unsuru olarak gören Batı’dan uzak olmak istedi, onlardan yaptığı müziği anlamalarını beklemedi ve bir uğraş sarf etmedi. Ancak AFT köyüne ne kadar sığındıysa, Batı dünyası ona bir o kadar ilgi göstermeye başladı.
1987 yılında dünya müzik piyasasında sofistike bir yere sahip olan World Circuit, (www.worldcircuit.co.uk) AFT’nin kendi adını taşıyan albümünü ilk defa Afrika dışında bastı. 1990 yılında bunu “The River” ve üç sene sonra Nitin Sawhney ve Taj Mahal’ın da konuk oldukları “The Source” adlı albümü takip etti. Geleneksel Mali müziğini (Çağdaş Kuzey Afrika Blues’un ana damarı olarak da gösterilebilir), Kuzey Amerika ve Britanya Blues temaları ile harmanlayan sanatçı, zarif parçaları sert ve haşin gitar tınıları ile, yavaş ve istediği şekilde saygı görmeye başladı. Sonra 1994 yılında, Los Angeles’ta Amerikalı gitar üstadı Ry Cooder ile en popüler albümü “Talking Timbutku”yu kaydetti. AFT bu albümde “çöl blues” tarzını rock temaları ile harmanladı. Albüm inanılmaz olumlu kritiklerle karşılandı, Grammy ödülü kazandı ve AFT’yi bir anda dünya medyasının önüne koydu. Dünya, geç keşfettiği bu Afrikalı sanatçıdan daha fazla eser bekledi. Ancak sanatçı tüm bu ilgi karşısında kendi kabuğuna çekildi, Mali’deki pirinç tarlalarını terk etmeye hiç niyeti yoktu.
Çiftliğinden çok zor ayrılan sanatçının bu tavrına karşılık 1999 yılında World Circuit’tan yapımcı Nick Gold, Niafunké’ye gitti. Orada, tam çiftliğin içinde Gold, AFT için jeneratörlerle çalışan mobilize bir stüdyo kurdurdu. Böylece sanatçı sabah çiftçi olup, akşamları da herkesin aşk ile bağlandığı müzisyen kimliğine büründü. Bunun sonucu olarak 1999 yılında Afrika melodileri ve ritimlerinin ağırlıkta olduğu “Niafunké” adlı albüm piyasaya çıktı. Bu, o zamana kadar AFT’nin en başarılı çalışması oldu. Sonra sanatçı çok uzun bir sessizliğe girdi. Bu dönemde World Circuit, “Radio Mali” ve “ Red & Green” adları altında AFT’nin 1975-1988 tarihleri arasında çıkartmış olduğu albümleri tekrar yayınladı. Sanatçı bu arada 2024 yılında köyünün belediye başkanı oldu ve müziğinden kazandığı tüm parayı kanalizasyon, jeneratör ve yeni yollar için harcadı.
Bu uzun sessizlik sonrası sanatçı 2024 yılında Mali’nin en usta Kora (21 Telli Arp) çalgıcısı Toumani Diabaté ile başkent Bamako’da “In The Heart Of The Moon” adlı albümü kaydetti. Albümü, bir otel odasına kurulan seyyar stüdyoda ağırlıkta doğaçlama olarak tek bir kayıtla tamamlandı. Sadece bir parça tekrar kaydedilmek zorunda kalındı çünkü dışarıda yağmur fırtınası başlamıştı ve seyyar stüdyo bunu kayıt dışı bırakacak kadar teferruatlı değildi. Bu albümde AFT ve Toumani Diabaté’ye piyano ve gitarda Ry Cooder, basta Sekou Kante ve Cachaito Lopez, vurmalı çalgılarda Joachim Cooder ve Olalekan Babalola katkıda bulundu. “In The Heart Of The Moon”, sanatçıya ikinci Grammy ödülünü kazandırdı. Aynı yıl AFT Avrupa’da bir seri konser verdi ve onu sahnede görmek isteyen hayranlarının açlığını giderdi. Bu zincir konserler esnasında sanatçı kemik kanseri olduğunu öğrendi.
Öleceği kesinleşen sanatçı kendisine yakışır şekilde veda etmek üzere en son albümünü hiç ara vermeden kaydetmeye koyuldu ve böylece ölüme karşı yarış başladı. Şansımıza “Savane” adlı albüm AFT’nin ölümünden birkaç hafta önce tamamlandı ve geçtiğimiz haziran ayında World Circuit etiketi ile yayınlandı. “Savane” sanatçının kaydettiği en geleneksel albüm ve tek kelime ile yöresel akustik bir blues şöleni. Duyabileceğiniz en saf ve derin blues temalarını içeren albüm resmen, müziğin ana damarının aktığı bilinmez bir ülkeye açılan kapı gibi. Kesinlikle sanatçının başyapıtı ancak ne yazık ki kendisi son halini dinleyecek kadar yaşamadı.
