Yeşilçam Klasikleri: Sevmek Zamanı (1965)
Mayıs 11, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema, Yeşilçam Klasikleri
Türk sinemasına verdiği emeklerinden dolayı bu yazı Metin Erksan’a ithaf edilmiştir.
(Bölüm:1- Zamanı Sevmek)
“Bir şey’den hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu; bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır.” (Friedrich Nietzsche)
Metin Erksan sineması geçmişe baktığımızda belki de Türk Sinema Tarihi’nin altın çağlarının başlangıcıdır diyebiliriz. Özellikle bunun nedenlerine baktığımızda dönem itibariyle ülkenin içerisinde olduğu siyasi çalkantıların ve tarihsel figürasyonların en yoğun olarak yaşandığı dönemlerinden birine tekabül etmesi diyebiliriz. Esasında bu tarihsel sürecin yalnızca kendi ülkemizde var olduğunu söylemekten ziyade bunun farkında olan sinemadaki temsilcimiz Metin Erksan’dır demek daha doğru olur. Özellikle başyapıtlarını verdiği dönem olan 1960’lı yılların başı bizleri Erksan sinemasını besleyen esas kaynağa götürür. Toplumsal bir gerçekliğe dayanan Erksan filmlerinin alt metinleri birçok ahlaki çıkarım ve metafiziksel öğeleri barındırması açısından zengin bir muhteviyata sahiptir. Özellikle Sevmek Zamanı filmi her ne kadar bu gerçeklikten kendini soyutlamış gibi dursa da, Erksan sinemasının belki de nirengi filmidir diyebiliriz.
Sevmek Zamanı, isim itibariyle neyi ifade eder? Buradaki zamanın varlığının daha çok doğu felsefelerine içkin bir halde sunulduğunu göreceğiz. Özellikle burada sevmek edimi bir zamana eklemlenmiştir ancak bunun hangi durumda ya da anda olacağı belirtilmemiştir. Bu nedenle filmin başlangıcındaki kareler oldukça donuk ve melankolik bir etki yaratır. Zaman burada sürekli akışkan bir yapıya sahip olmaktan çok, tam tersine oldukça donuk, hapsedilmiş ve sıkıştırılmıştır. Özellikle göl bu konuda oldukça iyi bir metafor kaynağı sağlayacaktır bizlere. Filmin açılış ve bitiş sahnelerine baktığımızda bunu destekleyecek birçok öğeye rastlarız. Filmin başında gördüğümüz doğa kompozisyonu ile filmin sonunda ölen iki aşığımız Halil (Müşfik Kenter) ve Meral (Sema Özcan) adeta bir kartpostal gibi bu mekâna bitiştirilirler. Filmin sonundaki ölüm aynı zamanda zamanın durması değil midir? Buradaki zaman kavramının durağan olması filmi belki de Heideggerci bir varoluş mekanizmasının ortasından cımbızla çıkarmamıza vesile olur. Zamanın durağan olması hatta durmuş olması aslında bir tür zamansızlıktır ve Heideggerci anlayışa göre var olmamış olmaktır. Bu durumda esas anlatılan kavram sevmek edimidir. Karakterler yalnızca bu edimin meçhul anlatıcısı ve nesnesi konumundadırlar. Bu yüzden karakterler de donuktur ve varlıklarından söz edilemez, var olmaya çalıştıkları zaman –ki bu birbirlerine ait olma durumuyla alakalıdır- yok olmaya mahkûmdurlar. Erksan’ın burada anlatısına katmaya çalıştığı şey aşkın kimyasını ve zaman içerisindeki değişkenliğini durdurmaktır.
Filmin başında Halil kahvede oturmaktadır ve bizler ona yağmurun altında ıslanarak bakarız. Halil’in yüzü belli belirsiz bir şekilde camın arkasında dışarıyı izlemektedir. Yukarıda bahsettiğimiz donuk ifadeyi aynı şekilde ilerideki bir sahnede Meral için de söyleyebiliriz. Halil dışarı çıkar, bu sefer yağmurda kendisi ıslanırken kahvenin içine izleyici girmiştir. Ancak değişen bir şey yoktur, Halil ister içeride olsun, ister dışarı çıksın görünümü değişmezdir. Onun bu ilk sahnede gördüğümüz değişmezliği aslında ne kadar dingin ve durağan bir ruh halini anlatmaktadır. Nereden bakarsak bakalım Halil’in görüntüsü bizlere yağmur altında (veya içeride) aynı izlenimi vermektedir. Bu aynı zamanda her ne kadar yağmur burada sürekli değişimi çağrıştırsa da ve her şeyin zamanla aktığını belirtse de, değişmeyen şey, zamanın kendisidir. Değişmeyen tek şey değişimdir, sözünden yola çıkarsak zamanın durağanlığı da ilk paragrafta bahsettiğimiz donmuşluğa eşitlenir. Filmi esasen farklı bir alana taşımak gerekir bu yüzden.
Salvador Dali’nin 1931 yılında yaptığı La Persistencia de La Memoria (Belleğin Azmi) tablosundaki erimekte olan saatler ve zamanın nasıl akıp gittiğini anlatan uzam tıpkı bu filmde gördüğümüz camın arkasından baktığımızda yağmurla birlikte gördüğümüz yüz ve tabloların akışkanlığı gibi görünmektedir. Özellikle filmde Halil’in, Meral’in fotoğrafına sürekli bakarak onu bu akışkanlıktan kurtarmaya çalışması aslında kendini zamandan kurtarmaya çalışmasıyla ilintilidir. Film böylece Sevmek Zamanı kimliğinden çıkarak Zamanı Sevmek kimliğine bürünür. Özellikle bu konuyu bundan sonraki analizim, Theo Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün filminde daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz.
Halil kahveden çıktıktan sonra, yağmurun altında sürekli gittiği ve Meral’in fotoğrafının asılmış olduğu eve gider. Burada perdeleri biraz daha ışık girmesi için açarken, aynı zamanda Meral’in fotoğrafına büyülenmiş bir şekilde bakmaktadır. Filmin ana iskeleti bu bakmak ediminin üzerine kurulmuştur diyebiliriz. Halil’in bakışı hiçbir şekilde değişmez iken, Meral’in fotoğrafına yapılan paralel kesmeler sayesinde Meral’in gözlerine kadar bir yakınlaştırma etkisi yapılır. Görme ve görme biçimleri olarak ele aldığımızda Meral’in fotoğrafı en az Halil’in düşünceleri kadar donuktur. Bu sahnelerden Freudcu bir yan anlam çıkarılabilir ancak durum cinselliği ne kadar ihtiva ederse etsin buradaki görme ve bakma yorumunu Halil üzerinden yapacağımız için onun bakış açısından çözüm getirmeye çalışacağız. Bu açıdan Halil’in durumu sexüel bir anlamdan çok mitsel bir anlama daha yakındır. (Mitoloji ve Psikolojinin göbek bağını göz ardı etmemenin gerektiğine inanıyorum)
NARSİSİZM ZAMANI
Erksan sinemasının konu olarak beslendiği Anadolu coğrafyası daha çok bizlere değişime uğramış mitsel karakterler sunar. Kuyu (1968) filmi buna en yakın örneklerden biridir. İçerisinde mitolojik öğeleri yakalayabileceğimiz ritüellerle doludur. Ancak bu bizlere bir gerçeklik olarak sunulur. Aynı şekilde Sevmek Zamanı’ndaki gerçeklik tam tersi durumda mitik olarak gösterilir. Erksan’ın aslında her iki filmi de birbirine karşıdan bakan özne gibidir. İleride göreceğimiz üzere Meral’in kendini edilgin durumdan çıkarma ihtiyacı ve aşkın yarısının kendisine ait olduğunu söylemesi kendini mülkiyet olarak sunmasından kaynaklanır. Kuyu filminde ise Fatma (Nil Göncü), kendini bu mülkiyetin dışına atmaya çalıştığı anda yeniden çemberin içine çekilerek erkekler dünyasında mülkiyet hakkına kurban edilir. Bu Yunan Mitolojisinde sıkça görülen bir olaydır. Mitolojide birçok hikâyede nehirde çıplak iken soyunup dökünen nympheler, bir tanrı tarafından ya kaçırılır ya da kovalanır. Sonunda ise Nymphe ya tanrı ile birlikte olur ya da kendini doğaya feda ederek bir çiçek, bir nehre veya daha farklı bir imgeye dönüşmektedir. Filmde bu türden sahnelere çokça rastlarız ve Fatma ikinci yolu seçerek kendini doğaya feda eder.
Sevmek Zamanı filminde ise Narsisist bir durum vardır. Narcissos’un hikâyesini az çok biliriz. Fiziksel olarak kendini beğenen kahramanımız bir gün kendini seyre doyamayıp göle düşer. Ancak hikâyenin diğer tarafında bir gün gölün yanına gidip ona neden Narcissos’a çıkışmadığını soranlar olur. Göl ise ben de onun gözlerinden kendimi seyrediyorum diyerek karşılık verir. Oldukça basit bir çıkarım olmasına rağmen burada gölün cevabı aynı zamanda onun yalnızca edilgin olmadığını, en az onun kadar bu görüntüyü paylaştığını göstermektedir. Ve aşk kavramı karşıdaki insanın gözlerinin içine bakıp ‘’güzel’’ olduğunu söylemek, bir nevi kendini beğenmişlikle ilgili bir duruma gebedir. Çünkü bakılan şey her ne kadar göl/sevgilinin gözleri olsa da görülen öznenin kendi görüntüsünden başka bir şey değildir. Bizler aslında bir resme ya da fotoğrafa baktığımızda kendimizi etkin olarak hissetsek de, aslında bakışımız nesnenin kendisinden bizlere doğru akmaktadır. Bu yalnızca kendi varlığımızı tanıtlamamızı sağlayan bir bakıştır.
Halil’in, Meral’e bakışı aslında Halil’in gözünden, Meral’in resmine doğru uzanan bölgedeki bakış çizgisi değildir. Tam tersine Meral’in özneye (Halil’e) olan bakışının fantezileştirilmesidir. Halil’in var olması, Meral’in kendisine baktığını hayal etmesinden kaynaklanır. Bu durumda Halil’in etkinliği, aslında edilginliktir. Yazımızın başında bahsettiğimiz üzere bu edilginlik donuktur. Michael Powell’in Peeping Tom (Röntgenci, 1960) filminin geniş bir analizini okumanızı tavsiye ederim. İnsanların çoğu zaman yalnız kaldıklarında geceleri televizyonu açık bırakma etkilerinin en önemli nedenlerinden biri de bu bakışın altındaki edilginlikleri ve var olduklarını onlara hatırlatan mekanizmadır. Burada insanın varlığını tanıtlayan şey televizyona bakması değildir, televizyondan kendisine bakıldığını fantezileştirmesidir. Bu aynı zamanda pornografideki edilgin nesne olan kadının kameraya bakarken sanki bize doğru bakarak varlığımızı tanıtlamasına ve bizim bundan aldığımız zevki kendisiyle paylaşmamızı istemesi gibidir.
Alfred Hitchcock’un filmlerindeki birçok sahne bunun üzerine kurulmuştur. Ancak benim dikkatimi çeken ve Sevmek Zamanı filmiyle bağlantılı olarak sunmak istediğim sahne Vertigo (Yükseklik Korkusu, 1958) filminde Madeleine’nin (Kim Novak), müzede kendini fetiş bir nesne haline getirmeye çalışarak baktığı tablodaki kadındır. Madeleine baktığı tablodaki kadına benzemeye çalışarak onun gibi giyinmiş, saçlarını da onun gibi şekillendirmiştir. Burada yatan soru gözlenen ve bakan arasındaki bağlantıdır. Burada Scottie’nin (James Stewart) voyeur kimliğini dışarıda bırakırsak gerçekten ilginç bir durumla karşılaşırız. Çünkü bakan ile görülen resimdeki özne nesne ilişkisi cinsiyet olarak aynıdır. Madeleine resme bakarak aslında kendini görmektedir. Scottie de aynı şekilde, Madeleine’nin resme bakmaktaki amacının resimdeki nesnenin kendisi olduğunu sandığının bilincindedir. Nesne olan tablonun gözünden hiçbir kamera açısı yoksa da- tıpkı Meral’in tablosundan Halil’e doğru yönelmiş bakışın olmaması gibi- nesnedeki kadın Madeleine de yine kendi aksini görmektedir. Çünkü tablodaki kadının karşısında gördüğü şey kendisinden farklı bir şekilde giyinmiş olan bir özne değil, kendisini nesne haline sokmaya çalışan, kendisine benzemeye çalışan Madeleine’dir. Bizler ise bütün bu sahnelere Scottie’nin gözünden baktığımız için voyeuristik bir arzunun içinde geriliriz.
“…hassas anlamıyla fantezi bizim merakımızı çeken sahnenin kendisi değildir, onu gözetleyen hayali/ var olmayan bakıştır, tıpkı eski Azteklerin yere devasa kuş ve hayvan şekilleri çizdiği o yukarıdan olanaksız bakış ya da Roma’ya giden eski su kemerindeki heykellerin üzerinde bulunan ama yer seviyesinden görülmeyen o ayrıntıların biçimlendirilmesine neden olan olanaksız bakış gibi. Kısacası en temel fantazmatik sahne bakılacak merak uyandırıcı bir sahne değil ‘orada bize bakan biri var’’ fikridir. ‘’Biz bir başkasının düşündeki nesneleriz’’ fikridir.” (1)
Zizek’in tanımı aynı şekilde bizlere gösterilemeyen tablodaki bakış açısının imkânsızlığını ve onun nezaretindeki kimliğimizi ortaya çıkartması açısından önemlidir. Tablonun bir bakış açısı yoktur ancak biz onun bakış açısına maruz kaldığımızı düşünerek varlığımızı sürdürürüz. Bunun siyasi-toplumsal süreçteki etkilerini George Orwell dünyasından kopan panoptik araçlarda görüyoruz.
“Biz bir başkasının düşündeki nesneleriz”, bu cümleyi aşağıda Kierkegaard’ın Bir Baştan Çıkarıcının Günlüğü eserindeki kadına yönelik paragraflarına göre ele alacağız. Bu tıpkı psikoloji ile mitolojinin birbiriyle beslenmesi gibi, fizyoloji ile metafiziğin birbiriyle beslenmesine benzemektedir. Lacancı terminolojide kadın erkeğin nasıl nesnesi haline gelebiliyorsa, Kierkegaard’ın eserinde bu ‘kadın erkeğin düşü’ne dönüşebilmektedir.
ROMANTİK İDEALİZM VE AŞKINSAL ÇÖZÜMLEME
Sevmek Zamanı filmini yeniden şekillendirmek ve sürekli karşı karşıya getirilerek buradan yanlış çıkarımlar yapmamıza neden olan imgeleri ve duygu çözümlemelerini açıklığa kavuşturmak adına böylesine bir başlık açmak zaruri olarak gerekiyordu. Filmin kendisini temel olarak aldığı ve yapısına buna göre kurmaya çalıştığı aşk duygusunun sorumlulukları, bu duygunun harekete geçirilmesi ve var olma biçimleri üzerinde durmakta fayda görüyorum. Ancak filmin genel görüntüsü itibariyle birçok alanda seyircisini ve algısını bu filme açan herkesi aldattığı kanısındayım. Özellikle ilk olarak karşımızda aşkın cisimlendirilmeye çalışıldığı erkek metaforunu inceleyelim.
Aşk duygusunun ya da arzulama güdüsünün imge olarak erkekte cisimleştiğini görmekteyiz. Bu alan neredeyse bütün sanatların üzerinden icra edilmiştir. En basitinden bir örnek verecek olursak mitolojide karşılaştığımız Pygmalion figürü belki de arkaik olarak erkek imgesinin çözümlenebileceği bir figürdür. Pygmalion, heykelini yaptığı; bir anlamda kendisinin şekillendirdiği kadın vücuduna âşık olur. Ancak kadın bedeninin cansızlığı, kendisine rahatsızlık vermekte, onun canlanmasını, aşkına karşılık vermesini istemektedir. Aphrodite bu adamın yakarışlarına, Galatae’yi (yani heykeli yapılmış kadını) canlandırarak cevap verir. Bu tema yüzyıllar boyunca farklı görünümlerde diğer sanatların da ilgisini çekmiş ve elden geldikçe bir sömürüye tabi tutulmuştur.
Kadın burada erkeğin kaburga kemiğinden değil; düşünden, düşünüşünden ve erkeğin zihninde var olmuş bir imgeden ortaya çıkmıştır (Bkz: Athena’nın, Zeus’un kafasından doğması). Erkek onu kendine göre şekillendirmiş, kadının vücudunu kendisine göre bir arzu nesnesi haline getirmiştir. Pygmalion, yaratmış olduğu kadın estetiğine mi âşık olmuştur? Yoksa kendi kafasında şekillendirdiği kadın imgesine mi? Aphorodite’in buradaki elçilik görevi daha farklı bir alana teneffüs etmektedir. Aphrodite, kadını canlandırırken neye göre canlandırmıştır? Kendisine göre mi? Yoksa Pygmalion’un kafasında şekillendirmiş olduğu kadın imgesine göre mi? Acaba Pygmalion’un kafasındaki kadın imgesi Aphorodite’in kafasındaki kadın imgesine ne kadar çok yaklaşıyordu?
