The Birth of a Nation (1915, D.W. Griffth)
Temmuz 30, 2024 by Editör
Filed under Film Listeleri & En İyi Filmler, Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
1915 yapımı The Birth of a Nation, Amerikan sinema endüstrisinin standartlarını belirlediği kabul edilen, üç saatlik süresi ile o zamana dek çekilen en uzun film olması yanı sıra sinema dilinin kullanımı konusunda ders olarak okutulabilecek kadar görkemli ve dönemine göre olağanüstü çekim ve anlatım teknikleri kullanılarak çekilmiş bir yapımdır.
Çocukluğu İç Savaş sonrasına rastlayan ve savaşı kazanan Yankee’lerin (Kuzeylilere Yankee, Güneylilere Dixie derlerdi), her türlü pis işlerini gören Thomas Dixon, İç Savaş’ta albay olarak görev yapmış olan dayısının askerlerinden birinin dul eşinin kızına bir zencinin tecavüz ettiğine şahit olur. Kasaba halkı çıldırır ve gece olunca Ku Klux Klan kasabaya gelerek tecavüzcü ‘’zenciyi’’ linç eder ve cesedini bir dala asarak giderler. Bayan Dixon oğluna ‘’Onlar, Klan üyeleri, bizim insanımız ve bizim çiftliğimizi koruyorlar’’ der ve hep beraber KKK’ya katılırlar. Film işte bu yaşadıklarını kaleme alan ve zenci düşmanlığıyla dolu Baptist papazının “The Clansman” adlı kitabından uyarlanmıştır. Filmin asıl adı olan The Clansman olarak belirlenmişti ancak Thomas Dixon ‘’Klan Üyesi’’ isminin filme uygun olmayacağını daha görkemli bir isim olan The Birh of a Nation’un kullanılmasının gerektiğini söylemesi üzerine isim değiştirilmiş, zenci karşıtı hayli sert olan romanın havası biraz yumuşatılmıştır.
Film iki bölüm olarak okunmalıdır. İlk bölüm ‘’kardeşin kardeşi vurduğu’’ anlamsız bir Kuzey-Güney savaşını anlatırken, ikinci bölüm zaferi kazanan Kuzey’in ‘’beyaz Güney’i siyah Güney’in topukları altında ezmesi’ gösterilmektedir. Filmin başlangıcında yer alan ‘’Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır’’ sözleri genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşı lanetleme olarak değil ‘’üstün Aryan ırka mensup Kuzey ve Güney’li kardeş’’ arasındaki savaşın yıkıcılığının tekrarlanmaması isteği sonucu yazılmıştır diye düşünüyorum. Çünkü hemen ardından gelen ‘’Afrikalıların Amerika’ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı’’ sözleri bu görüşümü doğrulamaktadır. Kuzey ile Güney’in arasının açılarak birliğin bozulmasına ve ardından İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak ‘’kölelik karşıtlarının köleliğin kaldırılmasını istemesi’’ gösterilmektedir. Yönetmene göre Afrikalılar –zenciler- bu kutsal topraklara ayak basmamış olsalar bir İç Savaş olmayacak, kardeş kardeşle savaşmayacaktır.