Geçtiğimiz günlerde World Circuit yeni bir albüm müjdesi ile karşımıza çıktı. 2024 yılında Londra’daki Livingston Stüdyosu’nda geçirilen üç öğleden sonrasında kaydedilen parçalardan oluşan “Ali and Toumani” adlı albüm Şubat 2024’da raflarda yerini alacak. Orlando ‘Cachaito’ Lopez’ın basta yeraldığı albüm Grammy ödüllü “In The Heart Of The Moon”un devamı niteliğinde. Heyecanla beklemedeyiz…
Üç yıl önce 67 yaşında hayata gözlerini yuman Afrika’nın bu olağanüstü sanatçısı, artık geride bıraktığı albümler ile müzik setimize konuk olacak. Onun müziğini bilenler onu tekrar iç çekerek anımsayacaklar, bilmeyenler veya yeni tanıyanlar ise bambaşka dünyaya yol almanın heyecanını duyumsayacaklar…
Yazan: Zekeriya S. Şen
muzik@tikabasamuzik.com
Albüm Şeceresi:
1976 - Ali Toure Farka (Sonafric)
1976 - Special Biennale du Mali (Sonafric)
1978 - Biennale (Sonafric)
1979 - Ali Toure Farka (Sonafric)
1980 - Ali Toure dit Farka (Sonafric)
1984 - Ali Farka Toure (Red) (Sonodisc/Esperance)
1988 - Ali Farka Toure (Green) (Sonodisc/Esperance)
1989 - Ali Farka Touré (World Circuit)
1990 - African Blues (Shanachie)
1990 - The River (World Circuit)
1993 - The Source (World Circuit)
1994 - Talking Timbuktu (World Circuit) (Ry Cooder ile birlikte)
1996 - Radio Mali (World Circuit) (1975-1980 arasındaki albümlerin yeniden basımı)
1999 - Niafunké (World Circuit)
2004 - Red&Green (World Circuit) (1984-1988 arasındaki albümlerin yeniden basımı)
2005 - In the Heart of the Moon (World Circuit) (Toumani Diabaté ile birlikte)
2006 - Savane (World Circuit)
2010 - Ali and Toumani (World Circuit)
İyiler Bencildir
İnsanlar çevrenin baskısıyla onların iyi kavramlarına uymaya zorlanır. Kabul edilen, standart, olağan iyilik kavramlarını kendi karakterlerimizle örtüştürdüğümüzü varsayıp iyilerin bencil olduğu konusuna değinelim.
İnsanlar hayatta daima çıkarları için yaşarlar. Sosyal düzen bir anlamda vahşi bir arenadır ve insan hayatta kalacak yeterlilikte bencilliğe sahiptir. Ancak bu bencillik kendisini her noktada gösterir. Ağızlarınızdan bencilleri yeren sözcükler dökülürken bile kendi benliğinize hizmet edersiniz ki bunun adı da bencilliktir zaten. Sonuçta kötü addettiğiniz insanların en büyük karakteristik özellikleri olan bencilliğin sizin en büyük silahınız olan iyilik ve yardımseverlik kavramlarınız üzerine etkisini göstereceğim sizlere.
İyiliklerin karşılıksız olduğuna dair bir inanç vardır toplumlarda. En süper iyilik karşılıksız olandır güya. Fakat karşılıksız iyiliğin olamayacağını gösterecek deliller var elimde. Hazır olun. Açıklıyorum.
İyilik yaparken ortalama bir insanın iki kazancı vardır:
1. Yapılan iyiliğin sonunda hissedilen o rahatlama, ferahlama duygusu ki bu herkes için ortaktır.
2. Dini bir inancınız varsa bunun adı sevaptır.
Öncelikle her kazancın maddi olmadığını bildiğinizi varsayıyorum. Zira sevap kazanmak bir tür manevi çıkardır. Zaten Tanrı’yla cennet ve cehennem pazarlığı yapmış insan topluluğunun karşılıksız iyilik yapamayacağı konusunda itiraz eden olmaz. Tanrı, inanın cennete yollarım, en olmadı cehenneme gitmezsiniz, diyorsa ve insanlar bunun için inanıyorsa burada pragmatizmin keşif kokusunu alabilirsiniz. Dini hassasiyeti olan insanların bu noktada sinir küpü olduğunu bildiğimden ve “hayır o öyle diiil bi kere” ile başlayan cümlelerinin önünü kesmek açısından tek soru soruyorum: Cennet ve cehennem olmasa tanrıya kim inanırdı ya da inanma ihtiyacı hissederdi? Sırf yanmamak veya lezzet diyarında zevk köşelerini kapmak için inandıkları bir Tanrı olduğu sürece bu insanların bencillikleri konusunda şüphe duymamamız gerektiğini görmemiz en doğrusu olacaktır.
İlk ve daha kapsamlı olan maddeye dönüyorum. Yapılan iyilik karşısında her zaman bir duygu hissederiz. Biraz rahatlatıcı, biraz ferahlatıcı ve sanki nefessiz kaldıktan sonra bir anda derin bir nefes almak gibi bir duygu. Zaten bu duyguyu yaşayınca sert bir nefes bile veririz. Adına huzur dediğimiz bir kadınla sevişiriz adeta. Size iyi hissettiren şey ise yaptığınız iyiliğin doğru bir şey olduğunu ve bu doğru şeyin doğruluğunun toplum tarafından tescillendiği yönündeki kanaatinizdir. Doğru görülen davranış ödüllendirilir. Yani toplumdan bir aferin alırsınız ya da toplum tarafından alkışlanırsınız. İnsanlar sizi sever, yüceltir. Bencillik buradadır zaten. Yapılan iyilik birine yardımcı olmak adına değil toplumdan aferin alma adınadır. Bu aferin din tarafından da verilebilir. Zaten bazı iyiliklerin saklı kalmasındaki temel mantık din bunun saklı kalmasını söylediği içindir ve siz ona uyup dini bir aferin alırsınız.
İyilik yaptığınız insanın ne durumda olduğu sizin canınızı yakar. Onu öyle can yakan, sizi üzen durumda görmek istemezsiniz. O insanlara yardım etmenizin onların sorunlarına çare olmakla alakası yok. Tamamen o tabloları görmeye tahammül edememe ve toplumsal ödüllendirme içindir. Vicdanınızı susturmaktır. Dilencilere verdiğiniz para sonrası bir iyilik yapmış olduğunuzu hissetmeniz fakat o dilencinin o parayla ne yaptığını umursamamanız, tatmin olduktan sonrasını düşünmemeniz bu duruma en güzel örnektir. Tam olarak bencilliktir.
Hayatımızdan pis, kötü, pespaye görüntüleri silmek ve diğer insanları da bu kirli sahnelerden kurtarıp alkışlanmak, sevilmek için iyilik yaparsınız. İyilik yapılan insanın durumunu umursamaz, düşünmez ve önemsemezsiniz. Her durumda bencilsinizdir. Üzülmeyin, bu yanlış değil. Hayatta kalmak için buna ihtiyacınız var ama kirli bencilliklerinizi de iyilik kisvesi altında sunmak gibi riyakar hareketler yapmayın. Onun dışında bencillik zaten doğanızda, içgüdünüzde var. Sadece bunları kabul edin ve saf saf “ama iyilik karşılıksızdır” gibi saçmalıkları savurmayın. Akıllı olun.