‘’Beğendiğiniz bedenlere, hayalinizdeki ruhları koyup aşk sanıyorsunuz.’’ (2)
Yukarıdaki söz aslında birçok şeyi aydınlığa kavuşturuyor. Filmdeki Halil bir nevi kendi kafasında kurguladığı, düşlediği hayale âşıktır. Ancak bunu Pygmalion gibi kendisi yaratmamıştır. Halil’in kafasındaki, Meral imgesi karşısındaki resimde asılı durmaktadır. Hayallerini ve dünyasını bu çerçeve içerisine sığdırmış ve onu bu çerçeve dışına çıkarmamak için elinden geleni yapmaktadır. Pygmalion bir anlamda âşık olduğu ve kendi içinde yaratmış olduğu diğer benliği, kadını üzerinde bir elbise gibi denemiş ve inşasını kadının vücuduna kafasındaki ruhsal anlatıma göre vermiştir bana göre. Yani buradaki kadın heykeli bir estet eser olmaktan çok Pygmalion’un kafasındaki kadın kişiliği ve Pygmalion’un edilgin dişil yansımasından başka bir şey değildir. Halil ise var olan bir portre üzerinden yola koyulmuştur. Portre’deki kadını kendisi yaratmamıştır. Meral imgesi kendisinden önce zaten vardı. Ancak onu bulduktan sonra kendisine göre şekillendirerek o imgenin kendisi üzerindeki etkilerini değiştirmiştir. Ya da başka bir deyişle kadın portresi Halil’in kendi iç dünyasında yatan edilgin kimliği ortaya çıkarmıştır. Burada Pygmalion ile Halil farkını bu şekilde ortaya koyabiliriz. Ancak durum sonradan batı-doğu [occident-orient] zıtlığını verme amacını gütmek için kullanılmıştır.
Pygmalion’un kendi kafasındaki kadın imajı ve onu bir nesne haline getirme (aslında Narcissos’un durumundan pek de farklı değil) fikri, her halükarda kendisini bir kadın ülküsü fikrine teslim etmektedir. Bunun cismani bir kılıkta arzu hal eylemesi Pygmalion’un doğadan hiçbir esin taşımadan yapılması mümkün olmayanı yapmaya çalışması mümkün değildir. Tıpkı Narcissos, Pygmalion gibi Halil de aslında kendi aksine veya aksinden gelen bakışa âşıktır. Her üç karakterin de ortak özelliği nesnelerinin görsel olarak bu evrende yansımalarını bulacak şekilde kadın imgesini organize etmiş olmalarıdır.
Romantik İdealizm’in ortaya çıkışı ve onun öncesindeki Platon’un idealar dünyası, Yeni Platonculukta vücut bulan ve savunusunu Plotinus’un yaptığı almaşık düşünceler birliğinden oluşan bu sistemin savunusu Kant’ın ‘’Transcendental’’ kavramına kadar birçok farklı şekilde vücut bulmuştur. En nihayetinde temellerini kabaca tabirle idealizmde bulacağımız bu yansımalar ilkesi, İslam dininde tasavvuf olarak kendine yer edinmiştir. Ancak Sevmek Zamanı filminde tasavvufi bir duruma isnat edecek herhangi bir durumun var olduğunu düşünmüyorum. Görsel alanda her ne kadar görüntü ve ses aynı anda birbirlerine eşlik etse de ve birbirlerini desteklese de bu filmde, aşağıda bahsettiğim ikilemeler farklı anlama gelecek şekilde kullanılmıştır. En basitinden doğu imgesi olarak kullanılan ud çalgısı ve Halil’in sürekli yanında duran boya ustası yaşlı adam, bizlere oryantal bir hava vermek için vardırlar. Ancak film sevme edimine yoğunlaşmıştır ve bizlere batı-doğu karşıtlığı içerisinde verilmeye çalışılır. Örneğin Meral bir sahnede Bach dinlerken aynı zamanda Ovidius’un aşk sanatını okumaktadır. Meral’in yaşadığı çevreyi anlatma açısından belki de bu imgeleri kullanmak ne kadar gerçekçiyse tam tersi olarak Halil’in durumunu yansıtması açısından kullanılan orient imgeler o kadar yanlıştır. Filmdeki bu çatışma farklı şekillerde verilmiş olsa da bu bizde bir tür yanılsama özelliğinden, ses-görüntü, görüntü-imge, ses-imge karşıtlıklarından meydana gelen algısal hatalara düşeriz.
Halil’in edilgin yapısı ve kendi kafasında yaratmış olduğu metafiziksel aşk tasavvufi bir durumdan kaynaklanmaz, tam tersine öznenin kendisine dönük yapısından kaynaklanır. Aynı şey Meral için de geçerlidir. Burada Erksan’ın bakış açısı doğu-batı karşıtlığını vermek üzerinedir ve bizim imgelerden yola çıkarak kafamızda canlanan suret bunu ele verir. Ancak Halil’in gerçek anlamdaki aşkı tahayyül biçimi doğu mistisizminden çok idealist ve platonik bir durumdur. Bu nedenle Meral ile birlikteliği gerçek anlamda bu dünyanın da yıkılmasına neden olur. Platonik aşkların çoğunda gördüğümüz kısmen bir oto-mazoşist durum vardır. Sürekli yenilenen bu acı sayesinde özne kendini ayakta tutar ve yaşatır. Ancak sevgiliye ulaşıldığı anda yeni bir yaşama amacı olmaması öznenin yıkılmasına neden olur. Aşk kavramı içerisindeki kendine acı çektirme edimi belki de Yeşilçam sineması tarafından en çok sömürülen kaynaklardan biridir. Halil en nihayetinde tasavvufi bir karakter olmaktan çok romantik bir idealisttir. Transcendental bir yanılsamanın içinde düşüş yaşayan bir kayıptır.
“Romantik iyimser değildir. Yabancılaşmanın üstesinden herhangi bir zaman gelebileceğinin hiçbir garantisi yoktur, bu nedenle burjuva olmayan Romantik sürekli olarak yitik bütüncüllüğü sürekli arzulama saplantısından muzdariptir. Ancak bu katlanılası bir şeydir, çünkü hedefe ister ulaşılsın ister ulaşılmasın tek önemli olan Romantik amaç peşinde koşmanın kendisidir.” (3)
Cervantes’in Don Kişot romanını ve kahramanını bilmeyen yoktur. Don Kişot karakteri kendi hayalinde yaratmış olduğu Dulcinea adlı kadını bulmak üzere kurgulanmıştır. Don Kişot’un kendi hayalinde yaratmış olduğu bu kadının somut olarak bir imgesi yoktur. Ve bu yalnızca Don Kişot tarafından hayal edilmiştir. Don Kişot ölüm döşeğinde her şeyin farkına vardığı anda -ki ölüme yaklaşması değil onun bu farkına varma nedeni, geride hiçbir amacı kalmamasından dolayı kendisine oynadığı oyunu da bırakmasıdır. Don Kişot’un belki de bu sürekli kendisini yenileyen var oluş amacı, fizyolojik olarak Don Juan karakterinde vücut bulur. Don Juan karakteri de bu sürekli kendini yenilemeyi veya ayakta tutmayı bir kadından diğer kadına sevgi edimi içerisinde koşarak bulur. Bu iki karakteri tasavvufi açıdan incelemek çok daha güzel olurdu bana göre. Ancak Halil’in buna pek yaklaştığını söylemek doğru olmaz sanırım. Bu nedenle verilen doğuya ait motifler ya da tasavvufi bir yorum çıkarsamak nezdimce gereksizdir.
Halil’in bu romantik saplantısı aynı zamanda kendisine çektirdiği oto-mazoşist bir kontroldür. Sürekli ulaşılamayan nesne olarak görmek ister Meral’i, korktuğu şey aslında Meral’in bir gün gidebileceği değildir, kafasında yaratmış olduğu imgelerin parçalanması ve dumura uğramasıdır. Halil’in durumunun romantik bir idealizmden beslendiğini söyleyebiliriz. Çünkü en nihayetinde hedefine ister istemez ulaşacaktır. Ancak bunun için yaşadığı andan değil yaşamaya çalıştığı ve uyum sağlamaya çalıştığı geçmişin parçaları tarafından esir alınmıştır.
“Romantik hedefte masumiyet düşüşten önce geldiği için Romantik politikalar nostalji içinde derinleşme eğilimi gösterir.” (4)
Halil’in romantik idealizme yönelik tutumu kendisini zamana hapsedişi tıpkı Don Kişot’un kendi kafasında yaratmış olduğu usavurumu olmayan bir dünyadır. Gerçek anlamda onların yaşadığı zamanı veya yaşamak istedikleri zaman geçmiştir ya da geçmişi şimdi gibi yaşarlar. Don Kişot’un sürekli okuduğu şövalye romanları kendisinin ve sembolik olarak feodaliteye karşı duyulan özlemin yansımasıdır. Halil’de de benzer şekilde geleceğe yönelik korkularından dolayı geçmişe büyük bir sadakat duyar. Örnekleri çoğaltmak mümkün, Vertigo’nun Scottie’si, Goethe’nin Faust’u… Schopenhauer’in özellikle burada kadın erkek ayrımını gözeterek yaptığı tespit çok önemlidir; ‘’Kadınlar erkeklerden daha fazla şimdiki zamanda yaşar.’’
Bu konuya ek: Filmle alakası olmasa da son dönemin üç yönetmeninin filmleri sizce de bu geçmişe duyulan özlemi romantik bir şekilde dile getirmiyor mu? Martin Scorsese’nin Hugo’su (2011) sinemaya karşı duyulan o romantik erkek idealizmiyle örtüşmüyor mu- ki Scorsese’nin sinemaya olan aşkını biliyoruz. Woody Allen’ın son filmi Midnight in Paris (Paris’te Bir Gece, 2024) yine entelektüel bir edebiyatçının geçmişte sevdiği yazarlarla sohbeti bir nevi bunun tezahürü değil midir -ki Allen’ın edebiyat ve felsefeye olan ilgisi muktedirdir. David Cronenberg’in A Dangerous Method (Tehlikeli İlişki, 2024) filmi psikanalizin iki dehasını bir araya getirip onların arasındaki ilişkiyi alıntılamıyor mu? Sonuçta her üç yönetmenin son dönemde yapmış oldukları bu filmler geçmişte tanışıp onlarla konuşmak istedikleri ve bunu yapamadıkları için kendi içlerindeki geçmişi şimdiki zamana yöneltip bunu beyazperdeye yansıtmaları değil midir?
Meral ile Halil’in aşk edimi üzerindeki düşünce yapıları oldukça keskindir. Ve yaşadıkları çevreden kaynaklanan bu keskinlikler karşılıklı olarak törpülenir. Halil kendi kafasında yarattığı Meral imgesinden vazgeçer, Meral de kendi yaşadığı çevrenin koşullarından vazgeçer. Ancak burada Meral’in vazgeçme şekli ve kabullenmişliği farklı bir alandır.
AŞKIN METAFİZİĞİ
Arthur Schopenhauer’in dediği üzere aşk gerçekten üçüncü bir bireyi dünyaya getirme amacıyla iki bedenin bir araya gelmek için uydurduğu bir kılıf mıdır? Schopenhauer’in bu konudaki düşünceleri her ne kadar katı olsa da Erich Fromm’un bu konudaki eseri Sevme Sanatı daha naif görüşler ve kanıtlar sunmaktadır.
“Biz erkekler eğer tutkularımız uyanmış ise, şeyleri abartılı bir şekilde görmeye yahut var olmayan şeyi tasavvur etmeye yakınızdır.” (5)
Schopenhauer’in bu konudaki haklılığı su götürmezdir. Yazımızın başında zaman ile ilgili söylediklerimizi yeniden hatırlatmakta fayda görüyorum. Halil aslında her erkek gibi olağan dışılığı olmayan bir karakterdir. Genel erkek yapısına baktığımızda erkeklerin Shakespeareyen tabirle tek efendileri zamandır. Ve buna göre gelip buna göre giderler. Halil, Meral’in fotoğrafına bakarak onu donuklaştırır ve bu nedenle kendini de dondurur, bu aynı zamanda zamanı durdurması ya da zamanı olmayan bir anı yaşatmak için çabalarını göstermektedir. Schopenhauer kadın-erkek karşıtlığını kullanırken aynı zamanda bu zaman kavramının her iki cins için ne kadar farklı algılandığını da ifade eder. Kadınlar, erkeklerden her daim daha çok şimdide yaşarlar, erkekler ise tam tersi durumda şimdi yerine ya daha çok geçmişte ya da daha çok gelecek içerisinde yaşarlar. Bu nedenle kadınlar bir bebekle saatlerce sıkılmadan oynarken, erkekler bu durumdan hemen sıkılırlar. Bebekle oynama örneği her ne kadar biraz sağlam bir dayanak olmasa da, Schopenhauer’in söyledikleri sinemada çokça kanıtını bulmuş ve edebiyatta yeterince işlenmiştir. Hitchcock’un Vertigo’sundaki Scottie karakterini incelediğimizde onun saplantı derecesinde âşık olduğu kadın Madeleine aynı zamanda zamansal bir figürdür. Bu figürün imgesel olarak karşılığı spiral merdivendir. Spiral merdiven imgesi sürekli yinelenen ve hiçbir zaman aşılamayacak olan bir duruma eşitlenir. Zamansal olarak erkeğin zihnindeki kadın imgesine ve kafasında bu imgenin donuklaşmasına, hatta bir tür hayalet durumuna getirilmesine kadar devam eder. Zaten filmde de Scottie’nin iki kadın karakterini tek bir bedene yerleştirdiği sahneyi hatırlayalım. Halil’in durumu çok daha patolojik bir vakadır. Çünkü o aynı zamanda var olan kadını Scottie gibi elde etmeye çalışmak yerine onu istememektedir. Bu nedenle zaman kavramı burada donuk olarak tasvir edebileceğimiz gölet ve mevsimsel bir metafor olarak kullanılır.
Don Kişot ise bana göre erkeklerin bu konudaki muzdaripliklerini derinleştiren diğer bir karakterdir. Don Kişot’un Dulcinea’ya ulaşma sebebi ve bu buradaki sebebi sürekli ötelemeye çalışması yine zamansal bir ifadedir. Özellikle değirmenlere saldırması bana göre bir anlamda zamana saldırması anlamına gelir. Değirmenlerin biteviye dönen çarkları aynı zamanda saatin akrep ve yelkovanını onu geçtik sürekliliği temsil etmez mi? Vertigo’daki spiral merdivenler gibi…
Aşkın Metafiziği eserinde Schopenhauer’in değindiği diğer bir önemli konu, bireyin kendisinde olmayan özelliklere sahip olan karşı cinse âşık olmasıdır. Ancak Schopenhauer’in sunduğu kanıtlar genelde fizyolojik bir temele dayandırılırlar. Tıpkı şişman bir kadının yanında gördüğümüz zayıf bir erkek, güzel bir kadının yanında gördüğümüz çirkin bir erkek gibi. Halil’in durumuna baktığımızda buradaki aşk imgesi bu tezatlıklardan yeterince nasibini almaktadır. Halil, arkadaşıyla birlikte daha önce Meral’in evine gelmiş ve boyasında çalışmıştır ve o sırada duvardaki Meral’in resmini görmüş âşık olmuştur. Ancak bu bizlere görsel olarak sunulmaz. Halil’in ekonomik olarak kendi yetersizliği ve zengin kız-fakir erkek aşkı bu filmde ekonomik bir tezatlık olarak sunulur.
Filmde benim karşı çıktığım doğu-batı algılaması aslında imgelerin yanlış seçiminden değil, insanın kafasında bu şekilde biçimlenişinden dolayıdır. Bach dinlemek ya da Ovidius okumak imge olarak batılı olmakla eş değer tutulmuştur, diğer tarafta ise ud çalgısının kullanılması, âşık karakterin yanındaki yol gösterici yaşlı usta gibi kavramlarda doğu imgesi olarak algılanmıştır. Ve bu gibi kalıplar ister istemez filmin gerçek anlamda neyi anlatmaya çalıştığını gölgelemekten başka bir işe yaramayacaktır. O zaman bu anlamda şunu mu dememiz gerekiyor. Doğu, batının resmine bakarak onun varlığının ve zenginliğinin gelişiminin estetiğinin görünümüne kapılmaktadır. Halil aslında bir tür doğu imgesi iken Meral bir batı imgesine dönüşür. Ve Doğu’nun sürekli batıyı izlemesi aynı zamanda onun batıya özenmesinden dolayıdır. Ya da şöyle bir yorum mu yapmak gerekir; …ve Halil, Meral’in her resmine baktığında içinde batı medeniyetine karşı olan bir öfke duyardı, halbuki onun Meral’e bakışı, Batı’nın doğuya bakışı değil, Doğu’nun Batı tarafından nasıl göründüğünü hissetmesi ile ilgiliydi. Doğu, yalnızca Batı’nın imgesine âşıktı, asla ona âşık olup onun gibi olmak istemiyordu…
Şüphesiz yukarıdaki doğu-batı yorumunu yapmak filmi daha da kısırlaştıracaktır. Bu nedenle filmde ekonomik açıdan Burjuva ve alt sınıf ilişkisi ele alınması çok daha verimli olacaktır. Burada Halil’in alt sınıftan olma varlığı aynı zamanda onun inanca olan düşkünlüğü ve bir gün sahip olsa bile elinden alınabileceği korkusunu taşıdığı kapital, Meral’e sahip olma duygusunun önüne geçmiştir. Meral ise tam tersi durumda burjuva geleneklerini ve yaşayış şeklini benimsemiş olarak karşımıza çıkar. Burjuvazinin getirmiş olduğu yanılsamayla birlikte Halil’e de sahip olmayı istemektedir. Özellikle bunun için kullanılan Ovidius eseri ve ardından gelen şehvetli adeta mastürbasyonu hatırlatan sahneler, burjuvazinin materyalist geleneğinden kaynaklanmaktadır. İşte bu şekilde yapılacak yorum bizlere birçok düşüncenin de kapısını açacaktır. Çünkü artık sorun felsefe sorunlarından birini ele verecektir ki yukarıdaki sayfalarda terini dökmeye çalıştığımız çatışma budur. Sorun doğu-batı çatışması değil, burjuva-alt sınıf, idealizm-materyalizm (diyalektiğe bağlı olmayan köksüz bir materyalizmdir bu) çatışmasına dönecektir.