“Batı düşünce sistemi Amerika’nın yağmalanmasını ve köleleştirilmesini ırkçı açıdan da savunuyordu. Irkçılık Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğal dinamiğidir. Irkçı öğretilerin öncülüğünü kilise yapıyordu. 1512 yılına kadar kilise Amerika yerlilerinin ‘’insan olmadıkları’’ tezini benimsemişti. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, yerlilerin insan olmakla beraber ‘’doğalarının yozlaşmış’’ olduğu, Tanrı’nın onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucunda karar kılıyordu. İspanyol fethinin resmi tarihçisi Gonzalo Fernandez de Oriedo yerlileri şöyle tasvir ediyordu. ‘’Doğuştan tembel, kötü, melankolik, korkak ve genellikle yalancı, dönek bir halk. Evlilikleri kutsal değil murdardır. Şehvet düşkünü ve homoseksüeldirler. İspanyolların kendileriyle savaşırken, körelmesin diye kılıçlarını kafalarına vurmamaya çaba göstermelerine yol açacak derecede kalın kafalı olan böyle bir halktan ne beklenir ki.’’ İspanyol sömürge ideoloğu Joan Gines de Sepulveda ise 1550’de yazdığı bir yazıda ‘’Köle düzeyinde, mantıksız kimseler, insanlar maymunlardan ne kadar farklıysa, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar’’ olarak nitelendirdiği Amerika yerlilerini insan ile hayvan arası bir tür sayıyordu.” (Alaeddin Şenel-Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
‘’Amerikan imparatorluğu sömürge sistemi ile bütünleşen muazzam bir köle ticaretine dayanıyordu. İnsan hırsızlığını örgütlü bir biçimde işleten Avrupalı sömürgeciler Afrika’nın kanını emdiler. ‘’Yalnız 1486–1641 yılları arasında yılda ortalama 9.000 hesabıyla sadece Angola’dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580 ile 1680 arasındaki yüzyıl içinde Angola ve Mozambik’ten Brezilya’ya 1 milyondan fazla köle taşındı. 1783–1793 arasındaki 10 yıllık dönemde zenci taşıyan Liverpool limanının gemileri Yeni Dünya’ya 300.000’den fazla köle getirdiler. Ortalama 350 yılda Afrika’dan 11.5 milyon zenci taşındı. Bu miktara yola çıkmadan ve yol esnasında ölenler de eklenirse, akıl almaz rakamlara varılır. Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklı kişileri aradıkları göz önünde tutulursa Afrika’nın en yaratıcı ve en gerekli güçlerinden yoksun bırakıldığı sonucuna varılır.’’ (Raimondo Luraghi-Sömürgecilik Tarihi)
Gerçekler bu kadar ortadayken yönetmenin böyle bir düşünceyi savunmasını izah edebilecek kelime bulamıyorum.
Günümüzde de klasik Amerikan düşüncesinin özgüveni şöyle dile getirilmektedir.
‘’Aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması, demokrasi, serbest ticaret ve uluslar arası hukuka dayanan bir küresel uluslar arası düzeni öngören Amerikan düşünce ekolü diğer uluslar tarafından aptalca değilse bile ütopik olarak görülmüş ve şüpheyle yaklaşılmıştır. Ancak bu şüphe Woodrow Wilson, Franklin Roosevelt yahut Ronald Reagan’ın veya 20. yüzyıldaki herhangi bir Amerikan başkanının idealizmini hiçbir zaman söndürememiştir. Yabancıların bu şüpheciliğinin bir etkisi olduysa, bu ancak Amerika’nın, tarihin üstesinden gelinebileceği ve dünya gerçekten barış istiyorsa, Amerikan ahlaki reçetelerini uygulamasının şart olduğuna olan inancını güçlendirmek olmuştur.’’
(Henry Kissinger-Diplomasi)
Film, Kuzeyli Stoneman ve Güneyli Cameron ailelerinin gözünden olaylar anlatılır. İlk bölümde Stoneman ve Cameron ailelerinin birbirleri ile olan sıkı dostlukları anlatılır. Karşılıklı ziyaretler birbirini izler hatta Cameron ailesinden biri Stoneman ailesinin kızlarına âşık olarak ‘’arkadaşının, hiç görmemiş olduğu kız kardeşi Elsie Stoneman’ın fotoğrafında hayallerindeki kızı bulur.’’
Günümüz Hollywood yapımlarında iki erkeğin birbirlerine sarıldığı bir sahne bulabilmek olanaksız olduğu gibi sokaklarda da bu durum böyledir. Amerika ve Avrupa’da sokaklarda birbirlerine sarılan iki erkeğin verdiği mesaj kesinlikle eşcinsel içerikli olarak okunmaktadır. Oysa yıllar önce dünyanın her yerinde arkadaşlar, dostlar içtenlikle birbirlerine sarılırlardı. Bu filmde de Stoneman ve Cameron aileleri çocuklarının birbirlerine sarılmaları, dostluklarını göstermeleri Batı kültürünün zamanla değiştiğinin, insanların birbirlerinden uzaklaştığının, ‘’insanın insana yabancılaştığının’’ göstergelerindendir.