Yazan: Serhat Çolak
colakserhat@hotmail.com
Mutiny on the Bounty ve Amerikan Milliyetçiliği
Kasım 25, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Sanat, Sinema
SanatLog olarak belirlediğimiz vizyon, sinemayı sarsan yönetmen ve filmleri yazmaktır. Lakin bunu ‘entelektüel faşizm’ ile karıştırabilir hatta bizleri bu yönden suçlayabilirsiniz. Genel geçer olarak bunlar bana göre geçici kelime vurgularıdır, değiştiremeyeceğimiz bir şey varsa o da gerçekliğin kendisidir. Bu yüzden laf salatası yapmak istemiyorum; daha önce popüler dergilerin iflası üzerine kısa anekdotlardan oluşan bir yazı yazmıştım. Lakin balık baştan kokar düsturuyla hareket edip bir şeyleri atladığımı düşünüyorum. Bu da konuya doğru ancak yetersiz bir bakış açısıyla bakmış olduğumu fark ettirdi. Sadede gelecek olursam, popüler sinema dergilerindeki burjuva eleştirmenciklerin hitap ettiği kesim şahsım adına hesaba katmadığım bir güruhtu. Lakin böylesine bir ülkede körler ve sağırlar birbirini ağırlayacaktır. Bütün durum bundan mütevellit. Platon’un mağara mitosunu az çok biliyoruzdur; daha önce de bir film analizinde bahsetmiştim. Bu mağarada zincirlerle bağlanmış sırtları mağaranın duvarına dönük insanlar vardır. Ve gördükleri tek şey dışarıdan gelen güneşin, dış dünyadaki nesnelerin görünümlerinin yansımasıdır. Ancak birisi bu zincirlerden kendini koparıp dış dünyayı gördükten sonra –ki bu gerçektir– kimse onun gördüklerine ve anlattığı gerçeklere inanmayacaktır. Eğer bunun farkındaysanız ve ‘entelektüel faşizm’ kavramı altına sığınmıyorsanız mağaranın dışına çıkmışsınız demektir. Hatta bunu benim söylememe bile gerek yok aslında; siz zaten bunun farkındasınızdır ve artık bunun bir parçası haline gelmişsinizdir. Bu sefer ele aldığım film Mutiny on the Bounty / Gemide İsyan, bir anlamda bir başyapıt değil, sinemanın kaderini değiştirmiş bir film de değil, aslına bakarsanız oldukça sıradan bir film. Ancak bu filmi bazı filmlerle karşılaştırmak ve gerçek-nesne yansıması açısından incelemek gereğini duyuyorum.
Yukarıdaki paragrafı ayrı bir şekilde değerlendirmenizi istemem, çünkü bu yazının hepsi kendi içerisinde bir bütün oluşturmaktadır. Mutiny on the Bounty / Gemide İsyan 1935 yılında Frank Lloyd yönetmenliğinde çekilmiş bir film. Türkçe isminden anlaşılabileceği üzere gemideki bir isyanı konu almaktadır. 1787 yılında gerçek bir vakadan alınarak beyazperdeye aktarılmış olan filmin başrollerinde Clark Gable ve Charles Laughton oynamaktadır. Öncelikle filmin başındaki ön yazıdan başlayalım;
Önsöz - Kraliyet gemisi Bounty 1787 kışında, Güney Denizinin keşfedilmemiş sularından Tahiti’ye gitmek üzere Potsmouth limanında beklemekteydi. Bounty’nin görevi, köleler için ucuz yiyecek kaynağı olacak ekmek ağacını Batı Hint adalarına götürmekti. Ne gemi ne de ekmek ağacı oraya ulaşabildi. İsyan yüzünden–18. yüzyılın katı deniz yasalarına isyan. Deniz yolculuğu yapan herkese Britanya’nın deniz gücünü oluşturarak güvence sağlayan ve subaylarla tayfalar arasında karşılıklı saygıya dayalı disiplin anlayışını yerleştiren bu isyanın önemi büyüktür.
şeklinde görüldüğü üzere filmimiz bir ‘gemide isyan’ konusu üzerine temellendirilmiş. Dahası bahsedilen olayın 1787 yılında gerçekleşmiş olduğu ve söz konusu olaydan sonra Britanya imparatorluğunun bundan ders alarak subay-tayfa ilişkisi üzerine –biz buna sınıfsal çatışma diyelim– sözde saygıya dayalı bir hiyerarşi oluşturduğunu anlatmaktadır. Bu isyanın böylesine bir karar almada milat olduğu zikredilmektedir.
Konu itibariyle bize yabancı olmayan bir konu. Sergei Eisenstein’ın 1925 yılında Bronenosets Potyomkin / Potemkin Zırhlısı eserini yapmış olma nedenlerinden biri de kendi ülkesinde henüz yakın bir dönemde bir devrimin yaşanmış olmasıdır. Potemkin 1905 yılında Ukrayna’da kıvılcımlanan bir devrimin öyküsünü anlatır. Potemkin adlı bir zırhlıda başlayan ve daha sonra tüm ülkesini etki altına alan bir ‘devrim’in öyküsünü ele alır. Şunu sorabiliriz. Şayet 1917 yılında Bolşevik ihtilali olmasaydı Eisenstein bu başyapıtını kendi ülkesinde çekebilir miydi? Ancak tarih olması gereken ya da ‘olabilirite’ ile işlememektedir. Potemkin hikâyesi de gerçekten olmuş bir olay değil, sonucu başarısızlıkla bitmiş bir olaydır. Eisenstein özellikle kurgulama ve teknik açısından bu konuda devrim yaratmıştır. Modern sinemanın miladı olarak sayılan Potemkin Zırhlısı ‘realite’ ve ‘kurgu’ arasındaki dengeyi kurgudan yana bozmuştur.