BİR SAPLANTI OLARAK RESİMDE GÜZELİN METAFİZİĞİ VE FİLM NOİR İZLEKLERİ
Bu başlıkta hem metafiziksel hem de fizyolojik bir sapınç olarak görsel alana ihtiva eden durumları inceleyeceğiz. Halil’in durumu her ne kadar metafiziksel boyutlu bir paradoks gibi görünse de, bunun dışına çıkacağını Meral ile olan birlikteliğinden görebiliyoruz. Bu durumda Halil’in durumu bir resme âşık olma durumu ya da bir idealar dünyasında yaşama durumu değil, insanın daha önce yaşadığı bir acıdan kaçma durumudur. Dikkat edilirse Halil Meral ile birlikte olamayışının nedeni olarak, bir gün ondan ayrılacağını uzattığı ellerinin üstünden ellerini çekişinden korkmaktadır. Durum böylece daha da şeffaflaşır. Halil’in korkusu ya da resme âşık oluşu korkusundan ya da daha önce yaşadığı hayal kırıklığı veyahut nevrotik bir durumdan kaynaklanır diyebiliriz. Aslında Vertigo konusunu ikide bir açıp kapamak istemiyorum ama Scottie’nin ve diğer film-noir’ın erkekleriyle benzer kaderi içinde taşımaktadır. Halil resme bakarak kendi bencilliğinin kurbanı olur, kendini bulmaya çalışırken resmin içinde kaybolur.
‘’Bir resmin bizi bir (Platonik) ideanın kavranışına gerçek ve aktüel nesneden daha kolay ulaştırmasını mümkün kılan şey -öyle ki bu sayede resim ideaya gerçeklikten daha yakın hale gelir- genel olarak sanat eserinin daha önce bir öznenin içine işlemiş (ve ondan geçerek bize ulaşmış) obje olmasıdır.’’ (6)
Schopenhauer’in buradaki tanımlayışı bizleri ressamların yapmış oldukları sanat eseri olan resimlere götürür. Halil’in tablosunda ise görebileceğimiz üzere bir öznenin içine işleyip onu maddenin kendisinden ayıran bir biçim olarak sunmaz. Başka bir deyişle Meral’in resmi başka bir özne tarafından çizilmiş ya da sanatsal anlamda bir gerçeklik olarak sunulmamıştır. Meral’in resmi başka birisi tarafından yalnızca tek bir anda kopyalanmıştır. Halil bir anlamda o anda çekilen herhangi bir fotoğrafçının o anda o açıyla çektiği bir resme âşıktır. Kara-film örneklerinde aslında sıkça rastladığımız bir materyaldir resme ya da pornografik olarak bir cesede âşık olma. Otto Preminger’ın Laura (1944, Kanlı Gölge) filminde polis dedektifinin Laura’nın portresine âşık olması ve iktidarsızlığı arasında ilişki ne ise, Sevmek Zamanı filmindeki Halil ve Meral’in portresindeki ilişki de o minvalde ele alınmalıdır.
Schopenhauer, plastik sanatlar üzerindeki düşüncelerinde bunu destekler nitelikte fikirler öne sürer. Ele alınan ya da şekillendirilecek madde en başta öznenin onu biçimlendirmesine bağlıdır. Özne bu maddeye bakarak kendi içerisinde onu biçimlendirip bizlere sunar. Ve bu diğer öznelere gerçeklik olarak sunulur. Şayet durum nesnenin birçok açıdan ele alınmasına kadar varırsa madde bir idea olarak ortaya çıkar. Bu durumda sanatçının ya da öznenin amacı maddeden biçimi ayırmaya çalışmak ve ona kendi istediği şekli vermeye çalışmak olarak gösterilebilir. Pygmalion örneği bana göre burada verilecek güzel bir örnektir. Pygmalion böylece kendisine içkin olan biçimi yine kendisine dönüt bir şekilde verir. Galatae’nin canlanması bu durumda Pygmalion’un kendi bakışına, nezaretine göredir. Yukarıda daha önce bir soru sormuştuk. Galatae’nin şekillenmesi hangi özneye göre olmuştur. Aphrodite mi yoksa Pygmalion mu, en azından Galatae’nin fiziksel zuhurundan çok, psişesinin Pygmalion tarafından verildiğini söyleyebiliriz. Aksi durumda Galatae yalnızca bir kopya ya da içkin olmayan bir maddeye dönüşürdü. Schopenhauer’in dediği gibi, plastik sanatlarda bir sanat eserinin bu sıfatı kazanabilmesi için onun biçimini, gerçekliğinden ayırmak gerekmektedir. Ruhu, vücudundan ayırmaktır. Bu nedenle balmumu heykelleri bizde bir ürperti hissiyatı yaratır çünkü gerçeğe bir sanat eserinden daha yakındırlar. Tıpkı bir ceset gibidirler. Kara film izleklerinde sıkça rastladığımız bu ikona aslında resim için de geçerlidir diyebiliriz. Buradaki ceset yakıştırması oldukça güzel bir tanımlamadır. Çünkü bir anlamda bu türden filmlerdeki nekrofililiği ya da edilgin cinselliği ifade eder.
Bir cinsel ilişkide erkeğin etkin kadının ise edilgin olduğunu biliriz. Ancak ileri bir sapınç olarak erkekte oluşan bu aktiflikten utanma durumu kendisini nekrofil bir duruma sokar. Hatta birçok sapık katilin kadını öldürdükten sonra tecavüz etmesi kendisine bakılmasından yani aktifliğinden utanmasından kaynaklanır. Erkeğin bakışının bu aktif bakıştan edilgin bakışa geçtiğini görürüz. Erkek kendini sanki kendisine dışarıdan bakıldığı ya da izlendiği duygusuna kapılarak utanma hissiyatı yaşar. Aynı şekilde kadını öldürmesi kadının kendisine bakmasından ötürü değil, kadının bakışının kendisinin bakışına eşitlenmesi ve yerine geçmesinden kaynaklanmaktadır. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz üzere, Meral’in resminin Halil’e olan bakışı değil Halil’in bu resimden kendisine nasıl bakıldığını hayal etmesinde yatmaktadır. Eğer geçmişe gidebilseydik Halil’in durumunda impotans evresini oluşturan olayla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Halil aynı zamanda Medusa’nın bakışına maruz kalan ve sonucunda hadım edilmiş bir karakter olarak da yorumlanabilir. Ancak şunun altını çizmek istiyorum; ‘’film-noir’’larda görmüş olduğumuz kendi istençleri dışında hadım edilmiş erkek figürlerin dışında tutmak gerek Halil’i. Halil’in hadım edimi kendi iradesi üzerine kurulmuştur. Özellikle burada resme bakışı adeta bir tür meydan okumadır ve kendi benliğinde bütünleştirdiği bir tür öznel bir durumdur. Halil kendini hadım ettirerek kendi erilliğinden vazgeçmemiştir, tam tersine dişil yönünü ortaya çıkarmıştır. Halil böylece kendi hadım edilişini hem eril dişil özelliklerini aktif hale getirerek aşkın cinsi özelliklerinden kurtulup androjenik bir duruma yönelmiştir. Film noir’larda gördüğümüz hadım edilme bunun tam tersine eril duygunun bastırılmışlığı ve psikolojik olarak kadın korkusundan meydana gelmektedir. Dikkatle bakılırsa buradaki erkeklerin çoğunun evlenmemiş, evlenmiş, daha sonra ayrılmış ya da aile içerisindeki baskın kadın karakterlerden birinin etkisinde kalmıştır -ki bu genelde anne figürüdür. Ancak Halil’in durumu çok daha farklıdır. Halil kendini hadım ettirerek Platon’un Sympozium’undaki Aristophanes’e söylettirdiği Androgynaus adlı mitsel yaratığın kendi eşini arayarak gerçek aşkı bulmaya çalışan diğer yarısına benzemektedir bu durumu. Büyük şairimizin de belirttiği üzere bir anlamda Halil çiftleşmek değil tekleşmek istemektedir. Bu nedenle bizde Halil’in durumu mistik bir anlatım yakalamaktadır. Onun bu davranışı fizyolojik bir nedenden değil, daha çok ruhsal bir anlam taşımaktadır.
“Sevişmek çiftleşmek değildir, tekleşmektir.” (Cemal Süreya)
Halil kaçınılmaz olarak resmin karşısına geçmeden önce orient bir müzik açar, bu bir tür meydan okuma olarak görülebilir. Sahne burjuva sınıfına ait bir mekânda geçmektedir. Halil ise daha alt sınıfa mensup bir karakterdir ancak sürekli Bach çalınan bir eve gelip adeta kendi mülkiyetiymiş gibi davranması ve gramofondan yükselen orient ezgiler, mekânı doldurur, bu aynı zamanda sınıfsal bir çatışmanın da haberini veren bir sahnedir. Halil alt sınıf mümessili olarak aslında burjuvazinin içine de sızmıştır şeklinde bir okuma yapılabilir.
Halil koltuğa oturmuş vaziyette, resmi izlerken Meral ve arkadaşları eve gelirler. Meral yukarıdan gelen ezgileri merak eder ve yukarı çıkar. Halil koltukta arkasını dönmüş vaziyette önündeki resmi izlerken bir yanda arkasında Meral de Halil’i izlemektedir. Halil’in imge olarak yaratmış olduğu Meral tam arkasında durmaktadır. Filmdeki kayıp bakış bir anlamda bu şekilde ortaya çıkar. Bizler seyirci olarak bu bakıştan kurtulur ve yerimizi bir anlamda Meral’e devrederiz, bakış aktarılmıştır ve biz de Halil’i seyirci gözüyle değil Meral’in gözünden görmeye başlarız. Halil’in oturduğu oda onun kendi içerisinde yaratmış olduğu dünyanın yansımasıdır. Ancak bu dünyanın yalnızca ona ait olmadığını bu sahneden itibaren görmeye başlarız. Filmde her ne kadar bu Meral’in sözcükleriyle ifade edilse de görsel olarak ilk defa bu sahnede görürüz. Meral cam kapıyı açarak Halil’in bulunduğu odaya girer. Halil’in, Meral’in dünyasına girmeye çalışması ve edilginliği bu şekilde kırılır. Halil nasıl ki bencilliğini bu şekilde ifade etmeye çalışıyorsa Meral de bunu kırmak için Halil’in iç dünyasına teneffüs etmeye çalışır. Halil’in yüzünün duvara dönük olması bir anlamda onun bu konudaki iletişime kapalı olmasını ifade eder. Erksan’ın bu konuda yapmış olduğu mekân seçimi gerçekten şairanedir.
Odanın iki girişi vardır. Birinci kapı evin içerisindedir. Diğer kapı ise dış dünyayla bağlantılı olarak, odanın iç dünyayla bağlantısını sağlar. Bu iki ayrı dünya arasındaki kapının tamamının camdan olması ayrıca manidardır. Halil’in sırtının duvara dönük olması yani camdan duvar gören kapıya sırtını dönmüş olması kendisini kapattığı bu dünyanın içinde yaşamasına ve aynı zamanda içeriye girecek kişiye olan bakış açısını yansıtmaktadır. Meral’in içeriye girdiğini görmeyen Halil bütün benliğini duvardaki resme vermiştir. Meral yavaş bir şekilde yakalaşarak onun omzuna dokunur ve Halil’in kendi iç dünyasında bir sarsılma olur. Meral, Halil’in karşısındadır, böylece Meral bir imge olmaktan çıkar ve Halil’in karşısına kendi benliğiyle çıkar.
Bölüm:2 Sevmek Zamanı
Bu bölüm özellikle kadın kimliği ve onun dışavurumlarını izlemek açısından ele alınacaktır. Film her ne kadar Halil üzerinden çağrışımlarını dikte ettirmiş olsa da ya da Halil’in benliğindeki kadın imgelerinin parametrelerini işlemiş olsa da, Meral’in zahiri olma çabaları ve davranışları oldukça ilginçtir. En nihayetinde filmimiz, erkek egemen bir film yanılsamasını vermektedir, erkeğin zamanda takılıp kalması tam tersine kadında sevginin içinde var olma edimi belli bir karşıtlığı doğurmaktadır. Film-noir ya da diğer alt türlerde kadın için biçilen kalıplar erkeğe nazaran daha az yer kaplamaktadır. Meral’in bakış açısını vermek bir erkek olarak oldukça zor olacaktır benim için. Çünkü kadını burada bir nesne olarak kabul etmek bana göre bir hata olacaktır. Film her ne kadar psikolojik alt-metinler içerse de maalesef cinsel anlamda birkaç sahne dışında pek bir anlam taşımamaktadır. Burada Lacanvari bir kadın semptomundan bahsetmeyeceğiz, daha çok birkaç felsefi fragman üzerinden kadın ve onun ‘’kendi içinde varlık’’ ve ‘’başkası için varlık’’ olarak illüstrasyonunu tanımlamaya çalışacağız.
‘’Kadın düşüncelerim için bitmez tükenmez bir kaynak, gözlemlerim için sonsuz bir zenginliktir ve öyle kalacaktır. Bu konuda çalışmak için bir dürtü duymayan kişi dünyada ne olmayı istiyorsa olabilir ama bir şey hariç; bir estet olamaz.’’ (7)
Edebiyat ve sinemada işlenen kadına saplantı derecesinde önem atfeden erkeklerin belli bir bilgi birikimi üzerinde olduklarını görürüz. Pygmalion, Faust, Don Kişot, Scottie, Halil hepsinin ortak paydası kadına her daim bir estet olarak bakmalarından kaynaklanır. Kendilerini yaratmış olan kültürün varlığını yadsıyarak kadını adeta bir tür düşsel bir arzu nesnesine çevirmişlerdir. Hepsi okudukları kitapların eriştikleri hayat tecrübelerinin sonunda bu estet olana yenik düştüklerini görüyoruz. ‘Kendi içinde varlık’ -bir anlamda kendi dışındaki nesnelerle henüz ilişkisi olmayan ya da henüz bir ilişki içerisine girmemiş fenomonolojik bir varlık- olarak ele alınabilir.
Meral, Halil’in kafasındaki imge olarak girmez içeri, o daha çok bağlı bulunduğu burjuva kültürünün temsiliyle gelir. Erkek bakış açısıyla söyleyecek olursak henüz şekillendirilmemiş ya da biçim verilmemiş olarak içeri girer. Meral bir anlamda Halil için kendi içinde varlıktır ancak kendi yaşadığı doğal çevre ve koşulları içinde başkası için varlık konumundadır. Bakış açımız filmin karakterleri üzerinden işleneceği için aynı zamanda Meral’i bir kendi içinde varlık almamız aslında Halil’in bakış açısını verir bizlere. Meral’i değerlendirirken bile Halil’in dünyasına girip girmemesiyle ilgili olarak değerlendiriyoruz, bu nedenle Meral’i bir kendinde şey olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Kadın’ın bu değişkenliği onu algılayan öznenin erkek olmasından kaynaklanır. Bu da ister istemez kadını yani Meral’i de bu şekilde düşünmemizi sağlar. Meral her durumda başkası için varlık konumuna getirilir.
Bu bölümü kısaca şu şekilde ifade edebiliriz; Meral iki dünya arasında sunulur bizlere. Birincisi Halil’in dünyasında; burada Meral gerçek anlamda kendi için varlıktır ancak bir imge olarak başkası için varlıktır. Ve kendi yaşadığı çevre içerisinde -ki burada gerçek anlamda başkası için varlıktır.
‘’Kadının hangi kategoride düşünülmesi gerekir? Başkası-için-varlık grubunda.’’
‘’Burada yine bir başka açıdan bakarsak gerçekten başkası-için-varlık olan bir kadınla nadiren karşılaşıldığını öğreten deneyim bizi engellememeli çünkü pek çoğu genellikle kendileri için de başkaları için de hiçbir şey değildirler. Kadın bu tanımı doğayla, dişi olan her şeyle paylaşır. Şu halde doğa bir bütün olarak başkası-içindir.’’ (8)
Halil’in doğayla olan ilişkisi film boyunca yansıtılır. Özellikle film boyunca yağmur yağması bir anlamda onun içsel bir ifadesine dönüşür. Meral’i bu yüzden onun bakış açısıyla ele almıştık. Onun yaşama bakışı melankolik bir tasavvurdan ibarettir. Meral ise onun dünyasında ilerde göreceğimiz üzere çıplak ayaklarıyla yürür. Halil’in bu düşsel yolculuğu sürekli yokuş aşağı inişleriyle gösterilir.