Abraham Lincoln’ün 1860 seçimlerini kazanmasının ardından köleliği kaldıracağını söylemesi filmde şöyle anlatılmaktadır. ‘’Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi.’’ Kuzey’in köleliğin kaldırılmasını istemesi Güney’de dengelerin bütünüyle değişmesi demekti ve kabul edilemezdi. İstenmeyen gerçekleşir ve dostluklar sona erer. Yedi Güney eyaleti (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) bağımsızlıklarını ilan eder ve 12 Nisan’da Charleston limanını ele geçirmesiyle savaş başlar. Dört eyalet daha Güney Konfederasyonu’na katılır (Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee). Bu 11 eyalet Amerikan İç Savaşı’nda güneyli Konfederasyon tarafını, geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli Union (birlik) tarafını oluştururlar. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verir, ilk büyük çarpışma Washington civarındaki ‘’Bull Run’’ denilen mevkide gerçekleşir ve Güneylilerin zaferiyle sonuçlanır.
Savaş sürerken Güneyli Cameron ailesinin yaşadığı Piedmont kasabası düzensiz bir çeteninsaldırısına uğrar. Kasabanın eli silah tutan erkekleri cephede olduğundan kadın ve çocukları koruyacak kimse kalmamıştır. Bunun üzerine ‘’Savaştaki ilk zenci askeri alayı Güney Carolina’da oluşturulmuştur.’’ Kölelerin beyazlar tarafından kullandığına dair bir örnek olması filmin barındığı ırkçılık zihniyetini bir parça olsun gizlemeye yöneliktir.
1865’de teslim olan General Lee birlik Amerika’sına şöyle seslenilir: “Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek, tek ve birbirinden ayrılmaz.” Savaştan Kuzey zaferle çıkar. Kuzeyli politikacılar ‘’Güneyli liderlerin asılmalarını, eyaletlerine de fethedilmiş bölgeler muamelesi yapılmasını” isterler. Ancak Abraham Lincoln’ün ‘’Onlara asla ayrılıp kopmamışlar gibi davranacağım” demesi, Güney’i sömürmek yerine onları kalkındırmak için çaba göstermesi kabul edilmez ve 14 Nisan 1685’de bir suikast sonucu öldürülür. Başkan’ı öldüren John Wilkes Booth “Zorbaların sonu hep böyle!” diye haykırır. Haber Güney’ ulaştığında verilen tepki ‘’En iyi dostumuz gitti. Bize ne olacak şimdi!” şeklinde olur.
Büyük tarih bilgini Hobsbawm şöyle demektedir. ‘’Amerikan İç Savaşı endüstrileşmiş Kuzey’in tarımsal Güney üzerindeki zaferiyle hatta Güney’in gayri resmi İngiliz İmparatorluğundan Birleşik Devletler’in yeni ve büyük endüstriyel ekonomisine nakledilmesiyle son buldu.’’
Kuzeyli politikacılar Abraham Lincoln’ün tersine Güney’e ‘’fethedilmiş topraklar’’ muamelesi yapmaya başlarlar. Çeteciler çiftlik sahiplerine saldırır ve ailelerine göz açtırmazlar. Zenci ve melez milis güçleri beyazları ve kadınları taciz eder. Eski günlerin görkemiyle kendisine yol verilmesini bekleyen Cameron ailesi özelinde soylu beyazların aldığı yanıt Güney’in gurunu kırmaktadır. “Bu kaldırım size olduğu kadar, bize de aittir, Albay Cameron”. Bunun sonucunda ‘’Beyazlar tam bir kendini koruma içgüdüsüyle harekete geçtiler. Güney’i korumak için, Güney’in gerçek hükümranı büyük bir Ku Klux Klan’ın varlığı patlak verene dek.”
“…Bir ırkın diğerine düşman olması gibi, maceraperestler de zencileri kandırmak akıllarını çelmek ve onları kullanmak amacıyla Kuzey’den sürüler halinde yola koyuldular. Zenciler köylerde yetki sahibi oldular, cüretkârlık dışında kullandıkları bu yetkiler hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Parlamentodaki liderlerin politikası şekillenmişti. Güney’deki uygarlığın tam bir tahribatı (…) beyaz Güney’i, siyah Güney’in topukları altına alma kararlılığı.” Woodrow WILSON-Amerikan Halkının Tarihi (filmden alınmıştır)
Kuzeyli politikacıların adamı olan zenci Silas Lynch filmde şöyle tanımlanmaktadır. ‘’Kötü emellerle, yükselen güçten yararlanarak, kendisine bir taht kurmayı planlayan Lynch beyaz hamisine karşı bir hain olur, kendi halkına karşı ise daha büyük bir hain.’’