Hollywood ise var olduğundan beri birçok filminde hatta filmlerinin nerdeyse tümünde gizli bir Amerikan Milliyetçiliği gütmektedir. Kendi sınırları içerisinde yaşayan bir toplumu zapt etmenin, onları gerçek bir ‘Amerikan rüyasına’ inandırmanın en önemli yollarından biri de sinemadır. Dünya da var olan emperyal ve sömürgeci düzene karşı çıkan yönetmenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir maalesef. Haliyle sinemanın sınırları var olan düzen ve sisteme çanak tutmaktan öteye gidememektedir. Bu daha çok Hollywood sineması ve onu yazan ‘eleştirmenler’ için geçerli bir durumdur. Gemide İsyan filmi bu çanak tutmanın ilk uzantılarından diyebiliriz. Filmimizde oldukça sert bir mizaca sahip yöneten sınıfından bir gemi kaptanı (Charles Laughton) ve onun emirlerini uygulayan, işçi sınıfına ileten bir başka yönetim sınıfından subay Christian (Clark Gable) ve son olarak en alt tabakada yer alan gemi tayfaları var. Gemi yolculuk boyunca bu üç ayrı sınıf mücadelesi arasında yolculuğuna devam eder.
Gemi kaptanımız kurallara sadık ancak fırsatını bulduğu anda kurallara riayet etmeyen bir karakter. Yaptığı eylem ve sömürülerden kimsenin haberi olmadığını sanır. Bunu ima etmeye çalışan herhangi bir subay ya da tayfa katiyen kırbaçlanır, cezalandırılır. Bu ölüm pahasına bile olsa yapılan bir uygulamadır. Zaten filmin başında henüz cezası uygulamaya konmamış ölü bir tayfaya -ölü olmasına rağmen- cezanın yerine getirilmesini emreder. Bir alt sınıfta yer alan subay Christian ise gemi kaptanının tam tersine tayfalar ile arası iyi olan ve onlara oldukça insancıl bir şekilde yaklaşan bir karakter. Film boyunca tayfanın isyan etmemesi için elinden geleni yapar ancak bir yere kadar sabreder ve filmin sonunda kendisi isyan ederek bir korsan olur. Tabii yanında diğer isyancı tayfalarla birlikte. Freudyen bir okumayla id-ego-süperego arasında bağıntı kurmak mümkün. Gemi kaptanı (süperego), ılımlı subay (ego), tayfalar en altta ve kendilerini kontrol etmeye çalıştıkları için (id). İlginç olan taraf tayfaların ne olursa olsun hatta çürümüş et yemeye zorlanmaları olsun, susuz bırakılmaları hatta haksız yere kırbaç cezalarına çarptırılmaları olsun hiçbir şekilde isyana girişmemeleridir. Potemkin Zırhlısı’nda görüleceği üzere tayfalar çürük et yemeye zorlandıkları anda isyan hareketi şekillenmeye başlar. Toplumsal bir hiyerarşide en alt katmanda bulunan tayfaların her türlü dayatma ve zorlamaya karşı dayanmaya çalışmaları dönemin portresini yansıtması açısından çok güzel bir alegori yaratmaktadır. Filmin yapım tarihi 1935 bize bu konuda derin ipuçları vermektedir. Zira o dönem dünyada ekonomik buhranın baş gösterdiği bir dönem olarak bilinir. Ekonomik buhranın en temel nedeni kapitalizme dayanan bir sistemin çarklarıdır. Bu çarkların dönmesini sağlayan devlet yönetimleri özellikle Amerikan yönetimi sözde bir çarpıtmayla halkın bu konudaki ilgisini başka yerlere çeker. Haliyle Hollywood birbiri ardına 1930–1940 arasında gangster ve suç filmleri üretecektir. Alt metinlerde ise -tıpkı Gemideki İsyan filmi gibi- bunu empoze etmeye çalışan filmler yapmıştır.
Filmimizin önsözünde ise çok ilginç bir nokta var.
Bounty’nin görevi, köleler için ucuz yiyecek kaynağı olacak ekmek ağacını Batı Hint adalarına götürmekti.
Aleni bir şekilde kölelere yiyecek kaynağı yaratmadan bahsediliyor. Ortada köle durumu da var. Köleler için ucuz yiyecek sağlamaya çalışan bir gemi düşünüyoruz. Buradaki ‘yiyecek kaynağı sağlama’ ibaresi, yapılan sömürünün, kanı emilen insanların ve işgal edilen ülkelerin üstünü örtmeye çalışan gizil bir kelimedir. Bu yapılan birçok acımasız eylemin meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir. Gemi yolculuğun amacına uygun olarak bahsi geçen Thaiti adasına varır ve burada sömürülen halktan bahsedilen ‘yiyecek kaynağı’ alınır. Sömürülen halkın portresi çok ilginçtir. Her şeye razı olmuş bir şekilde kaynaklarının tüketilmesine, alınmasına karşı çıkmaz, kabile halkı nerdeyse kendileri hediye ederler bu kaynakları. Kabile reisimiz gemi kaptanıyla eski bir ahbaptır. Ve tabii ki filmimizin jönü Gable bir kabile kızının kalbini çalar. Kabile kızları da çok garip, gönüllerini gemideki subaylara kaptırırılar. Birlikte gezer, birlikte yüzerler. Kadın-erkek ayrımı ve bunun sınıf sistemine yansıması oldukça farklıdır. Kabilenin kızları yalnız subaylarla oynaşır, herhangi bir tayfa ile kabile kızının bir araya geldiğini görmeyiz. Hatta buna yanaşmaya çalışan bir tayfa cezalandırılır. Kabilenin yaşam koşulları Thomas Moore’un Utopia eserinde bahsedilen ada ile benzerlik göstermektedir. Buradaki kabile yiyecek üretir ama para asla kullanılmaz. Para sadece kapitalist Britanya imparoturluğunda kullanılır (haliyle bahsettiğimiz ülke de U.S.A).
Christian sonunda Gemi kaptanının emir, ceza ve tehditlerine dayanamaz, birkaç tayfasıyla birlikte gemiyi ele geçirip isyan eder. Gemi kaptanını birkaç yandaşıyla kayığa bindirir.