Meral’in durumu özellikle bir tür görüngü olmaktan çıkmayı tasavvur eder. Vertigo’daki Madeleine gibi o da kendisini bir tür nesne olmaktan çıkarıp aynı zamanda bir özne olduğunu vurgulamaya yetecek kadar kanıt verir elimize. Özellikle son sahnedeki kayıktan aşağı attığı manken ve kendi fotoğrafı ayrıca bir kadın olarak kendi duvağını kendi açması başlı başına bu fenomenler dünyasından kurtulmayı ve gerçek olarak Halil’in karşısına çıkmayı istemesiyle ilgilidir. Meral kendi içinde varlıktır, özellikle buna kavuşabilmesi ve özgürlüğünü gerçek anlamıyla denetlemesi aşağılanma duygusundan kaynaklanır. Halil’in resim üzerindeki patolojik durumu aynı zamanda bir tür Meral’in aşağılanması, kadının bir düşüş yaşaması üzerinedir.
“Tanrı Havva’yı yarattığında neden Âdem’i derin bir uykuya daldırdığını açıklayabiliriz; çünkü kadın erkeğin düşüdür. Bu öykü kadının başkası-için olduğunu bize başka şekilde gösterir.” (9)
Halil bu anlamda gerçek dünya ile bağlantısını bu kadın imgesi sayesinde koparmıştır. Onun bu düşsel evreninde Meral ancak başkası-için varlık durumundadır. Meral’in ilk sahnede kapıyı açması bu açıdan gerçekliğe dönmesi aynı zamanda Halil’i gerçek dünyaya çekmesinde yankılanır. Meral böylece kendi aşağılanmışlık duygusunu Halil’i gerçek dünyaya çekmek için kullanır. Meral daha sonra Halil’in yaşadığı mekâna gelerek resmin kendisi olduğuna onu ikna etmeye çalışır. Halil ise onun yani resmin kendi dünyasına ait olduğunu söyler. Halil’in Meral’in fotoğrafı ile olan ilişkisi benzer ölçüde sürekli yinelenen nesneye karşı tutumuyla içkin değildir. Halil’in belirttiği gibi onunla olan ilişkisidir, onun dünyasıyla olan ilişkisidir. Halil bu durumda imgeden çok onun yaratmış olduğu arzularıyla yaşar.
Film bu olaydan itibaren Meral’in yaşadığı çevrenin durumuna göz atmamızı salık verir. Meral göreceğimiz üzere bir başkasıyla, Başar (Süleyman Tekcan) ile nişanlıdır. Başar ile Meral’in ilişkisi de aslında yaşadıkları burjuva dünyasının bir tür yansımasıdır. Meral’in gerçek aşkı bulmuş olduğu tanımlaması aslında Halil’in gözüyle kendisine bakmasından ibarettir. Böylece Meral’i bu durumda bir başkası için varlıktan kendisi için varlık konumuna getirmektedir.
Kierkegaard’ın bahsettiğimiz eserinde başkarakter felsefi anlamda bir kadını baştan çıkarmanın yollarını sanatsal biçimde dile getirdiğini ve ifa ettiğini belirtir. Onun için amaç kadını baştan çıkarmak gibi görünse de esas mesele kadına özgürlüğüne vererek onu elde etmektir. Halil böylece estet olarak buradaki karaktere eşitlenir. Ancak Halil bunu kendisi farkında olmadan yapmaktadır. Bu nedenle filmde her şey bilinmez olarak sunulduğu için gözümüze mistik olarak görünür. Buradaki durum aynı şekilde Meral’in yani kadının özgürlüğü ve bunu kazanmasıyla ilgilidir. Meral’in Başar ile olan ilişkisi kendi yaşadığı çevre ile bağını ve toplumsal bağını yırtıp atmasıyla ilgilidir. Yaşadığı evren bizlere gölgeler evreni olarak sunulur. Özellikle Başar ile olan düğünlerinde bir sahnede herkes dans ederken gölgeler perde üzerinde şekillenir. Bu anlamda Meral’in özgürlüğü Platonik olarak mağaradan çıkması ve aydınlanması ile ilgilidir. Ancak bu aydınlanmayı bilgi dâhilinde değil, kadının kendi estetliğinin farkına varmasıyla bağdaştırabiliriz. Meral kendi içinde farkına varmadığı şeyleri Halil’in dünyasına girmeye çalışarak elde eder. Ve en nihayetinde Halil ile birlikte olarak kendisi için varlık haline dönüşebilece‘’Bir resmin bizi bir (Platonik) ideanın kavranışına gerçek ve aktüel nesneden daha kolay ulaştırmasını mümkün kılan şey -öyle ki bu sayede resim ideaya gerçeklikten daha yakın hale gelir- genel olarak sanat eserinin daha önce bir öznenin içine işlemiş (ve ondan geçerek bize ulaşmış) obje olmasıdır.’’ (6)blockquoteğine kendisini inandırmaktadır. Bunun en güzel örneğini yukarıda kendi duva/spa/pn ğını kendisinin açtığını söyleyerek belirtmiştik. Kayık imgesi ise durgun suda Halil’in zamanını ve donukluğunu sembolize eder. Ancak Meral’in bu sahnede attığı diğer nesneler -kendi mankeni ve resmi- zamanın tutsaklığından çıkarak yitip gider ve batarlar. Böylece Meral’in özgür iradesi ve Halil’in farkında olmadan yaptığı eylemler sayesinde kadın kendini özgür kılar.
Kar-wai Wong’un Fa yeung nin wa (Aşk Zamanı, 2024) filmi yine aynı şekilde Erksan’ın filmindeki alaşımı verir. Her iki filmin ortak teması Zaman’ın kendisinde yatmaktadır. Oldukça durağan ve melankolik derecesinde hastalıklı filmler olan bu iki filmdeki sahneler her ne kadar farklı bir şekilde işlenmiş olsa da insanda uyandırdığı duygulanımlar benzerdir. Aşk Zamanı filminde gördüğümüz karakterler eşleri tarafından aldatılmışlardır. Ve her iki karakter de bunun acısını çeker. Ancak bizim görebildiğimiz yani olması gereken yansıtılarak aşkın idealist bir tanımını vermekten öteye gidemez. Bu ancak iki insan vücudunun bir araya getirilmeden ve aldatılmışlığın altındaki aşağılanmışlık duygusuna rağmen iki bireyin birlikte olmayarak aşkın yüceltilmesidir. Tabii bu aynı zamanda sinemada olanı göstermekten çok hissettirmek ile alakalı bir durum da yaratmaktadır. Aynı şekilde diğer bir uzak doğulu yönetmen olan Kim-ki Duk’un Shi-Gan (Zaman, 2024) filmi bir diğer ilginç ayrıntılara haiz filmdir. Buradaki zaman kavramı ise çok daha basittir. Zaman aşkı değiştirir ve değişimin önüne geçmenin hiçbir yolu yoktur, buna kendi yüzünüzü değiştirmeye çalışmanız dâhildir.
Filmlerdeki yüz değişimlerini ve aşkı yansıtma biçimi olarak ele alırsak konumuz daha da budaklanacaktır. Bu nedenle Erksan’ın yapıtıyla ilgili söyleyeceklerimiz şimdilik bunlarla sınırlıdır.
“Hayatta canımızı sıkan şey
Hoşumuza gider resimde.” (Goethe)
SEVMEK ZAMANI’NA EK
NARSİSİSTİK İLİŞKİ ÜZERİNE
Burada yukarıda değinmeyi unuttuğum ve filmle ilgili bağlantıların daha iyi bir çözüme kavuşmasını sağlayacak örnekleri vermek filmin yapısını ve incelemesini daha da kolaylaştıracaktır. Narsisizmde özellikle kendini gösteren belirtiler aşkın alınıp-verilmesiyle ilgili durumlardan ibarettir. Bu başlığın altında gördüğümüz görme bakma edimine ve ilişkideki yansımasına bir daha göz atalım. Halil’in narsisizmi görme üzerine bir narsisizminden çok aynı zamanda almamaya yönelik bir tutumu belirtir. Onun bencil görme yetisi yalnızca kendisine geri dönerse kabul edilebilir hediye olacaktır. Bu türden mazoşist bir sevgi edimi aynı zamanda hiçbir zaman verilmeyen duygusundan çok hiçbir şey alınmak istenmeyen bir duygu durumu meydana getirir. Özellikle bu tür kişiliklerin sergilediği davranışlar başkasından hiçbir şey kabul etmemeye yönelik davranışlardır. Narsisist kişiliklerin sonucu olarak birinden alınan hediye ya da benzeri nesneler bu kişiliklerin kendilerini değersiz hissetmesine neden olur. Halil de aynı şekilde Meral’in kendisini sunmasına izin vermez, bu Halil’in patolojik olarak narsisizminden kaynaklanır. Kendi değer verdiği aşkı sadece kendisi yaşamak ister, başkasının müdahalesi, hatta nesnenin kendisi bile olsa, onu kabul etmesi, aynı zamanda aşkı değil, kendisini değersizleştireceği anlamına gelir. Narsisist bir kimlik olarak onlar aşkı idealize ederek kadınlarla yakınlaşmazlar. Bana göre kadınlara yakınlaşmaları aynı zamanda ilişkiden sonra doğacak çocuklara karşı takınacakları tavırlarda da gizli olabilir. Çünkü Halil aynı zamanda cinsel bağlantılardan kaçınan ve aşkı yalnızca ideal olarak yaşamaya çalışan bir karakterdir. Halil böylece olası bir cinsel ilişkiden ve kadın nesnesinden kurtulmuş olur. Dolaylı olarak Meral’in kendini vermesi edimi aynı zamanda Halil’e bir çocuk vermesi edimiyle bağdaştırılabilir. Buradaki hediye aynı zamanda Freud’un anal döneminde çocuğun annesine sevgisi karşısında sevgi nesnesi olarak kakasını vermesi gibidir. Halil, Meral’den aynı zamanda böyle bir hediyeyi istemeye tenezzül etmez.
Shohei Imamura’nın, Fukushû suru wa ware ni ari (Vengeance is mine, 1979), filminin sonunda kendisine âşık olan kadını öldüren Enokizu, onları öldürmesinin sebebi olarak kadının kendisinden hamile kaldığını ve dünyaya kendisinin benzeri bir çocuk getirilmesine karşı olduğunu söyler. Enokizu’nun durumu daha farklı bir görüntü çizmesine rağmen Halil’den pek de bir farkı yoktur. Enokizu, özellikle film boyunca ülkenin içerisinde yaşadığı çalkantılar, haksızlıklar ve çürümüşlüğe baş kaldırarak çocukluğundan beri baş gösteren şiddete meyilli isyanı, benzer şekilde, Sevmek Zamanı filminin çekildiği dönem olan askeri-siyasi çalkantılara eşitlemek mümkün.
Halil’in narsisizmi de aslında bir tür gerçeklikten kaçış ve bir tür pasifist bir tutumdur. Enokizu gibi onun da sosyal gerçekliklerle başa çıkamadığı ve kendisini yönlendiren gerçek ilişkilerin verdiği korku onu bu yönde sürüklemektedir. Ve en doğal haliyle Halil’in Metin Erksan’ın korkularından arınmamış ya da sinemada Erksan’ın personasını yansıttığını söyleyebiliriz. Erksan’ın 60’lı yıllardaki sosyal tutumu ve bunun karşısındaki bir tür isyanı olarak değerlendirebiliriz bu kaçışı. Erksan’ı bu nedenle Jean Vigo, Jean Cocteau, Marcel Carne gibi Fransız şiirsel gerçekçilerin yanına yerleştirmeliyiz. Saydığımız yönetmenlerin belki de şiirsel-sinema deneyimleri aynı zamanda savaştan, sefaletten bir tür kaçış olarak okunabilmektedir. Erksan’ın böyle bir film çekmesi aynı zamanda bir tür kendisi için kaçış olanağı sağlamaktadır. Tıpkı bizim gerçeklikten korkup yeterince baş edemediğimiz sorunlarımızla yüzleşmek yerine sinemaya gitmemiz gibi. Yanlış anlaşılmasın, burada Erksan’ın yalnızca bu filmde ortaya koymuş olduğu parametreler üzerinden gidiyorum. Yoksa Erksan’ın diğer toplumsal filmleri aynı şekilde dönemin yansımalarını cesur bir şekilde vermektedir.
Enokizu ve Halil’in narsisizmini bir tür kaçış olarak nitelendirdik. Halil ile Meral’in filmde öldürülmesi bizlere trajik bir aşk öyküsünü anlatır. Ancak gerçek Halil’in çocuk istememesindeki narsisizminden kaynaklı olarak doğal süreçtir. Halil acı çekmeye kendisini koşullandırmış tipik bir aşk adamı gibi görünür gözümüze; bu da filmin ya da bu tür yazınsal eserlerin insanların gönlünü çelmesi için yaratılmış yüzeysellerdir. Çünkü Halil ile Meral’in öldürülmesi aynı zamanda Halil’in çocuk istemeyişinin altında yatan nedenleri ele verir. Halil aynı zamanda bilinçaltında Başar’ın bu konuda engelleyici bir faktör olduğunu bilir. Ve içten içe Başar’ın eylemsel olarak bir fiil yapacağının farkındadır. Başar bu nedenle Halil’in diğer ikizidir, aynı zamanda davranışsal olarak karşıtıdır diyebiliriz. Bir tür ‘dopple-ganger’ şeklinde telaffuz etmek daha iyi olacaktır. Başar aynı zamanda Halil’in narsisizmi için bir tür ‘deus-ex machine’ vazifesi görür. Filmin ana ekseninde Halil’in aşkı yüceltilecekse Başar bunu sağlayacak yegâne kişidir. Çünkü filmde Meral’in babası her ne kadar gerçekçi bir tutum sergilese de baba figürü oldukça vasıfsızdır. Tam tersi olsaydı, yani olağan olarak baba figürü ön planda olsaydı o zaman psikanalitik açıdan filmi okuyacak ve asıl anlatılmak istenen ideal aşk vurgusu güdük kalacaktı. Ancak Başar’ın var olması aynı zamanda Halil’in istediği aşkın idealize şeklini verir. Başar’ın varlığı filmin hem çözümsüzlüğünü ve en sonunda Halil’in istediği şeyin çözümünü verir. O yalnızca filme eklemlendirilmiş bütün doğal kurguyu tamamlayan üçüncü mutsuzdur. İkili ilişkilerde üçüncü mutsuz kişiye duyulan ihtiyaç aynı zamanda aşk üçgeninin tamamlayıcı öğesidir.
Takeshi Kitano’nun Dolls (Bebekler, 2024) filmi aşkı üç parçaya ayırmış hikâyeler aracılığıyla anlatır. Özellikle bunlardan bir tanesi oldukça dikkat çekicidir. Bir hikayede anlatılan ve süper star bir kıza aşık olan fakir işçi genç, onun resimlerine sürekli bakar durur. Halil ile benzerlikleri bir yana bırakılırsa, hikâyenin sonunda genç, postere bakarken elindeki kesici aleti alır ve gözüne saplar. Bu olay aynı zamanda gencin narsisizmine verdiği bir bedeldir. Halil de aynı şekilde bunu dayak yiyerek, aşağılanarak ve tekrar kendi yarattığı dünyasına fırlatılarak öder. Ancak asıl bedeli filmin sonunda verir. Kitano’nun filmindeki gencin öyküsü aynı zamanda görme edimindeki kendine bakma olayını ve kendi gücüne karşı duyulan öfkeyi belirtir. Bunu mitolojik olarak Norveç Tanrısı Odin’in öyküsünde bulabiliriz. Odin’in kendini beğenmişliği ve kendi gücü karşısındaki kibri yine aynı şekilde kendisine döner. Kendisine bir ağacı köklerinden çıkaramayacağı, çıkarması aynı zamanda kendi ölümüne sebebiyet vereceği için bunun tehlikesini göze alır. Odin ne kadar uğraşsa da ağacı yerinden sökemez hatta bir meyvesini koparmaya çalışırken kendi gözünü de kör eder Odincik. Odin’in ağacı aslında kendisiyle temsil edilir. Kitano’nun filmindeki genç de bedel olarak bu yüzden gözünü feda eder. Bu itki aynı zamanda onun kibrinin ölçü değeri olan görmeyi elinden alır. Çünkü görme Freud’un da altını çizdiği gibi dokunma duyusundan önce gelen ve öznenin cinsel hazzının ilk başlangıç yeridir. Halil de benzer şekilde bu kibrinin bedelini ödemek zorunda bırakılır. Meral onun bu Narsisist tutumunu fark ettiği anda, kendi benliğinin itici güçlerini, yani kendi narsisizmini ortaya koyar.
Meral’in narsisizmi daha çok karşıdaki nesnenin kendisinden daha güçlü olduğunu göstermesiyle tetiklenmektedir. Bu nedenle Kierkegaard’ın dediği üzere, Meral’in tepki sağlaması erkeğin düş gücüne bağlıdır. Meral’in bu mekanizmayı çalıştırması için aynı ölçüde kendisinden daha fazla kendini beğenmiş birine ihtiyacı vardır. Başar, ancak ekonomik ve kültürel açıdan onun dengidir. Ancak bir özne olarak Başar’ın kendini beğenmişliğinden bahsetmek önemsizdir. Çünkü onun Halil ile Meral’e yönelik öfkesi yalnızca eril duygularının vermiş olduğu aşağılanmışlık duygusundan kaynaklanmaktadır.