Dikkatle bakılacak olursa buradaki isyan kesinlikle bir yönetim değiştirme ya da bir devrim yaratma çabasında değildir. Her şey sadece iki ego sorununu ele alan tamamen tayfa-gemi kaptanı arasında olan bir anlaşmazlığın getirdiği sorunların basit bir isyanla halledilmesidir. Bahsedilen olayın geçtiği tarihin 1787 olması çok ilginçtir. Fransız devriminin yaşandığı 1789 yılından sadece 2 yıl öncesinde yaşanmıştır bu olay. Hollywood gibi çürümüş bir sistemden beklendiği gibi ele alınacak olan konu büyük bir devrim yerine, basit, sıradan bir gemi isyanı hatta sistemi öven, yücelten bir konu başlığından ibarettir. Toplum sinemanın afyonlaştırıcı etkisiyle bir devrim filmi ya da sinema tarihini değiştirecek bir filmi izlemek yerine sadece bir oyuncuyla özdeşleşebileceği kısa mutlu anları izleyecektir.
Şimdi açın bakın kitapları Mutiny on The Bounty ismiyle birçok film çevrildiğini ve bu filmin birçok defa uyarlandığını göreceksiniz. Ancak hiçbir şekilde Potemkin Zırhlısı gibi bir başyapıtın değil yeniden çevrimine, yakınından geçen bir yapıta rastlayamayacaksınız. Çok ilginçtir, Hollywood filmin ismini Mutiny on the Bounty olarak koymuştur. Böylece gemi ismi -bounty- ile isyan arasında bir bağıntı kuruyor, tıpkı taklit etmeye çalıştığı Potemkin Zırhlısı gibi…
Yazan: Kusagami
kusagami@sanatlog.com
Istampitta
Kasım 22, 2024 by Editör
Filed under Klasik Müzik, Manşet, Müzik, Sanat
Herşey, 90′lı yıllarda TV’de yayınlanan Türkiye Güzellik Yarışması’nda işittiğim bir müzikle başladı. Ne garip değil mi? Çok değişik, aksak bir ritmi vardı ve basit ezgisi durmadan tekrarlıyordu. Neden o kadar dikkatimi çektiğini bilmiyorum, zaten hiçbir yerde bulamayınca müziği de unuttum. Sonra (ne şans ki) 1996 (sanırım) yılında “Dead Can Dance” adlı egzantrik topluluk Türkiye’de bir konser verdi. Çok geç de olsa tanıştığım müzik grubunun albümlerini yavaş yavaş edindim ve bir sürprizle karşılaştım. Üflemeli bir çalgıya eşlik eden davullarla sirküler halde ilerleyen ezgi oydu işte! Yıllar sonra nihayet adını öğreneceğim için heyecanla kartoneti okudum: Saltarello. Ortaçağ Avrupa’sı kültür ve sanatına duyduğum ilgi nedeniyle kolaylıkla benimsediğim istampitta ile ilk tanışmam böyle oldu. Nereden nasıl informasyon alacağınız bazen belli olmuyor işte.
İlk önce belirtmem gereken bir durum var, istampitta dans mı yoksa müzik için kullanılan bir terminoloji mi kimse tam olarak bilmiyor. Yazılı bir kültür ürünü olmadığı için aslında dansın adı olabilir. Her tekrardan sonra gelen ve ritmi bozan bir vuruşun olması, dansçıların ayak değiştirmesi için konmuş bir kurtarma vuruşu olabilir deniyor. Bu ek vurgu, özellikle enstrümantal yorumlarda müzisyenlerin dikkatini çeken bir durummuş. Bu konuda yapılmış bir çok araştırma var. Çoğunluğu kelimenin kökenine odaklanmış. Bölgelere göre değişik adlar alan bu müzik Estampie (Fransa), Estampida (Oksitanya), Istampitta/ istanpitta veya stampida (İtalya) olarak biliniyor.
Burada bir ara vermek istiyorum. Biraz önce bahsettiğim Oksitanya denen bölge Fransa’nın güneyi, İtalya ve Monako’nun bir kısmı ile İspanya’nın kuzeyini içine alan bir bölge, Katalan bölgesi ve Provens ile akraba. Oksitanca (Langue d’oc= kendi dilimiz), aynı adlı bölgenin Roman kökenli lisanı.
Oksitanya’nın Avrupa kültüründeki yeri çok büyük; çünkü müziğin kökenlerinin dayandığı “çalgıcı ozan” (trobadur) geleneğinin başladığı yer burası (11. yy). Üç büyük din mensuplarının beraber yaşadığı, geleneklerini paylaştıkları bir bölgenin sanat namına mihenk taşı vazifesi görmemesi imkansız zaten. “Da Vinci Şifresi”nin başlattığı yoldan ilerlendiğinde görüyoruz ki Oksitanlar gnostik yapıdaki dinleri sebebiyle tarihte çokça eziyet görmüşler. Oksitan kültürünü ve Langue d’oc’u daha iyi anlayabilmeniz için bir roman önereceğim: Labirent (Labyrinth); Kate Mosse/ Altın Kitaplar 2024. Siz de benim gibi, sıkıcı tarih kitapları okumaktan hoşlanmıyorsanız, heyecanlı bir olay örgüsünün arasına sıkıştırılmış bir tür “kolaylaştırılmış tarih” vaad eden bu kitap hoşunuza gidecektir. Özellikle Oksitanya’nın hibrid kültür dokusunu çok iyi yansıtıyor bu kitap. Ayrıca konuyla ilgili, her zaman her yerde önereceğim bir kitap daha var. Öğrendiğim kadarıyla yazarın kendisi için de benim için olduğu kadar önemli değişikliklere neden olmuş bu kısa tarih kitabının adı: Gülün Öteki Adı. Mine G. Saulnier’in (şimdiki soyadı Kırıkkanat) yazdığı 1989 yılında önce Cep kitapları sonra Mitos yayınlarından çıkan bir araştırma kitabıdır bu.