Meral’in tutumu ya da karakter yapısı, Halil’den geri kalmaz aslında. Meral, özellikle Başar gibi silik ve ekonomik açıdan kendini var eden bir insandan çok babası gibi kendini yüksek gören ve Narsisist yapıya sahip bir özne arayışındadır. Filmdeki ekonomik uçurumlardan çok kişilik yapılarındaki benzerliklere değinmek çok daha akilâne olacaktır. Meral bu nedenle Halil’deki kendini beğenmişlik duygusunun kurbanı olur ancak onun bu kurban olma edimi daha çok Halil’i kurban etmeye dönüşür. Çünkü en az kendisi de Halil kadar ben-merkezci bir yapıya sahiptir. Bu yüzden Halil’i kendi dünyasından indirmek için Halil’e karşı olan öfkesini aşk eyleminin içinde eritir. Meral’in davranışları bizlere, erkeğine aşkına sadık bir portre çizmiş olsa da, aslında tam tersi bir durum vardır. Meral, Halil’e karşı büyük kin ve öfke beslemektedir. Aşk ise bu duygulanımlar için oldukça güzel bir kuluçka yeridir. Bu türden duygular böylece aşkın hizmetine adanarak, bu bileşkeden büyük imkânsız bir aşk teması ortaya çıkar.
Filmdeki bu narsisizm ikilemleri tarih boyunca işlenmiştir ancak sonunda sürekli hüsran ve kırılmışlıkla bitmesinin nedeni, bu iki insanın bir araya geldiklerinde, evlendiklerinde veya çocukları olduğunda hiçbir şekilde anlaşamayacaklarıdır. Onların davranışları ve çözümlenebilir olmaları bu dünyaya ait bir şeydir ve bu dünyada bir araya gelmeleri aşklarının aynı zamanda kendi narsisisizmlerinin de ortaya çıkmasına neden olur. Bu yüzden âşıkların ölmeleri ve diğer ideal dünyaya intikal etmeleri gerekir.
Patolojik narsisizmin kaynakları Meral ile Halil’in ilişkileri üzerinde büyük bir güce sahiptir. Halil ile Meral arasında ve sonunda tekâmüle eren ilişki ölümle sonlanır. Bu aşk duygusunun yüceliğinden kaynaklanmaz, tam tersine aşk ilişkinin uyumsuzluğundan dolayıdır. Âşıkların ölümleri yalnızca bu duygunun üzerinde yüceltme havası verir bizlere, çünkü bir araya gelmemiş iki insanın ideallerini yansıtır. Nicholas Roeg’in Bad Timing (1980, Kötü Zamanlama) filmi bu türden hastalıklı ilişkilerinin devamında neler olacağının ayrıntılı analizini verir. Sevmek Zamanı’nda cinsel bir edim bulunmaz, çünkü bir ilişkinin asal elementi olan cinsellikten yoksunluk bir tür çocuksu aşka indirgenmiştir. Hatta cinselliğin bu filmde seyirci üzerinde ketleyici bir etkisi bile bulunmaktadır. Filmde adeta cinsel ilişkiye girme bir tür cezalandırma biçimini alır. Başar’ın âşıklarımızı öldürmesi aynı zamanda seyircinin de bilinçdışı isteklerini yansıtır. Aşkın cinsellikle kirletilişi bir nevi seyirci tarafından olumlanan bir nitelik kazanır.
“Çiftler için yatak aşkın mezarıdır.” En lektion i kärlek (Bir Aşk Dersi, 1954) - Ingmar Bergman
Son olarak Roeg’in filminde Harvey Keitel’in canlandırdığı dedektif karakterinin âşık kadın için sarf ettiği replikler aynı zamanda filmde Meral’in psikolojik açıdan narsisizmini ele vermektedir:
“Bir çeşit moral ve fiziksel çöküntü içinde çevresindeki her yere yayılırlar, sanki bulaşıcı bir hastalık gibi. Tehlikeli yaratıklardır. Hem kendilerine hem de diğerlerine karşı. Onlar güçlü olmamızı kıskanırlar. Bizim savaşma kapasitemizi, bizim gerçeği öğrenmeye olan tutkumuzu. Onlar ne yaparlar? Onlar bizi kendi karışıklıklarının içine çekmeye, bir kaosun içine sürüklemeye çalışırlar.” Bad Timing (1980) - Nicholas Roeg
kusagami@sanatlog.com
NOTLAR:
(1) Zizek S. (2009) - Hitchcock (Ya da Bir Filmi Yeniden Çekmenin Özel Bir Yolu Var mı?) (Sabri Gürses, Çev). İstanbul: Encore
(2) Canova C. (2011) Ful Yaprakları. İstanbul: Cinius
(3) Margalit A.,Bruma I. (2009) - Garbiyatçılık (Düşmanlarının Gözünden Batı) (Güven Turan, Çev). İstanbul: Yapı Kredi
(4) Margalit A.,Bruma I. (2009) - Garbiyatçılık (Düşmanlarının Gözünden Batı) (Güven Turan, Çev). İstanbul: Yapı Kredi
(5) Schopenhauer A.-Aşka ve Kadınlara Dair (Toplu Eserleri 1). (Ahmet Aydoğan, Çev). İstanbul: Say
(6) Schopenhauer A. -Güzelin Metafiziği. (Ahmet Aydoğan, Çev). İstanbul: Say
(7) Kierkegaard S. -Baştan Çıkarıcının Günlüğü (Süha Sertabiloğlu, Çev). İstanbul: Ayrıntı
(8) Kierkegaard S. a.g.e s: 134
(9) Kierkegaard S. a.g.e s: 134
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Gilles Deleuze’de Yeni Bir Düşünme Biçimi Olarak Sinema
“Sözcüklerin Kabuğunu Kırın”
Gilles Deleuze
Michel Foucault ile aynı dönem çalışmalarını ortaya koyan Gilles Deleuze, Fransız felsefi düşüncesinde oldukça ayrıksı bir yere sahiptir. Michel Foucault gibi, bilgi, erk ve arzu meseleleri üzerine yoğunlaşan Gilles Deleuze önemli yapıtlarının çoğunu Felix Guattari ile birlikte kaleme almıştır. Kapitalist düzenek içinde arzunun özgürleştirici imkânlarını ve hudutlarını sorgulayan, Deleuze’un Antonin Artaud’tan esinlendiği “organsız beden” (1) de kapitalizmin içindeki hiyerarşiye ve kodlamaya karşı çıkan “eklemlenmemiş, parçalanmış ve yersiz yurtsuzlaşmış yeniden inşa edilmeye muktedir bir bedendir.” Özü itibarıyla devrimci olan bu arzu, kapitalizm ve şizofreni ile içselleştirilen “kapitalist bastırmanın bir ürünü olan bireyin” (2) yansımasıdır. Bu bağlamda kapitalizm ve arzu arasındaki kaotik ilişkiyi sorgulayan Gilles Deleuze’un “Kapitalizm ve Şizofreni eseri, arzu, şizo analiz gibi kavramları çok bilinip sorgulanmasına karşın sinema konusundaki düşünceleri özellikle Türk sinema ve film çalışmaları alanında daha yeni yeni sorgulanmaya başlanmıştır.
Her ne kadar Deleuze “ ben bir sinema teorisi ortaya koymuyorum”(3) diye belirtse de sinema, Deleuze’un felsefe anlayışında yirminci yüzyılın düşünsel koşullarının dışa yansıması olarak ortaya çıkar. Görüntü ve sesi aynı anda ortaya koyabilen bir optik form olarak sinema’yı teknik bir formdan öte felsefenin 20. yüzyılda evrildiği olağanüstü etkileme gücüne sahip bir görme diyalektiği” olarak kavramsallaştırır. Özellikle günümüzde kitle kültürü içinde Hollywood ana akım sinemasının sadece teknik görkeme indirgenip felsefi ve estetik arka plandan soyutlandığı bir zamanda sinemanın sanat olarak kabul edilmesinde Deleuze’un düşünceleri sinema ve film çalışmalarında önemlidir.
Bu “görme diyalektiğini” biraz açacak olursak önceleri sinema 1861 yılında sinema ve fotoğrafın yüzyılın en önemli keşiflerden sayıldığı bir zaman diliminden 1904’e kadar panayır şaşası ve gösterisinin bir parçası olarak görülür. Lumiere Kardeşlerden Melies’in kendi gerçekliğini yaratan filmlerine doğru giden süreçte sinemanın üzerine yapışan teknik tanımından kurtulup sanat alanına geçebilmesi kendini kanıtlamanın da tarihi olarak değerlendirilebilir. 1905’e kadar tüm dünyada sinema izlenen mekânların vodvil evleri, lunaparklar ve fuar alanları olması sinemanın henüz daha kendine ait bir uzama sahip olamayışını da gösterir bizlere.
20. yüzyılın görme diyalektiği üzerine fazlasıyla düşünen biri de Walter Benjamin’dir, Pasajlar adlı yapıtında da Rüya âlemi metaforu, filmlerin toplumsal rüyalar olarak değerlendirebilmesinin de önünü açar. Walter Benjamin, kendine özgü bir görme diyalektiği oluşturarak on dokuzuncu yüzyıl modernleşmesi ve kitle kültürünü tarihinin görmezden gelinen ayrıntıları üzerinden dillendirir. “Tekniğin olanaklarıyla yeniden üretilebildiği çağda sanat yapıtı” isimli çalışmasıyla da Benjamin özellikle sesli sinemanın görsel algılamada derinliği ortaya çıkaracağını vurgular.
Teknikle sanat çizgisinde bir yaratım olarak sinemayı Deleuze’ (4) “üç tür imge türüne göre çalıştığını ileri sürer: montaj, algı ve duygulanım imgelerinin birleşimidir”. (5) Sinemanın en ayrıksı özelliği “Sinematografik imgenin kendisi hareket özelliğinden dolayı diğer sanatları kapsar, sinematografik imge diğer sanatlarda var olan özsel olan şeyleri bir araya getirir.” (6) derken Deleuze, “tinsel otomat” kavramı üzerinde de durur. Deleuze hakikat, imge ve zamanın sinemanın asli unsurları olduğunu savlarken, bu bakış açısı sinemanın belirli dönemlere ayrılmasını da sağlar. Bu bağlamda sinema Deleuzyen bir tavırla yersiz-yurtsuzlaşmadır, çünkü sinema gerçekliği yeniden yeniden üreterek kendini konumlandırma imkânına sahiptir. Sinema her şeyden önce artık imgeler çağına geçtiğimizin en önemli göstergesidir. Sonuçta sinemayla birlikte imge artık faklı bir hakikatte kavranmaya başlamıştır. Deleuze sinemanın otomatik hareketi sunarak bir nevi fotoğraf ve resimden daha farklı ileri bir boyuta taşındığını aktarır. Bu bağlamda Deleuze birlikte değerlendirildiği çağdaşlarından sinemaya getirdiği yaklaşımıyla ayrılır. Zaten Michel Foucault’un dediği gibi “bu yüzyıl Deleuze yüzyılı olacaktır” cümlesi de bu gerçeği çok açık biçimde ortaya koyar.
esenkunt yahoo.com
(1) S. Best, D. Kellner, Postmodern Teori, Eleştirel Soruşturmalar, Mehmet Küçük (Çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, ss, 117
(2) Philip Goodchild, Deleuze ve Guattari, Arzu Politikasına Giriş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2024,ss.171.
(3) Gilles Deleuze, Cinema 1 The Movement Image, London, Newyork: Continuum, 1986.
(4) Gilles Deleuze, Philososphy of Films as The Creation of Concepts, in The Philosophy of Film, Introductory Text and Readings, Thomas E. Wartenberg and Angela Curran, Malda, Oxford, Carlton: Blackwell Publishing, 2024,s33–39.
(5) Meral ÖzÇınar Eşli, Türk Sineması’nın Felsefi Arka Planı, İstanbul: Doruk Yayınları,2012, s.34.
(6) Gilles Deleuze, Cinema 2: The Time Image, University of Minnesota, Minneapolis, 1989,s.156
Alfred Hitchcock’un Psycho’su - 3. Analiz (Orhan Miçooğulları)
Mayıs 3, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
Sinema sanatı, diğer ağabeyleri gibi köklü bir geçmişe sahip olmamasına rağmen diğer sanatları içine alacak kadar şefkatli bir kardeştir. Fazla eskiye dayanmamasına rağmen içerisinde etki ve etkilenim açısından birçok başyapıt barındırır sinema. Psycho / Sapık (1960) filmi bu başyapıtlardan sadece birisidir. Peki, bir eserin başyapıt olmasını sağlayan unsurlar nelerdir? Kullanılan teknikler mi? İşlediği konu mu? Kurgusu mu? Belki de hepsi… Ama en önemlisi bana göre, sonrasında gelecek filmleri büyük çapta etkilemesi ve birçok ilki barındırmasıdır. Bu da yukarıda sayılanların kusursuz bir şekilde örülmesiyle başarılabilir.
Alfred Hitchcock yaşadığı dönem itibariyle yaptığı filmlerin değeri sonradan anlaşılan yönetmenlerden, ki François Truffaut ile olan söyleşisinden sonra ciddi anlamda filmleri yeniden masaya yatırılmış ve didiklenmiştir. Günümüz sinemasında ondan etkilenmeyen yönetmen ya da sinemacı yok gibi. Yaşamı boyunca yapmış olduğu 50 küsur film salt polisiye-gerilim ve korku türünde işlenmiş olsa da alt metinlerindeki bütünlük ve anlam oldukça dikkat çekicidir. Her seferinde seyircisini aldatmayı başaran üstadın bunda ne kadar maharetli olduğunu söylemeye gerek yok, eserlerinde üzerinde durduğu freudçu yaklaşım aslında bize yeterince bir ipucu sağlamaktadır. Oldukça basit ve sıradan konuları işlemiş gibi görünen filmleri bir bilinç oluştururken, anlatmak istediği şeyler filmin bilinçaltını oluşturmaktadır diyebiliriz. Yüzeyselliğin altında yatan kaos olarak da ifade edebiliriz bunu.
Hitchcock’un filmografisini incelediğimizde şüphe/gerilim unsurlarının terazinin bir kefesine yüklendiğini görebiliriz. Ancak korku türünde pek az eser vermesine rağmen –ki bunlar Psycho (1960) ve The Birds (Kuşlar) filmleridir– diğer kefenin dengelenmesini sağlayacak kadar etkili yapıtlar verdiğini de görmezden gelemeyiz. Belki de bu yüzden korku sineması denince akla gelen ilk isim Hitchcock’tur. Genel olarak sürekli karşı karşıya getirilen sanat sineması ve popüler sinemayı ayrıca tek bir potada eritmeyi başarmıştır üstat.
Sapık filmi, Robert Bloch’un aynı isimli romanından uyarlanmış bir yapıt olmasına rağmen, boynuz kulağı geçer misali filmin ünü romanın ününü geride bırakmıştır. Andre Bazin’in dediği gibi bu tür ilişki içerisinde bulunan yapıtlar elbette var olacaktır. Sinema tek yönlü bir alışveriş veya salt verme amacına düşmüş bir endüstri değildir. Sinemanın diğer sanatlardan beslendiği aşikârdır ama bunun yanında vermiş olduğu eserler sayesinde diğer sanatları da besleyebileceğini hatırımızdan çıkarmamalıyız. Bu film sayesinde orijinal kitabın satışları artmış ya da bu film başka eserlerin yazılmasına katkı da bulunmuştur kanısına varmak mümkündür. Bu da sanatlar arasındaki organik bağın ne kadar güçlü olduğunu kanıtlıyor.
Hitchcock’un film girizgâhları hakkında, daha önce kısa bir sunuş yapmıştık. (bkz: To Catch A Thief / Kelepçeli Aşık, 1955). Yönetmen, Truffaut ile yaptığı söyleşide de bunu belirtiyor ayrıntılı olarak. Uzaktan yakına ilişkisi içerisinde başlayan filmimiz, önce bir şehir görüntüsü, bina ve en sonunda bir oda görüntüsü ile perçinler bu daralmayı filmin ortasındaki küvete kadar götürmek mümkündür. Açıkçası filmin bu şekilde başlaması Hitchcock’un genel anlamda kullandığı temaya iyi oturmaktadır. Şöyle bir açılım izlesek sanırım yanlış olmaz. Yönetmenin filmlerinde gördüğümüz sıradan insanların başına gelen sıradan olmayan olay teması sayesinde, bu genel görüş yani şehrin kuşbakışı görüntüsü sayesinde seyirci ilk bakışta ‘’bu benim evim ya da odam da olabilirdi’’ şeklinde bir düşünceyi sahiplenir. Ancak insanın içindeki merak ve röntgenleme duygusunu dizginleyememesi, kendisini ahlaki ikileme düşürür. Filmimiz Bernard Herrmann’ın yaylılarından oluşan meşum müziğinin eşliğiyle seyrine devam eder. Bernard Herrman’ın ismini jenerikte yönetmenin isminden hemen önce görürüz ki bu da iki üstadın kolektif birlikteliklerinin meyvesidir diyebiliriz.
Artık odanın içerisindeyizdir. Sutyeni görünen yarı çıplak kadın karakterimiz Marione Crane (Janet Leigh), yatakta uzanmıştır, erkek arkadaşı Sam Loomis de (John Gavin) birazdan onun yanına uzanacaktır. Şu ana kadar tarafsız olan kamera ikisin ortasında dururken, ikisinin yatağa uzanmasıyla birlikte hafifçe kadın karakterin arkasına geçerek seyircinin hangi karakter üzerinde yoğunlaşacağını belirtir. Yönetmenin filmleri ve dönem itibariyle böylesine bir sahnenin oldukça cesurca olduğunu belirtmek gerek, sütyeniyle birlikte odada dolaşan kadın karakterin tahrik edici özelliği yadsınamaz, Hitchcock, ‘’çıplak olsaydı daha farklı bir sahne olabilirdi’’ demesine rağmen, bu şekilde daha etkili olduğunu düşünüyorum.