Nerede kalmıştık? Kelimenin kökenindeydik…
Estampie adının “vurgu, baskı” kökünden geldiği düşünülüyor. Dans sırasında icracıların ayaklarını yere vurup üzerinde sekerek gerçekleştirdiği figürlerden feyz alınması akla yatkın geliyor. “Stamp” kelimesinin İngilizce’de de “pul” veya “damga” anlamına geldiğini hatırlatırım. Müziği dinlerken de bu baskı ve vurguyu hissedip ayağınızı yere vurarak eşlik edebiliyorsunuz.
Müziğin formu aslında çok basit ama anlatması zor. Ben müzikolog olmadığım için anlamakta zorlanmıştım itiraf ediyorum. Temel olarak kalıbın “verse” ve “nakarat”lardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Verse (point, punctus, pars da denen bu bölüm Türkçe’ye mısra diye çevrilebilir) dediğimiz bölüm genelde solo enstrüman içindir. Hemen ardından gelen nakarat (refrain) bölümü birden çok çalgıyla çalınabilir. Nakarat bölümü açık veya kapalı olarak ikiye ayrılıyor. Nakaratın açık bırakılması (yani ezginin havada bırakılması diyelim), hemen ardından mısra (verse) tekrarının geleceğini belirtiyor. Parça tekrarlandıktan sonraki ikinci nakarat haliyle kapalı oluyor (yani havada kalmıyor, insanda final hissi uyandırıyor).
Şöyle anlatabiliriz:
1* Verse 1- açık nakarat (ouvert)
Verse 1- kapalı nakarat (clos)
Verse 2- açık nakarat
Verse 2- kapalı nakarat….gibi çoğaltılabilir
2* Verse 1- açık nakarat
Verse 1- kapalı nakarat
Verse 2- açık nakarat
Verse 2- kapalı nakarat….gibi çoğaltılabilir
İşte bu kalıba uymak koşuluyla istediğiniz doğaçlamayı yapabilir, kendinize göre yorum oluşturabilirsiniz; özellikle de verse (mısra) bölümünde.
Dinlediğim bu müziği merak eden bazı arkadaşlarımdan şöyle sorular gelmekte: “Peki ama bu şarkının o çağlarda nasıl icra edildiği biliniyor mu? Bu kayıtlar Ortaçağ veya Rönesans dönemindeki orijinal kayıtlar mı?”. Maalesef hepsine olumsuz cevaplar veriyorum. Çünkü eski notalama sistemi o kadar ilkel ve belirsiz ki; günümüzde bir estampienin nasıl çalınacağı, ritmi, kullanılan enstrümanın ne olduğu gibi sorulara cevap vermiyor. Orijinal yorumuna sadık kalmaya çalışan müzikologlar o dönemden kalma bazı yazılı eserleri inceliyorlar ve müzisyenin elinde hangi çalgının tasvir edildiğini öğrenmeye çalışıyorlar (“Leys d’Amors” adlı poetik eserde şöyle ifadeler geçiyor: “Kemancı, şanson ve estampie çalar…” veya “Viol çalan minstrelin (ozanın) yeni bir estampiesi vardı”). Dönemin antik enstrümanları belirlenerek seçenekler daraltılıyor. Kesinlik kazanmış enstrümanların başında viol (yaylıların atası) var fakat ritm çalgısı konusunda hala bir belirsizlik mevcut. İşte burada devreye müzisyenin yaratıcılığı giriyor. Kimse kimseye “Olur mu, bu eser böyle çalınır mı?” diyemeyeceği için sınırsız bir özgürlük alanına sahip olan müzisyenler hem doğaçlama yeteneklerini ortaya döküyorlar hem de istampittanın felsefesinin hakkını veriyorlar. Bu süreçte etnik enstrümanlarla doyasıya dostluk, eşitlik ve özgürlüğü birleştiren çalgıcılar gittikçe (aynı felsefe ve fikre sahip) jazz veya gazel motiflerine ulaşıyorlar. Sanat da böyle kültürleri birleştirmez mi zaten?
“Estampie, punctilere ayrılmış kompleks bir melodik yapıya sahip, sözsüz bir müzikal kompozisyondur. Zorlayıcı olması sebebiyle hem çalgıcıyı hem de dinleyiciyi içine alır; çoğunlukla da zenginleri kötü düşüncelerinden arındırır.”
Parisli Jean de Grouchy (Johannes de Grocheo) (1255-1320)
Bu müzikoloğun tariflediği punctal şema halen geçerliliğini koruyor. Grocheo ayrıca, Estampieye çok benzeyen ve aynı yapıya sahip “Ductia” adlı Ortaçağ dans müziği ile farkını da ortaya koyuyor; Ductia dört veya daha az punctadan oluşmaktadır. Diğer yönden estampie ile benzerdir.
Bu formun bilinen ilk örneği ve en ünlüsü; “Kalenda Maya” (Maya takvimi değil, Mart ayı demek!), iki Fransız jonglörün gösterileri sırasında violla çaldığı bir estampienin üzerine trobadur Raimbaut de Vaqueiras (1150 veya 1180-1207) tarafından yazılan sözlerle oluşturulmuş. Jean de Grouchy’nin kuralları burada biraz geçerliliğini yitiriyor. Çünkü Kalenda Maya sadece 3 punctadan oluşmakla beraber vokal de içeriyor. Ortaçağda müzik formları betimlemelerinin ne kadar muğlak ve birbiri içine geçmiş olduğunun altını çizmek istiyorum.
Sözü geçmişken; Raimbaut de Vaqueiras, ömrünün çoğunu İtalya saraylarında geçiren Provens kökenli bir trobadur. Daha sonra şövalye oluyor ve 4. Haçlı Seferine dahi katılıyor; 1204′te İstanbul’u ele geçirmek için ön saflarda savaşıyor. Şövalyelik ve trobadurluk kafamızda eşleştiremeyeceğimiz iki unsur; ama Ortaçağ pek de bize aktarıldığı gibi değil galiba. Yine karşıklığa yer vermemek için ekleyeyim; trobadur gibi minstrel de halk ozanı ya da çalgılı ozan demek. Jonglör, günümüzde sadece hokkabaz olarak bilinse de Ortaçağ’da sazlı ozan anlamına gelmekteydi. Bunlar müzikli gösteriler yaparlardı.