İzleyicide oluşan ahlaki ikilem aslında Marion karakterinde fazlasıyla mevcuttur. Özellikle ilk sahnede gördüğümüz öpüşme sahnesinde, ucuz otellerden nefret ettiğini böylesine kaçamak bir yaşamdan artık haz almadığını ifade eder. Ve bunun son kez olacağını ifade ederken, artık evlilik hayalleri kurmak yerine evlenmek istediğini söylemesine rağmen, Sam de ona ‘’evli bir kız gibi konuşuyorsun’’ der. Marion yaşamı boyunca çalışmış ve ailesine birçok katkı sağlamıştır babası erken yaşta ölmüş, kız kardeşi ve annesine hep o bakmıştır. Artık buna bir son verme isteği içinde uyanır. Marion’un bir şekilde bu kaçamak hayattan kurtulma isteği onun bu uğurda birçok şeyi göze alabileceği anlamı da taşımaktadır. Aynı şekilde Sam karakteri de yaşamı boyunca böylesine bir yaşamın hayalini kurmuş olmasına rağmen, babasının mirasından kalan dükkânın borçlarını ödemekle meşguldür ve borçlarının tamamını ödemeden evlenmeye niyeti yoktur. İki karakterin arasındaki ilişki yasak bir ilişki olmasına rağmen bu ilişkiyi meşrulaştırma çabasına düşmeleri, bir nevi Vertigo / Ölüm Korkusu (1958) filmindeki James Stewart ile Kim Novak arasındaki, ulaşılamayan, bir türlü doyurulamayan cinsel ilişkiyle örtüşmektedir. Vertigo’da bunun sembolü sekoya ağacı iken bu filmde de aynı şekilde ileri ki sahnelerde çalınacak olan 40.000 dolardır. Bu da bizi her şeyin temelinde ‘’sex’’ olduğu kanaatine ve bu konuda yapılan her şeyin bir amaç olmaktan çok araç olduğu sonucuna götürür.
Marion otelden ayrıldıktan sonra, geciktiği işyerine dönerek masa başına geçer, (bu arada Hitchcock’un cameosu görünür). Burada birlikte çalıştığı kız arkadaşından baş ağrısını dindirecek ilaç isterken, kız arkadaşı çantasından ilaçları çıkarıp şunu der; ‘’Doktor bana bu ilaçları nikâh günümde verdi’’, film başlı başına bir evlenme, aile birleşme üzerine göndermelerle kuruludur bu insanın yaptığı günahları meşrulaştırması, üremesi doyuma ulaşması için kılığa bürümesidir. Sonradan işyerine Marion’ın patronuyla birlikte gelen zengin iş adamı Cassidy’nin ‘’Vay canına, taze süt kadar sıcak!’’ repliğiyle içeri girmesi, kızının yarın evleneceğini söylemesi bu yüzden 40.000 dolarıyla böbürlenmesi ona alacağı hediyeler vs. aslında yine bu toplumsal ağın bir parçası olma niyetine düşüldüğünü gösterir. Filmde ağırlık ‘’oedipus’’ üzerine olabilir ama yine de “elektra kompleksi”nden izler görmek mümkündür. Cassidy karakteri bunun canlı bir örneğidir. Evlenecek kızı için ‘’Yarın orada duracak ve evlenip beni bırakacak’’ demesi aleni bir örnek olmasına rağmen, Marion’ın erken yaşta babasını kaybetmesi, onun boşluğunu dolduracak bir erkekle doldurmaya çalışması çabasının altında da bu kompleks yatmaktadır.
Cassidy karakterinin Maron’a kur yapmaya çalışması, parasıyla böbürlenmesi, mutluluğu satın almak yerine mutsuzluğu maddiyatıyla örtmeye çalışan sözleri izleyicide bir anti-pati oluşmasına neden olur. Marion’un yerinde olan seyirci evlilik arifesindeki bir kıza yapılacak olan davranışları mazur görmeyecektir. Bu nedenle Marion’ın parayı çalmasında bir sakınca görmeyecek, parayı aldıktan sonraki heyecan ve gerilimi hissedecektir. Ancak önemli olan kısımlardan biri de, Marion’ın parayı alıp çantasına koyarken hiçbir şekilde heyecan yaşamamasıdır çünkü aklında henüz parayı alma gibi bir düşünce söz konusu değildir. Biz bu düşünceyi kameranın parayı yakın plan çekime alması sonrasında eşyalarını hazırlayan Marion’ın bavulunu yakın plana almasıyla yaşarız. Aynı zamanda bu Marion’ın parayı alıp almama konusunda ki ikilemini yansıtmaktadır. Marion’ın ilk sahnede beyaz bir sutyen takması, parayı aldıktan sonra sutyen renginin siyaha dönüşmesi aynı zamanda karakterin ruh halinin de değiştiğinin göstergesidir.
Marion parayı almış ve kafasında parayı nerden bulduğu konusunda sevgilisine yalanlar uydurmaktadır. Parayı aldıktan sonra yaya geçidinde bu düşüncelerle boğuşan karakter patronunu gördükten sonra bir an için sevinir çünkü kafasından her şeyin sonunda mutluluğa ulaşacağından emin düşünceler geçirmiştir, bu sevinç sonra kaybolur yerini önce endişeye sonrada bir korkuya bırakır. Bu aynı zamanda seyirci içinde geçerli bir durumdur.
Marion uzun süre araba kullandığı için, arabasını yolun kenarına çeker ve uyumaya başlar, ta ki kendisini rahatsız eden bir polis memuru ortaya çıkana kadar. Marion’ın endişeli ve şüpheli tavırlarda bulunması, memurun şüphelenmesine ve onu bir süre izlemesine neden olur. Bu Marion’ın sürdüğü arabayı dikkat çekmemek için pazarlık bile yapmadan 700 dolar zararla satmasına neden olur bu arada memurun yolun karşısında beklemesi, karakterimizin daha çok korkmasına ve kafasında memur ile galerici arasında geçen konuşmaları yapmasına neden olur. Ayrıca patronu ve Cassidy arasında olabilecek konuşmaları hayal ederken akşam olmuş, yağan yağmur yüzünden görüş açısı azalmıştır karakterimizin. Bu nedenle otoyoldan sapmıştır. Girdiği yolun kenarında ‘’Bates Motel’’ine rastlar.
Mcguffin kavramına hali hazırda değinsek fena olmaz. Mcguffin genel olarak seyircinin film esnasında yönetmenin seyirciyi yönlendirmeye çalıştığı- seyirci genelde farkında olmaz- nesne ya da öznedir. Ancak Hitchcock filmlerinde dikkat çekilen nesneler belli bir süre filmdeki değerliliklerini kaybederler. Tıpkı Sapık filmindeki 40 bin dolar gibi. Açıkçası ben bunu erekte olmuş ancak boşalamayan bir penise ya da doyuma ulaşmamış cinsel ilişkiye benzetiyorum. Çalınan 40 bin dolar Marion ve Sam arasındaki doyurulamayan, meşru olmayan cinsel ilişkinin sembolüydü. Ancak filmin bu anından sonra para işlerliğini, amacını yitiriyor. Böylece olabilecek cinsel ilişkinin iktidarına ket vurularak, iktidarsız duruma getiriliyor. Özne olarak ise polis memurunu örnek verebiliriz. Marion’ın sürekli peşinde olan polis de artık işlevini yitirmiştir ve seyirci olarak onunla ilgilenmeyiz.
Marion, ‘Bates Motel’e varmıştır ancak kapı kapalı olduğu için, sahibinin yan tarafındaki binada oturduğunu ve orada olduğunu düşünür. Alfred Hitchcock, sadece konu, müzik, psikanalitik, oyunculuk, anlam ve anlatım yönünden değil, filmlerinde kullandığı mimari yapılar ve mekânlar açısından da ustalığını sergilemekten çekinmeyen bir yönetmen. İlk dönem filmlerine baktığımız da –Downhill filminde de değinmiştik– yönetmenin alman ekspresyonizminden, ekspresyonist ışık ve gölge kullanımı ve mimarisinden etkilendiğini söyleyebiliriz. ‘Bates evi’ dışardan bakıldığı zaman ortaçağa ait duran grotesk bir yapıya sahip ve yapısında gotik mimarinin kullanıldığı bir ev olarak tasvir edebiliriz. Bates evine karakterin gözüyle baktığımızda iki kattan oluştuğunu görmüş oluruz. Yönetmenin filmografisine baktığımızda, filmlerinde mimarinin de başrolde olduğunu görmek mümkündür. Strangers on A Train / Trendeki Yabancılar (1951) filminde babasının katlini isteyen Bruno karakterinin evinin iç ve dış mimarisi yine aynı gotik mimariye sahipti. Downhill / Yokuş Aşağı (1925) filmindeki ışık ve gölge oyunları ve evinin iç tasarımı aynı şekildeydi. Örnekler bu şekilde çoğaltılabilir. Hitchcock Bates Evi’nin mimari tarzını ‘’Kaliforniya pekmezli keki’’olarak tanımlıyor. Evin saldığı korku kendi içindeki burjuvazi romantizm içersinde, kaba modern yatay motelle, dikey bir şekilde konumlandırılmış dikey gotik ev arasındaki zıtlıkla gizlenmiş. Bunun ayrıca bir kompozisyon oluşturduğunu ekliyor Hitchcock. Yönetmenin Bates Evi’ni Edward Hooper’ın resmettiği perili bir ev olan ‘’House by the Railway’’i temel alarak inşa ettiğini hatırlatmakta fayda görüyorum.
Bates Evi tipik bir evden oldukça farklıdır. Yönetmenin psikanaliz ve freudçu yaklaşımını göz önünde bulundurduğumuzda, evin aslında id, ego ve süper ego katlarından oluştuğunu okuyabiliriz. Evin en üst katı süper egoyu temsil ederken, orta kat egoyu ve görünmeyen kat olan bodrum katı id’i temsil etmektedir. Böylece ev, insani duygu, korku ve istekleri çağrıştıran bir yapı halini almaktadır. Robert Bloch kitabında Hıristiyan dininin kutsal üçlemesine ithafen id, ego ve süperegoyu kötücül üçleme olarak adlandırıyor. Freud’un psikanalitik kuramında, id kişinin en temel sistemidir. Bilinçdışında bulunan her şey burada toplanmaktadır. Bunlar daha çok doğuştan gelen içgüdüler ve gizilgüçlerdir. Temelde içgüdüleri saldırganlık ve cinsellik olarak ikiye ayıran Freud bunların bir şekilde doyurulması gerektiğini ifade eder. Ancak buna kişinin çevresi, toplum, ahlak kuralları vs. izin vermez ve kişi içgüdülerini farklı şekilde ego ve süperego aracılığıyla ortaya çıkarır. Ego (bir nevi sansür mekanizmasıdır ayrıca) bireyin çocukluğuyla birlikte etrafının yavaş yavaş farkına varmasıyla başlar. Birey kendi benliği ve çevresinin farkına vardıkça ego artık id mekanizmasından koparak kendi mekanizmasını oluşturmaya başlar. Ego, id tarafından bastırılmış duyguların, içgüdülerin, korkuların ortaya çıkmasını, bireyin dış dünya ile bağlantısını sağlayarak köprü oluşturur. Süperego ise bireyin, toplum, aile ve çevresinin norm ve kurallarına göre bu içgüdülerin nasıl ve ne şekilde ortaya çıkacağını denetler. Bir nevi süperego aslında toplumu koruyan ‘polis’ vazifesi görür. Normal bir bireyde bu mekanizma olağan bir şekilde işler. Ego orta katta yer aldığı için, id’ten gelen istekleri süperegonun ‘’olması gerektiği’’ anlayışına göre şekillendirir. Bu kimi zaman çatışmalara neden olup, kişinin psikolojik rahatsızlık geçirmesine neden olur.
İçgüdü konusuna dönecek olursak, bu konuda Freud’un görüşlerinden direkt olarak alıntı yapacağım;
“Cinsel içgüdüler başta çeşitli bedensel kaynaklardan kaynaklanır ve her biri ‘’organ hazzı’’ elde etmeye çalışır. Daha sonra birleşir ve cinsel içgüdüler olarak üreme işlevinin hizmetine girerler. İçgüdüler üzerinde dört tür zihinsel işlem yapılabilir:
Bastırılabilir, daha farklı amaçlara yüceltilebilir, kendi amacının karşıtına veya öznenin kendi benliğine dönebilir.”
Norman Bates (Anthony Perkins), karakterini bu konuda incelemek gerek. Freud’un ileri sürmüş olduğu kuramlar dışında bazı komplekslere yer vermek gerek. Norman Bates yukarda anlattığımız üzere id-ego-süperego mekanizması düzenli bir şekilde işlemeyen, bu bağlamda sürekli iç çatışmalar yaşayan bir hastadır. Bu hastalığının nedeni ise çocukluğunda –yani egosunun(kişiliğinin) şekillendiği dönemde- yaşadığı travmatik olaylar ve Freud’un ileri sürmüş olduğu ‘Oedipus Karmaşasıdır’. Bu karmaşa da erkek çocuklar anneye karşı cinsel anlamda bir bağlılık duyarlar, bu daha çok anne tarafından görülen sevgiden ve çocuğun kendini annenin bir parçası saymasından kaynaklanır. Çocuk, annesinin kucağında iken, aynaya baktığı zaman kendini farklı bir birey olarak görmez, tam tersine annesinin bir parçası olarak görür. Bu nedenle anne üzerindeki ‘baba’’ denetimine karşılık çocuk anne üzerindeki iktidarını sağlamak için babanın ölümünü dahi isteyebilmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi çocuğun bu ölümü algılayışıdır. Çocuk için ölmek demek daha çok kaybolmak anlamına da gelebilmektedir. Çünkü o yaştaki bir bireyin ölüm gibi soyut bir kavramı tam olarak algılayabilmesi mümkün değildir. O yüzden devekuşu misali, birisinin kaybolmasını istiyorsa gözünü kapatabilir ya da kendisini kaybolmasını istiyorsa yatağın altına girebilir. Buradan yola çıkarak Norman Bates’ in tam anlamıyla bir yetişkin olmaktan çok halen çocukluk dönemini yaşayan bir birey olduğunu savunabiliriz. Oedipus karmaşasında erkek çocuğun anneye karşı duyduğu yakınlık, egonun oluştuğu dönemde baba tarafına doğru bir yönelme göstererek, çocuğun baba ile özdeşleşim kurmasına neden olur böylece erkek cinsi anneye olan bağlılığı bu şekilde bilinçaltına iter. Ancak Norman Bates’in durumunu göz önüne aldığımızda halen bu çağı aşamamış olduğunu görürüz. Kitapta Norman’ın çocukken annesi tarafından sık azarlandığını, kendi içsesinden okuruz. Bu azarlanmaların nedenler daha çok kendine aynada bakması, cinselliğini farkına varması ve bu karşıtlıktan zevk alması (skopofili) olarak geçmektedir. Freud bu konuda bireyin bebeklik döneminde memeden kesilme zamanı geldiğinde, artık memenin zihinde bir tür imgeye dönüştüğünü ve bunun ‘otoerotik’ bir şekilde ortaya çıktığını ifade eder. Bu şekilde birey kendine aynada bakarak doyuma ulaşmaya cinsel hazza ulaşmaya çalışır. Norman Bates’in bu çağda sıkışıp kaldığını görmek mümkündür. Çünkü Norman artık kendini değil, bir yerden sonra moteline gelen müşterileri de gözetlemeye röntgenlemeye başlar. Onları izlerken bundan ayrı bir zevk duyar. Ancak dikkat edilmesi gerek noktalardan birisi Norman’ın babasının ölmüş olmasıdır. Kitapta annesi sürekli bir ‘amca’ (filmde sevgili olarak geçiyor) figüründen bahseder- en azından Norman’ın içsesi bize bunu söyler-Norman aynaya sadece cinsel imgeleri bilinçaltına attığı için değil aynı zamanda özdeşleşeceği bir baba figürü yerine, amcası gibi olmaya çalışması- çünkü annesi sürekli amcasının maharetlerinden, bahseder hatta moteli yaptırma fikri yine amcadan çıkmaktadır- bir nevi amca figürünün anne üzerindeki egemenliği kendisini bu tür bir davranışa yöneltmiştir diyebiliriz.
Filmimize kaldığımız yerden devam edelim. Marion arabasına dönerek, Norman Bates’i çağırmak için kornasına basar, Bates evden çıkarak ona yardımcı olur. Marion’a odasını gösterir ve ihtiyacı olup olmadığını sorar. Marion uzun bir yolculuk yaptığı için uyku ve yemeğe ihtiyacı olduğunu, nerde yemek yiyebileceğini sorduktan sonra Norman ona kendisiyle yemek yiyebileceğini söyler. Marion incelikli bir şekilde hazırlanırken Bates yemeği hazırlamak için eve gider. Ancak dışarıda annesinin sesi duyulur:
Anne (Süperego): Hayır! Sana hayır diyorum! Yemeğe yabancı genç kızları getirmene izin vermem! Yemek mum ışığındadır herhalde; basit, erotik kafalı erkeklerin, basit erotik tarzında!