Kalenda Maya dışında sözü edilmesi gereken başka bir istampitta belgesi daha var. Aşağı yukarı 1907 yılında bir keşif gerçekleştiriliyor. Müzikolog Pierre Aubry “Les Plus Anciens Textes de Musique Instrumentale au Moyen Age (Ortaçağ’dan günümüze kalmış ilk çalgı müzikleri)” başlıklı çalışmasında bu keşfinden bahsediyor: daha çok Chansonnier du Roi (Kraliyet şarkıları) olarak bilinen “Le Manuscrit du Roi (1270-1320)” (mss. Français 844, Bibliothéque Nationale). Bu el yazması “Lamento di Tristano”, “La Manfredina”, “Salterello”, “Isabella”, “Tre Fontane” alt başlıklı birkaç Istanpitta içeriyordu.
Bu elyazması kendisiyle beraber birkaç soru da getirdi. İlk olarak kulakta kolay kalan, hatırlanması zor olmayan bu ezgiler neden yazılı hale getirilmişti? Çünkü muhtemelen daha zor formlar içeren müzikler kulaktan kulağa aktarılarak günümüze dek bozulmadan ulaşabilmiştir. İkinci olarak, başlığında “kraliyet” sözü geçtiğine göre, bu müzikler hayli ciddi olmalıydılar. Gariptir, Ortaçağ’da müzisyenler, saraylarda askerlerden bile daha üst seviyedeydiler. Bunun için soylu ünvanlar almaları şaşırtıcı olmayacaktır. Zaten bu yazmaya böyle bir ad verilmesinin sebebi Navarre kralı IV. Thibaut’nun eserlerine önemli bir yer vermesidir.
IV. Thibaut (1201-1253) Champagne ve Brie kontu, Navarre kralı; ilginçtir bilinen ilk trobadur olan IX. William d’Aquitain’nin soyundan gelmektedir. 13. yy’ın ilk yarısının bilinen en ünlü kompozitörüdür. Aynı zamanda 1239 yılında gerçekleştirilen başarısız olmuş Haçlı Seferi’nin de lideri olan bu ilginç kişiliğin eserleri, ölümünden yıllarca sonra bile Avrupa’da ağızdan ağıza geçmekteymiş. Ortaçağ’a dönüyoruz diye korkmamak lazım; sanata verilen değere bakar mısınız? Bakanlarımızın yüzyıllarca değer verilecek müzikler bestelediğini ya da üzerine tükürülmeyecek heykeller yaptıklarını düşünsenize!
Şimdi yukarıda sözünü ettiğim istampitta (estampie) eserlerini toplu olarak sunacağım sizlere (bir yayın devrimi yaşıyoruz!). İlk şarkı bu türle tanışmamı sağlayan Saltarello. Hemen akabinde Kalenda Maya geliyor. Estampienin verse ve nakarat şablonunu daha iyi anlayabilmeniz için üçüncü sıraya Ghaetta koydum. Burada tek çalgı ve çok çalgılı tekrarlar aynen yukarıda anlattığım gibi ilerliyor.
Yedinci sıradaki Tre Fontane yorumuna, ezginin etnik çalgılarla gerçekleştirilmiş bir jazz versiyonu diyebiliriz. “Quinton (5 telli keman)” ile gerçekleştirilmiş emprovize bir introdan sonra 02:06′dan itibaren asıl ezgimiz başlıyor.
Ortaçağ dans müziği olan estampie, saltarello ve ductia birbirine benzer kalıplara sahip. Onun için en sona bir ductia örneği koydum.
(Aşağıya eklediğimiz müzik yapıtlarını sağ tıklayıp hedefi farklı kaydet’e basarak bilgisayarınıza yükleyip dinleyebilirsiniz.)
1- Istampitta: Saltarello (Jordi Savall/ Orient-Occident)
2- Kalenda Maya (Jordi Savall/ Estampies & Danses Royales)
3- Istampitta Ghaetta (Estampie, Müncher Ensemble für frühre Musik)
4- Istampitta: Lamento di Tristano (Jordi Savall/ Orient-Occident)
Istampitta - Lamento di Tristano
5- Istampitta: La Manfredina (Jordi Savall/ Orient-Occident)
6- Istampitta Isabella (Estampie, Müncher Ensemble für frühre Musik)
7- Istanpitta Tre Fontane (Henri Agnel/ Istanpitta: Dances florentines du Trecento)
8- Ductia/ Alfonso X el Sabio (1221-1284) (Jordi Savall/ Orient-Occident)
Tarih süresince yürüdüğümüz bu uzun yolda, bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken diğer yandan kendimizi mahkum edeceğimiz bir sürü oyuncak yarattık. Sınırları belirlenmiş bir yerde yaşıyoruz, başımızı ona göre eğdiğimiz bir inancımız var; soyadımız ve vatandaşlık numaramız sayesinde kolaylıkla bulunabiliyoruz; hepimiz bir şeye “ait”iz. Bu arada, kimimiz geçim derdinde, kimimiz apartman dairesinin iyi ısınmadığından şikayetçi; kimiyse politikacılardan nefret ediyor. ATM makinaları herşeyi bizden daha çok biliyor. Eğer hesap işlemleriyle ilgili yenilikleri öğrenmek istiyorsanız telefonunuzun 3 nolu tuşuna basıyorsunuz. Ekmek aslanın ağzında ve ona erişmek için artık kas gücü değil, süslü kıyafetler ve süslü düşünceler gerekiyor. Yüzünüzde bir maske olmazsa ve o maske yokmuş gibi davranamazsanız belli bir yere gelemezsiniz. Birçok yerde imzanız olmalı ve kartvizitiniz de. Eğer oyunu kurallarına göre oynamazsanız para kazanamazsınız. Para kazanamazsanız aç kalırsınız. Ve aç kalanlar çoğunluk içinde kaybolan niteliksiz kişilerdir. Bize sunulan her objeye de bu gözle bakıyoruz. Kategorize edemediğimiz, bize benzer maskeler takmayan unsurları değerlendirme dışı bırakıyoruz. Herşeyi bir kenara bırakıp, kentli insan bunalımından kaçarak cahiliye döneminin özgür mutluluğunu tatmak için şu ezgilere bir kulak verin. Bırakın bu “dinsiz, milliyetsiz ve yurtsuz” müzik içinize aksın.