Norman (İd): Anne, lütfen!
Anne: Ya yemekten sonra? Müzik? Fısıltılar?
Norman (İd): O sadece bir yabancı. Karnı aç.
Anne (Süperego): Sanki erkekler yabancıları arzulamaz. İğrenç şeylerden söz etmeyeceğim çünkü beni iğrendiriyorlar! Anlıyor musun evlat? Git ve Söyle ona çirkin iştahını oğlumla ya da yemeklerimle doyuramayacak! Cesaretin olmadığı için ben mi söyleyeyim yoksa? Cesaretin var mı evlat?
Evet, yukarıdaki konuşmanın sadece id ve Süperego arasında yapıldığını görmekteyiz. İki mekanizma arasındaki çatışmada egoya yer yoktur çünkü Norman’ın belli bir kişiliği yoktur, bu yüzden bu iki mekanizma arasında sürekli çatışma olması oldukça olağandır. Norman yemeği getirmesine rağmen, Marion’un her şeyi duyup onu odasına davet etmesine rağmen, Norman’ın çatışması halen sürmektedir. Bu nedenle bir anlığına içeri girip girmemekte kararsız kalır. Bu aynı zamanda ‘’sahiplenici anne’’ figürü ile ‘’davetsiz kız misafir’’ arasında bölünmesiyle açıklayabiliriz. Bu yüzden yemeğin büroda yenmesi için Marion’a teklifte bulunur ve birlikte odaya geçerler. Yukarda Norman ile Annesinin arasındaki konuşmaya yer verdik. Burada annenin gerçek sesi aslında oğul tarafından taklit edildiğini biliyoruz.
Burada Slavoj Zizek’in özellikle ‘’ses’’ hakkında birkaç görüşüne yer vermek istiyorum;
“Ses, insan bedenine ait organik bir bölüm değildir. O, bedeninizin içinden bir yerlerden çıkıp gelir. Burada Freud tarafından libido olarak adlandırılan ve hayatın ötesinde de devam eden ölümsüz, sonsuz psişik enerjimiz ile kendi bedenimize ait ölümlü ve zayıf gerçekliğin arasında temel bir dengesizlik, boşluktan bahseder. Bu nedenle egomuz, kendi psişik aracımız kendi bedenimizi denetim altına alarak çarpıtan bir ‘alien’dır. Hiç kimse, sesinin travmatik boyutunun tam olarak farkında değildir insan sesi insana ait sübjektifliğin derinliğini ifade eden göksel, yüce bir medyum gibi değildir, insana ait bu ses yabancı bir davetsiz misafir gibidir.”
Norman’ın annesini taklit etmesi yani ‘süperego’da yer alan annenin sesi de bir nevi yabancı bir misafir, konakçı bir virüs gibidir. Sesin organik olmaması bu konuda onu kontrol etmeyi de güçleştirmektedir. Bu konuda yapılan filmlerden birisi de Zizek’in örnek olarak gösterdiği ki Sapık filmindeki bu konuyu içine de alabilecek olan, Michael Redgrave’in, Dead of Night filmidir. Bu filmin konusu da aslında filmimizle ilgili çok çarpıcı paralellikler göstermektedir. Filmde, tıpkı anne figürünün Norman’ı kıskanması gibi, kuklasını kıskanan bir vantrologun hikâyesi anlatılır. Kuklası bir nevi vantrologun süperegosu iken (gerçek yaşamda da böyle değil midir?), filmin sonunda vantrologun kuklasını kırması bir nevi onu bilinçaltına yani ide yollaması ve filmin sonunda da vantrologun kendi sesi yerine kuklanın çatallaşmış sesiyle konuşmasını, Sapık filmindeki izlerle örtüştürebiliriz.
Norman, Marion’u yemek için misafir odasına davet eder. Marion odaya girdikten sonra duvardaki kuşlara bakar. Kuşlar, sanırım Hitchcock sinemasını incelediğimiz zaman karşımıza en çok çıkan karakterlerden biridir. Yönetmenin 1963 yapımı The Birds / Kuşlar (diğer korku filmimiz) filmi nerdeyse bu tamlamaya adanmıştır.
“Kuşlar, olgunlaşmamış bir ensest enerjisini simgelerler.” (The Pervert’s Guide To Cinema / Slavoj Zizek)
Zizek, Kuşlar filmi için yukarıdaki tasviri yapıyor. Kuşlar filminde bireyler sıradan bizim gibi insanlardı. Bilinçaltlarında, Sapık filmindeki Norman Bates karakterindeki karmaşa ve çatışma yer almamaktaydı. Kuşlar filminde sebepsiz yere saldıran kuşlar bir anlamda doyurulmaya çalışılan dolaylı cinselliğe ket vuran, baltalayan hayvanlardı. Sapık filminde ise kuşlar hareketsiz ve içleri doldurulmuş bir şekilde duvarda asılmışlardır. Düz mantıkla hareket edersek bu filmdeki kuşlar Zizek’in söylemini kanıtlıyor. Hareket eden kuşlar olgunlaşmamış ensest bir ilişkiyi ifade ediyorsa, donmuş içleri doldurulmuş kuşlarda, olgunlaşmış bir cinsel ilişkiyi ifade edecektir. Bu bağlamda Norman ve anne arasındaki bağları güçlendirmiş oluruz. Marion’un baktığı kuşlar, Baykuş ve kargadır. Birincisi baykuş geceleri dolaşan bilgeliği, öngörüyü ve gözlemi temsil eden bir kuş iken, karganın ölümü semspan style=”font-size: 10pt; font-family: ‘Verdana’, ‘sans-serif’; color: #000000;”/pbolize etmesi bize sonradan olabilecekler hakkında da bilgi vermektedir. Norman ve Marion sohbet etmeye başlar. Norman kuşları kendisinin doldurduğunu ve bu işi bir hobi olmaktan çok, zamanının nerdeyse tümünü doldurduğunu söyler. Kuşların diğer hayvanlardan daha pasif olduğunu söylemesi, aslında Norman’ın da içi doldurulmuş bir kuştan farksız olduğunu gösterir. Norman daha sonra annesi için ayak işleri yaptığını, hatta sadece annesinin ‘yapabileceğini düşündüğü şeyleri’ yaptığını söyler. Süperego konusuna geri dönecek olursak anne yani süperegonun ‘denetçi’ bir mekanizmaya sahip olduğunu görürüz. Ardından ‘’bir erkeğin en iyi dostu annesidir’’ sözüyle bunu desteklediğini görürüz.
“Bence hepimiz özel tuzaklarımızdayız, onlara sıkışmışız ve hiçbirimiz çıkamıyoruz. Tırmalıyor ve dövünüyoruz ama sadece havayı ve birbirimizi, tüm bunlara rağmen bir santim yol alamıyoruz. Ben kendi tuzağımda doğdum artık aldırmıyorum.” (Norman Bates)
Norman kurduğu bu cümleyi kuşlara bakarak anlatır. Bir nevi kendi trajik öyküsünü anlatarak kendi idinin nasıl yukarı çıkmaya çalıştığını ancak annesi (süperego) tarafından sürekli baskıya uğradığını, ancak daha sonra id’in bunu kabullenişini ve bana göre bunun nasıl yön değiştirdiğini görmek mümkündür. Norman annesi hakkında konuşmaya devam ederken, Marion ona neden bir hastaneye götürmediğini sorar, Norman bu sözlere içerlerken bir yanda annesini korumasını gerektiğini ve onun temelde zararsız olduğunu anlatır. Marion’un, Norman’ı bu konuda anladığına hemfikiriz. Çünkü aynı şekilde Marion’da uzun bir zaman annesine bakmıştır ve bu yüzden evlilik hayallerini ertelemiştir. Marion’ Norman’a karşı bir sevgi beslemiş olabilir mi?, Norman’a güvenilir biri olarak bakmış olabilir mi? Şüphesiz bu soruların cevabı evettir. Son olarak bu sahneye dikkat edersek, doldurulmuş kuşlardan baykuş’un kanatlarını vahşi bir şekilde açtığını ve Norman’ın arkasında durduğunu görürüz. (Gözetleyen ve birazdan avını yiyecek olan Norman gibi). Karga ise Marion konuşurken arkada görünür sanırım sembolik olarak yakında av olmayı bekleyen, ölümü bekleyen kuş gibidir Marion. Marion, Norman’ın son olarak söylediği ‘’hepimiz aslında biraz deliyizdir’’ tümcesinden sonra, kendi yaptığı deliliğin farkına varır ve bu şekilde aldığı parayı, iade edecek şekilde tavırlarda bulunmaya başlar. Bu nedenle parayı yatıracağı bankanın isminin yazılmış olduğu kâğıdı tuvalete atar.
Marion yemekten sonra odasına geçerken, Norman kendi bürosuna geri döner. Ve yukarıda söylediğimizi kanıtlar nitelikte bir tablo arkasına açmış olduğu delikten gelen müşterileri röntgenlediği gibi Marion’u röntgenlemeye başlar. Norman’ın deliğin üzerini kapattığı tabloda ise, bir kızı taciz eden adamın görüntüsü sanırım durumu yeterince izah ediyor. Böylece izleyici de, özdeşim kurmuş olduğu Marion karakterinin karşısına geçerek, özdeşleşimini Norman’dan yana kullanmaya başlar.
Röntgenlemek, ya da dikizlemek, bunu hepimiz yapmak isteriz ancak ahlaki boyut düşünüldüğü zaman böylesine bir duyguyu bilinçaltına iteriz. Hitchcock, filmlerini bu formüle göre yapar. Seyirciyi röntgenleyen şahsın yerine koymasını ister. Bu insanı bir adım gerçekliğe taşır ve böylece seyirci merakını giderir. Sinema sanatı aslında başlı başına bu düzlem üzerine kurulmuştur, seyircinin karakter ile özdeşlemesini sağlamak onu filmi izleyen bir insandan çok izlenen durumuna sokmak. Yine aynı yıl gösterime girmiş olan Michael Powell’ın Peeping Tom / Röntgenci filmi belki de buna en iyi örnektir diyebiliriz. Kurbanlarına son anlarını yaşatmak ve onlara bu anı izletmek için kamerasını kullanan bir röntgenci katilin hikâyesini anlatan film, yine bu minvalde seyreden önemli bir eserdir. Sinema öncelikle ‘görme’ üzerine yapılmış bir sanattır. Sapık filmi de bu gören göz’ü alır seyircinin gözü haline getirir. Sapık bu açıdan görme-göz üzerine bir filmdir ayrıca, duş sahnesini anlatırken yine buna değineceğiz.
Norman gözlemini bitirdikten sonra eve döner. Seyirci bu şekilde ilk kez ‘’Bates Evi’’nin içerisini görür. İçerde karşılaştığımız manzara ise, evin dış mimarisinden oldukça farklı bir şekilde döşenmiş olmasıdır. Nerdeyse bütün eşyalar eski olduğu kadar kullanılmamış gibi durmaktadır. Viktoryen tarzı olarak döşenmiş ev sanırım filmdeki bastırılmış cinselliği anlatan en güzel sembollerden biridir.
“Rivayet olur ki uzun zaman Viktoryen bir düzene katlandık ve bugün hala katlanıyoruz. O görkemli iffet düşkünlüğü, tutuk, suskun ve ikiyüzlü cinselliğimize adeta mührünü vurmuştur.” (Cinselliğin Tarihi / Michael Foucault)
Norman eve dönmüş iken, Marion da pazartesi günü iade edeceği paranın hesabını yapmaya başlar ve ferah bir şekilde banyoya girer. Marion’ın yırtmış olduğu kâğıtları tuvalette attığını söylemiştik. Tuvalet böylece sinema tarihinde ilk kez bu filmle birlikte kullanılan bir obje haline gelmiştir. Açıkçası bana Citizen Kane / Yurttaş Kane (1942) filminde ilk kez kullanılan dördüncü duvar olan ‘’tavan’’ın gösterimini hatırlattı. Bu sahne de Sapık filminin ilkleri açısından ne kadar önemli olduğunu gösterir. İnsanın mahremiyet alanını işgal etmesi, bir nevi banyoya girdikten sonra insanın iki kere düşünmesine neden oluyor. Banyo odası adeta arınık edilmiş, bembeyaz bir hastane odasını hatırlatıyor. Marion biraz sonra öleceğinin farkında olmadan içi rahat bir şekilde banyoya girer. Seyirci de aynı şekilde Marion’ın hazırlıksız yakalandığı gibi hazırlıksız yakalanır. Filmdeki başrol oyuncusunu filmin yarısı bile dolmamışken öldürmek sanırım bugüne kadar yapılmış en dâhiyane fikirlerden biridir. Tam olarak 70 sekanstan oluşan bu sahnenin hepsini –kimilerine göre bazı sekansları yardımcısı çekmiş– Hitchcock’un bizzat kendisi çekmiştir. Perdenin arkasında görünen anne karakteri elindeki bıçak darbelerini amansızca Marion’ın vücuduna saplarken, seyirci halen bu şokun etkisindedir. Daha ilginç tarafı ise bu bıçak darbelerinin vücuda nasıl girdiğinin gösterilememesidir. Modern sinemanın şiddet diye yutturmaya çalıştığı bazı filmlerin yüzüne tokat gibi çarpmak gerek bu sahneyi. Steven Spielberg’ün 1975 yılında çekmiş olduğu Jaws / Denizin Dişleri filminin tamamı bu sahneye adanmış bir yapıttır. Buna yönetmenin ilk filmi olarak görülen Duel / Bela filmini de ekleyebiliriz. Tertemiz ve bembeyaz saflığa sahip banyo, artık Marion’ın kanıyla kirlenmiş kan her taraf sıçramıştır. (Yönetmenin bu sahnede çikolata sosu kullandığını ve filmi kanın rengini göstermemek için siyah beyaz olarak çektiğini hatırlatalım).
Marion yere düştükten sonra kamera usulca, kanın ve suyun birbirine karışıp aktığı banyo deliğine yavaş yavaş süzülür ve burada karanlık bir delikten muazzam bir ‘fadeout’ ile Marion’un gözüne geçişi sağlanır. Daha önce bahsettiğimiz üzere Sapık temelde görme üzerine bir filmdir.
“Gözlerin ruhun penceresi olduğunu söyleriz, fakat ya gözün ardında bir ruh yoksa; eğer göz bizim algılamamızı sağlayan bir yarıksa, bu sadece ölüler dünyasına ait uçurumdur. Bu yarıktan baktığımızda, öte tarafta gizli güçlerin gösteri yaptığı bir karanlığı görürüz.” (The Pervert’s Guide To Cinema / Slavoj Zizek)
Banyo sahnesini cinsel anlamda da okumak mümkündür. Norman çocuk iken annesinden sürekli azar işitmiştir, annesine karşı duyduğu ensest ilişki ve annesinin kızmaları onu bir anlamda iktidarsız biri haline getirmiştir. Norman iktidarsızlığını birçok şekilde bastırmasına rağmen-sürekli kitap okuması, tahnitçilikle uğraşması vs- bu bastırılmış olan duygularını daha farklı yollardan giderebilmektedir. Her ne kadar cinayeti işleyen ‘anne’ yani süperego gibi dursa da, aslında cinayeti işleyen Norman’ın kendisidir. Bunu bıçağı cinsel bir obje olarak kullanması, iktidarsızlığını bu şekilde örtmeye çalışmasıyla bağdaştırabiliriz. Çığlık sahnelerinin ne ifade ettiğini daha önce de bir tür orgazm anını temsil edebileceği üzerinde de durmuştuk. Marion’ın orgazmı ölümüyle sonuçlanmıştır.
Banyo sahnesi, oldukça etkili bir sahne ama ondan sonrası da birçok açıdan etkilidir. Görünürde annenin işlemiş olduğu cinayetten sonra, olay yerine gelen Norman’ annesinin işlediği cinayetin kalıntılarını ve kanı temizlemeye başlar. Bu temizleme sekansları nerdeyse bir ayinle ilgili olarak yapılır. Banyoda hiçbir iz kalmayacak şekilde her tarafı temizler Norman, tıpkı bizim olmasını istediğimiz gibi. Filmimizin genel plandan, yakın plana geçtiği ve sonrasında bu yakın planın banyo sahnesine kadar gittiğini söylemiştik. Banyo sahnesinden sonra Norman’da tam tersi olarak en yakından en genele doğru giderek filmin görüş açısını da genişletir. Banyo temizlendikten sonra sıra, cesedi ve arabayı yok etmeye gelir. Cesedi arabaya koyduktan sonra, arabayla birlikte onu bataklığın dibine yollar tıpkı her şeyi bilinçaltına ittiği gibi.
Filmimiz bundan sonra, ölen kişiyi arayanların filmi olarak devam eder. Uzun süre ortalarda görünmeyen Marion’u merak eden sevgilisi Sam, Marion’un kız kardeşi Lila (Vera Miles), ve sigorta şirketinin paranın akıbetini öğrenmesi için tuttuğu dedektif Arbogast.
Dedektif bütün otelleri gezerken, son olarak kendisinin de deyimiyle ‘’burası saklanıyor gibi’’ diyerekten Bates Motel’e gelir. Hitchcock, Bates evinin içi, Norman’ın kendisi ve son olarak kasabanın kendisini bilinç-bilinçaltı kompozisyonuna dâhil eder. İleride ki sahnelerde anlayacağımız gibi, kasaba halkının çoğu Bates Motelini otoyolun dışında kaldığı için unutmuştur. Kasabanın kendisi bir bilinç olurken Bates’lerin kaldığı mekânın hepsi bir bilinçaltıdır aynı şekilde. Arbogast kalan müşterilerin defterini inceleyerek Marion’u el yazısından tetkik etmeye çalışır ve kamera Norman’ı alt taraftan çekmeye başlar. İlk sahneyi hatırlayalım, tarafsız olan kamera nasıl kaydırmayla Marion’un tarafına geçtiyse, burada da aynı şekilde o heyecanı paylaşması için yönetmen seyirci Norman olmaya onuna özdeşleşmeye davet eder. Böylece gerilim dolu bir sahne daha yaşarız. Arbogast, Norman’ın tavırlarından şüphelenir ve verilen cevaplar onu tatmin etmez. Lila ve Sam’e telefon ettikten sonra geri dönerek Bates Evi’nin içine bakmak ister. Karşılaştığı ilk şey merdiven boşluğu ve merdivenlerdir. Merdivenler, en az tren, kuşlar ve büyük anıtlar kadar Hitchcock sinemasının vazgeçilmezlerindendir. Downhil / Yokuş Aşağı filminden sonra sık sık kullandığı merdivenler kimi zaman metafor olarak insanın iniş ve çıkışlarını kimi zaman da gerilimi yükselten bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu da dışavurum sinemasının özellikle 1921 yapımı Dr. Calighari’nin Muayenehanesi (Robert Wiene) filminde kullanılan ucunda hiçbir şey görünmeyen karanlık merdiven tasvirine bağlanabilir. Oldboy’daki bilinçaltında gezme sekanslarına baktığımızda merdivenler karşımıza çıkar, sanırım sembolik olarak ne kadar önemli bir araç olduğunu söyleyebiliriz.
Dedektif merdivenleri çıkmaya başlarken, kapı yavaşça aralanır ve kamera tanrısal bir bakış açısı halini alarak seyirciyi tarafsızlığa iter. Burada artık kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Duş sahnesindeki cinayet kadar önemli olan bu sahnede de ‘anne’ elindeki bıçakla kapı arakasından Herrman’ın gerilim dolu yaylı enstrümanlardan çıkan notalarla bir kez daha şoke olmuş vaziyette, dedektifin ölümünü seyreder. Duş sahnesinde kaçamayan seyirci (orda Marion karakteriydik), burada da hiçbirşey yapamaz. Ancak bu tarafsız olmasından belki de kendini Norman’ın yerine koyarak her şeyin ortaya çıkmasını istemediğinden de kaynaklanabilir. Norman aynı şekilde Arbogast ve arabasını aynı bataklığın dibine yollar.
Lila ve Sam’in endişeleri artmaya devam ederken, kasabanın şerifine giderler. Ve ona bütün olayları anlatırlar. Ancak şerif onlara Anne Bates’in on yıl önce öldüğünü ve kasabadaki tek intihar ve cinayet vakası olduğundan bahseder. Norman’ın annesi ve sevgilisi aynı yatakta ölmüşlerdir –aslında Norman tarafından zehirlenmişlerdir. Bu cinayetle birlikte Norman’ın neden aynı zamanda annesinin yerini aldığını açıklayabiliriz. Norman’ın Marion ile karşılıklı konuştuğu sahnede, Marion neden annesini bir hastaneye yatırmadığını sorar. Buna karşılık hastane sözünden tiksinircesine Marion’ın demeye çalıştığı bir akıl hastanesine yatırmama nedenini usulca anlatır. Norman’ın akıl hastaneleri hakkında verdiği bilgiler –filmde geçmiyor çünkü- kendi yaşantılarından kaynaklıdır. Annesi öldükten sonra akıl sağlığının bozulmaması için, onu bir akıl hastanesine kapatır kasabanın sakinleri. Ve Norman’ın annesine dönüştüğü yer aslında tımarhanenin kendisidir. Norman ise bütün bu olaylar sonrasında annesiyle konuşmaya başlar.
Norman (Ego): Anne yukarı bir şeyler getireceğim
Anne (süperego): Üzgünüm oğlum ama bana emir verirken çok gülünç görünüyorsun.
Norman (Ego): Lütfen anne.
Anne (Süperego): Hayır! Meyve kilerinde saklanmayacağım. Beni meyve mi sandın? Burada kalacağım. Burası benim odam ve kimse beni buradan çıkaramaz, büyük cesur oğlum hele hiç.
Norman (ego): Sadece birkaç günlüğüne?
Anne (süperego): Birkaç günlüğüne mi? Karanlık ve rutubetli meyve kilerinde mi? Çık dışarı?
Norman (id) -burada id devreye girerek anneyi zorla aşağı götürür-: Seni taşırım anne.
Anne ile Norman arasında ikinci bir konuşmaya tanık oluruz. Evin üst katında (süperego) bulunan anne, bodrum katına (id) zorla götürülür. Ancak götürülmemesi için oğluna yani ego’ya ‘büyük cesur oğlum’ olarak hitap eder. Şu ana kadar sürekli hor görülen ego, gücünü koruyarak süperegoyu id’e, bilinçaltına yollar. Anne’nin burada meyve kilerinden ve meyveden bahsetmesi bir tür üremeye, verimliliğe aynı zamanda çürümüşlüğe bir atıftır.
Lila ve Sam bu arada şerifin olumsuz arayışlarından bahsetmesi üzerine, olayları kendileri araştırmak için, Bates Motel’e gelirler. Burada evli bir çift numarası yaparak oda tutarlar. Hitchcock filmlerinde diğer bir ilginç ayrıntı da, oyuncuların birbirine benzemesinden faydalanmasıdır. Vertigo / Ölüm Korkusu (1958), filminde Kim Novak’ın oynadığı iki farklı karakteri, Stranger on a Train filmindeki, Bruno ve Guy karakterlerinin karşı karşıya geldiği sahneleri, Downhill’de hakeza aynı şekilde iki ana karakter arasındaki benzerlikler ve Sapık filminde Norman Bates ile Sam arasındaki benzerlikleri, Marion ve kız kardeşinin aşırı derecede benzerlikleri sayabiliriz.
Lila ve Sam araştırmalarına koyulurlar ve Marion’ın da kaldığı bir numaralı odadan başlarlar. Lila, kız kardeşinin tuvalete attığı kâğıtları görür, tuvalet banyo gibi insanın mahrem alanlarından biridir. Ve oraya atılan atıklar da kimsenin görmesini istemeyeceğimiz gerçeklerdir. Lila kâğıt parçalarını bularak Marion’ın odada kaldığını kanıtlar bulmuştur. Böylece içgüdüsel olarak eve ve anneye bakmak için dışarı çıkar. Sam, Norman’ı oylarken Lila’da eve gizlice girer. Lila evi aramaya en üst kattan başlar ve gerilimin dozajıda yavaş yavaş artar. Her şeyin farkına varan Norman eve dönerek Lila’yı aramayı koyulur. Lila ise bodrum katına inerek bilinçaltına ulaşır ve orda Norman’ın annesinin ölüsüyle karşılaşır. Norman annesinin kıyafetini giyerek onu öldürmeye çalışırken son anda Sam ona mani olarak bir cinayetin daha işlenmesine engel olur.
Norman Bates, annesiyle birlikte yakalanır ancak anne baskın çıkarak Norman’ı bilincin derinliklerine yollar.
“Sapık’ın kendi adıma tamamen bir eğlence duygusuyla yapılmış bir film olduğunu unutmamalısınız. Bana göre bu bir eğlence filmidir. Gördüğünüz gibi izleyiciyi etkileme yönelimlerimiz, daha çok onları panayır yerindeki büyülü eve çekmeye benziyor.” (Alfred Hitchcock)
kusagami@sanatlog.com
Kaynaklar:
Cinselliğin Tarihi – Michel Foucault
Hitchcock Sineması – Robin Wood
Hitchcock-Truffaut ile söyleşisinden
The Pervert’s to Guide Cinema – Slavoj Zizek
http://www.dvdartisinema.com/viewtopic.html?f=18&t=273&hilit=psycho (Remmzy ve Elf arkadaşların yazıları için teşekkür.)
/p
p class=”MsoNoSpacing” style=”text-align: justify; text-justify: inter-ideograph;”
Mavi Yeşil: 75. Sayı
75. sayımızla on üçüncü yılımızı yarıladık. Aralıksız yayımlanan 75 sayı, sanat- edebiyat dergileriyle az çok ilgilenenler için önemsenmesi gereken bir ölçü olmalı. Mavi Yeşil dergisinin Rize’de yayımlandığı düşünüldüğünde yetmiş beş sayılık ölçü biraz daha önem kazanıyor.
Bu sayımızda Türk öykücülüğünün önemli bir ismini soruşturduk: Memduh Şevket Esendal. Türk öykücülüğü denince kuşkusuz Esendal’ın öyküleri gelir akla. Yaşamın ağır aktığı, insana ilişkin ayrıntıların, ruhsal durumların çarpıcı fotoğraflara dönüştüğü kısa öykünün dili, bize sıradanın sakladığı, gündelik telâşlarda kaybettiklerimizi gösterir. Belki de bu nedenle bu sayımız öykü okumaya özellikle de ölümünden altmış yıl sonra M. Ş. E. okumaya davet ediyor okurlarımızı. Özel sayı niteliği göstermeyen bu mütevazı soruşturmamız, Hasan Öztürk’ün yazısıyla başlıyor, Mehmet Nur Karageçi, İlker Aslan ve Elif Balcı Kaştaş’la genişliyor. Elif Balcı Kaştaş, Mehmet Nur Karageçi ve Hasan Öztürk, usta yazarın değişik öyküleri üzerinde dururken İlker Aslan ise yazarın siyasetle ilişkisini gündeme getirdi. Hakan Bilge, sinema edebiyat izleğinde Peyami Safa’nın sinemaya uyarlanan Gölge adlı eserinde kadın’ı sorguluyor. Aydın Adnan Gümüş, İlhan Berk’in şiirlerinde tabiatın dilini inceliyor. Mehmet Sancaktutar ise kıymetli bir düşün adamı olan Senail Özkan üzerine düşüncelerini paylaşıyor. Tan Doğan, insanın özgür istencine felsefî bir bakış getiriyor. Zinnet Yılmaz, Prof. Dr. M. Muhsin Kalkışım’la “Osmanlı Şiiri ve Şeyh Gâlib” üzerine bir söyleşi hazırladı okurlarımıza. Ümit Erik, Gecikmiş Rönesans adlı yazısında toplumumuzun düşünsel boyutunu sorguladı. Esra Polat, Sait Faik Abasıyanık’ın bir öyküsünden yola çıkarak öykücünün insana bakışını ele aldı. Serdar Çakıcıoğlu, A.Uğur Olgar, Gökhan Kasarcı, Yunus Emre Ayvaz, Medine Nur Kılıç, Sezgin Taş, Altay Taşkın ve Zeynep Altuntaş ise şiirleriyle aramıza katıldılar. Bu sayımızda Yasemen İslamoğlu, karikatür ve karakalem çalışmasıyla dergimize renk kattı.
İçindekiler:
Hasan Öztürk/ Hamit İçin Bir Yazı Nasıl Yazıldı?
Serdar Çakıcıoğlu/Bal Zehiri
Mehmet Nur Karageçi/ Bir Hikâyenin Aydınlığında Feministin İzini Sürmek
İlker Aslan/Siyasetin Hikâyesini Yazan Adam: Memduh Şevket Esendal
A.Uğur Olgar/Bir Bakmışız
Elif Balcı Kaştaş/ Tepemizde, Bir Kayışı Çeken ve Karşımızda Bir Otlakçı Varsa
Zeynep Altuntaş/Bazen
Heves Kuklacı/Her Şeye Rağmen Oyun Sahnesi Devam Ediyor
Hakan Bilge/Kadının Ruhuna Yolculuk
Yunus Emre Ayvaz/Araf
Aydın Adnan Gümüş/İlhan Berk’in Şiirlerinde Tabiatın Dili
Medine Nur Kılıç/Güne Bakan Ilık Tebessüm
Mehmet Sancaktutar/Sessiz ve Derin Bir Adam: Senail Özkan
Sezgin Taş/ iğne yapraklı mor menekşe
Tan Doğan/Saltık Özgür İstenç Bağlamında Felsefe Üzerine Birkaç Söz
Zinnet Yılmaz/Prof. Dr. M. Muhsin Kalkışım’la “Osmanlı Şiiri ve Şeyh Gâlib” Üzerine
Altay Taşkın/Düş Parçaları
Ümit Erik/Gecikmiş Rönesans
Esra Polat/Şehri Unutan Adam ve İnsan Sevgisi
Gökhan Kasarcı/Avuç İçi
Sezgin TAŞ
bilgi@maviyesildergisi.com
/span
Michelangelo Antonioni Klasikleri (2) – Il Deserto Rosso (1964)
Mayıs 1, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
Modern birey, akılcı toplum içerisinde, insanın değil, aklın baskısını yaşamaya başlamıştır. Bu akılcılık, burjuva hayatı içerisinde daha belirgindir, akıl araçsallaştırılmıştır. Patron da köle de aklın kurallarına göre dönen çarklar içerisindedir. Modern toplumda akıl, duyguları köreltmeye ve o’nu belirlemeye başlar. İnsanlar ise bu baskı altında özgür değildir. Aydınlanma çağından beri insanı daha fazla özgürleştireceğine inanılan akıl, aslında insanı kısıtlar hale gelmiştir ve bir ideolojiye dönüşmüştür. Bilimin bir ideoloji olarak kullanımı ve toplumlar üzerinde hegemonya kurması, aklın tahakkümünden kurtulunması gerektiği sonucunu doğurur.
Modern toplumda yalnızlaşan bireyler filmin ana temasını oluşturur. Karl Marx, toplumları incelerken o toplumun üretim biçimine bakar ve Marx’a göre kapitalist üretim biçimi sebebiyle insan, yabancılaşmış durumdadır. Michelangelo Antonioni de karakterlerini teknoloji ve sanayileşmeyle ilişkilendirerek yansıtır. Sanayi toplumunda filizlenen nevrozu ve insanın yabancılaşmasını, insanın çevresi –büyük duvarlar, muazzam büyüklükteki elektrik direkleri, fabrikalar- ile açıklar. Bu anlatım tarzı, insanın, bu yapılarla karşılaştırıldığında, fiziksel olarak küçük kaldığını, sindiğini ve kendi yarattıklarının tahakkümü altına girdiğini betimler. Yoğun fabrika gürültüleri ve iletişimsizlik de filmde göze batan unsurlardır.
Endüstri toplumunda insan ilişkileri yüzeyselleşir; cinsellik bile yaşanmaktan çok konuşulan burjuva oyuncağı haline gelir. Rekabetin köleleştirdiği erkekler, can çekişen burjuva duygusallığı ve bireyin kendinden kurtulmak için yarattığı marjinal savunma mekanizmaları, Kızıl Çöl’de (Il Deserto Rosso) yansıtılanlardan birkaçıdır. Diğer bir başrol oyuncusu olan Richard Harris, babasından kalan fabrikayı işletmek zorunda olduğu için kendi yapmak istediği şeyleri yapamadığını dile getirir. Marx’a göre insanın özgürce, istediği bir işi yapması gereklidir; işi, yapmak için yapmak; aksi durumda insan iş gücüne yabancılaşır.
Hep birlikte kaldıkları kulübenin soğukluğundan şikâyetçi olarak kulübenin duvarlarını oluşturan tahtaları söküp yakmaları, insan doğasının, anlık ya da genel ihtiyaçlar için, yaşanılan barınağı bile düşünmeden harcamasına değinen (aynı şekilde sarı-yeşil dumanlar çıkaran fabrika bacalarının bolca gösterilmesi gibi) bir örnektir.
Filmin ayırt edici özelliği, o kahredici yalnızlığın nedenlerinin irdelenmesindedir. Sessizlik, aslında, ‘kitle’nin emme ve nötrleştirme gücüne, bireyin nesneleştirilip, içinin boşaltılmasına, metalaştırılmaya karşı bir serzeniş; bireyi sürüye dâhil etmeye çalışan sisteme verilen bir tepkidir…
Mekândan kopuş, endüstri toplumunda mekânın paylaşılmış olmasının bir sonucudur. Bu dünyada bireye ait olan hiçbir yer kalmamıştır. Franz Kafka’nın Şato’sunda K, köye kadastrocu olarak çağrılır ancak kadastrocuya ihtiyaç olmamasından (!) dolayı köydeki varlığını devam ettirebilmek için türlü işler yapar; insanlarla ilişkiler kurar. Onlardanmış gibi olma, yabancılıktan sıyrılma çabaları pek sonuç vermese de bu davranışı tutunabilmek adına, sonuna kadar sürdürür.
Başroldeki Guiliana (Monica Vitti), sürekli etrafını tanıma süreci içerisindedir (exploringthespace) ve mekâna karşı yabancı rolündedir. İçerisinde yaşadığı topluma ve mekâna karşı olan yabancılığı birçok sahnede vurgulanır. Yaşadığı şokun ardından yaşadığı toplumla bir türlü dengelenemeyen Guiliana, insanlara sığınmak ister, ancak, bulundukları kulübeye yaklaşan gemideki bulaşıcı hastalık gibi, modernite ve endüstriyel toplumun yarattığı bilinç, etrafındaki herkese bulaşmıştır.
irem-aydin@hotmail.com