Yazan: Wherearethevelvets
wherearethevelvets@sanatlog.com
Kaynaklar:
http://www.videoplayer.hu/videos/play/280335
Pierre Aubry: Estampies et Danses Royales (1906)
Harvard Dictionary of Music (Second Edition, Revised and Enlarged)/ Willi Apel. Sf: 297-298
Answers.com/topic/estampie
Wikipedia: Estampie
Early Music History: Vol 17. Studies in Medieval and Early Modern Music/ Iain Fenlon
http://www.trobar.org/troubadours/raimbaut_de_vaqueiras/raimbaut_de_vaqueiras_15.html
İzdiham Dergisi’nin 7. Sayısı Kitapçılarda!
Pijama, Aşkın Katilidir.
7. sayı tüm gazete bayilerinde olacak demiştik ama olmadı. Nt Mağazalarında ve birçok kitapçıda bulabilirsiniz İzdiham’ı. Satış yerleri yazının devamında.
“En geç hangi eve varır uzağını tutamayan
Hangi elin artakaldığı hangisinin dağıttığı”
Aşk…
Varlığıyla seveni var eden doğduğu andan itibaren…
Kederden öldürse de, seveni, yoluna baş koymuş yolcu kılan aşk…
Yeri geldi mi küfreden, yeri geldi mi katilin cinayetini inceleyen ya da intiharı adım adım sorgulayan, edebiyatımızın aykırı dergisi İzdiham; yedinci sayısı ile “Aşk” ta soluklandı.
Zeliha Yurdaer “Aşka Vurgunum Ben” derken, önsözünde, Türk ve Dünya edebiyatına eserleriyle iz bırakmış büyük yazarların gönüllerine düşen aşkın, yazılarına düşürdüğü gölgeyi “aşkın kimliği ya da süresi değil, yaşanmışlığıdır önemli” diyerek kutsuyor.
Dünyanın en yalnız aşığı, en masum katili Raskolnikov’u var eden Dostoyevski’yi ve onun yalnızlığının ızdırabını hastalıklı varlığıyla dindiren aşkı Mari Dimitriyevna’yı yaşayanların hatıralarından yazan Özer Turan, okuru “Soğukta Aşk”ın buz kesen acısına davet ediyor. “Başıbozuk Yazılar”da Edip Zakir, İstanbul’dan, aşktan, dostluktan ve yine aşktan, kendine has üslubuyla dem vururken, ”Senin Çayın Öyle Soğumuş ki” ile içini döküyor aşk ile içilen çaylara. Hakan Göksel, ayrılığın islerine bulanmış evinin bomboş odalarından kadınına seslenen adamın mektubunu okuyor: “Bu mektup sana kadınım”
Hakan Bilge, sinema kadrajında aşkın en psikopat haline örnek “Koku” filmini, esin kaynağı olan Patrick Süskind’in kitabıyla birlikte, “Sonsuz Açlık” ile ele alırken güzelliğin göreceliliğini ve sahip olma hazzını sorgulatıyor.
Aşk ile başlanmış ise söze, kitap deyince hele aşık deyince binlerce insanı peşinden sürüklemiş Genç Werther’in Acıları’nda dinlenerek tüm aşıklar adına Werther’e vefa borcumuzu ödüyoruz. “Kutsanmış Ruhların Tetiği” ile Emine Şimşek her sevilen Lotte’dir diyerek, hayatına Lotte’nin elini sürdüğü silahla son veren Werther’in tetiği çeken parmaklarını öpüyor.
Şafak Bozkurt, Jery Kozinski’nin Boşluk adlı eserinden yola çıkarak, “Pankart Taşıyan Biz” adlı yazısında ülkemizden çarpıcı çözümlemelerle insanın aciz itaatini eleştiriyor. Aydoğan K. Türkiye’deki dindar gençlerin evlilik sorununa tersten bakarak dikkatleri bu kez çember sakallı dindar erkeklere yöneltip, “badem bıyıklı gençlerle kim evlenecek” diyor ve muhtemel adayları farklı tarzıyla sıralıyor.
Matahari. Fransa’nın ardında bıraktığı soruları yanıtsız bırakarak idam edilen unutulmaz ajanının duygularını Tarık Taş’tan, yoksulluğuna ve yalnızlığına bildiği bütün küfürlerle cevap veren kadını Nazlı Karabıyıkoğlu’ndan okuyoruz. İtalya’nın unutulmaz yazarlarından İtalo Svevo ise Ana adlı yazısında başka tür canlıların dünyasından anneliği anlatıyor.
Aşk…Yitirdikçe bulmak, bulduğunu yitirmekse bu acının saçlarını şairler örer.
İzdiham “Pijama Aşkın Katilidir” dediği yedinci sayısında aşkın ruznamesine şiirlerle not düşüyor. Serap Erdoğan, Halil İbrahim Polat, Bülent Parlak, Fatma Hicret, Hakan Kartal ve Ahmet Murat şiirleriyle yer alıyor bu sayıda.
“Kalbim, Serseriliğim Benim…” diyen Edip Cansever gibi, aşkı, hak ediş olup olmadığını sorgulamadan, sadece yaşayanları anlatan yedinci sayısı ile İzdiham, aşkı gerekçesiz yaşayabilen, aşkı ile çocukluğun masumiyetini duyumsayan, masalını sevdiğinin gözlerinden okuyanların gönlüne dokunacak.
Aslolan aşktır diyen serserilere iyi okumalar…
İzdiham Dergisi’ni bulabilececeğiniz adresler için tıklayınız. Ayrıca NT Mağazalarında bulabilirsiniz.
SanatLog Haber
SanatLog.com