Galip Kuzey’in yaptığı anayasa değişikliği ile kölelik kaldırılır, Amerika’da yaşayan her birey Amerikan vatandaşı kabul edilir ve vatandaşlık hakları garanti altına alınır. Ayrıca siyah-beyaz ayrımı gözetmeksizin vatandaşlara oy hakkı verilir ancak Kızılderililer ve kadınlar oy verme hakkından muaf tutulurlar. Güney’de ise bu gerçekleşmez. İleri gelen beyazlara oy verme hakkı sağlanmamışken, tüm siyahlara oy pusulası verilir ve bunun sonucunda da ‘’Zenciler ve Kuzey’den gelen politikacılar oyları silip süpürürler.’’
‘’Master Hall’de başarının şamatası. Zenci partisi Temsilciler Meclisi’nde 23 beyaza karşı 101 siyahla kontrolü alır. 1871′in oturumu.’’ Bu sözlerle başlayan sahnede seçilmiş zenci temsilciler salonda yemek yemekte, taşkınlık yapmakta hatta ayakkabılarını çıkartmaktadır. Bu sahneler buram buram ırkçılık kokmakta, zencilerin görgüsüz, kültürsüz ve aşağılık insanlar olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Pamuk tarlalarında ve plantasyonlarda çalışmaktan başka bir şey bilmeyen ‘’zenci’’ kölelerin mecliste oldukları gerçeği tüm Güney soylularını ve beyazlarını endişeye sürüklemektedir. Bu Meclis’te ‘’siyahlarla beyazların evlenmelerine olanak sağlayan’’ bir yasa çıkarılır. ‘’Beyaz azınlık aciz durumdadır.’’
Köleleri olan zencilerin kendileriyle aynı haklara sahip olması dâhil pek çok şeye dayanamayan ve yapılanları içlerine sindiremeyen Güneyliler kendilerini yasal yollardan koruyamadıklarını görünce değişik bir yapılanmaya giderler. KKK, çaresizlik içinde kırlarda dolaşan Cameron ailesinin savaşta albaylık yapmış ve idamdan Lincoln’ün affetmesiyle kurtulmuş olan büyük oğlu tarafından kurulur ve amaç belirlenir: ‘’Güney’i siyah yönetim anarşisinden kurtarma örgütü, Ku Klux Klan.’’
‘’Ku Klux Klan’ı 1865’de birkaç Confederate Army (Ayrılıkçı Güney Ordusu) subayı kuruyor; bunlardan biri de Birth of Nation’un yapımcı/yönetmeni D.W.Griffith’in babası. Başıbozuk bir yapılanma ama Grand Wizard veya Grand Dragon dedikleri bir başkanları var, o da köle tüccarı iken Güney ordusunda General olan Nathan Bedford Forrest.
Resmi kuruluşlarından sadece 18 ay sonra ve sadece bir ayda (Haziran 1867) 197 kişiyi işkenceyle öldürdükleri, 548 kişiyi de ağır yaraladıkları bilinir. Yıllar içinde bu rakam yüz binleri bulur. Nihai hedefleri zencilerdi ama Yahudiler, Katolikler, hatta işçi sendikaları, KKK’nın terör, şiddet ve linç eylemlerinden nasiplerini aldılar.’’
(Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)
Ku Klux Klan örgütü Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkmıştır. Amaçlarına ulaşmak için şiddet ve teröre başvurmuşlardır. Örgüt üyeleri kapşonlu beyaz cüppe giyer ve genellikle yanan bir haç örgüt amblemi olarak kullanılır.
Cameron ailesinin küçük kızı Flora su almak için dışarıya çıkar. Bu esnada kendisini gören Gus isimli bir zenci ‘’Gördüğün gibi, artık Yüzbaşı’yım ve seninle evlenmek istiyorum” der. Kendisine zarar vereceği endişesiyle adamdan korkan kız kaçmaya başlar. Ancak zenci ‘’Bekle, Missie, seni incitmeyeceğim’’ der. Kız kaçar, zenci kendini affettirmek için kovalar ve nihayetinde kaçma-kovalamaca yüksek bir yere sona erer. Kız zencinin üzerine geldiğini görünce kendini yere atar ve ölür. Kardeşinin zamanında gelmemesi üzerine aramaya çıkan abisi, yaşananlara tam da bu anda tanık olur.
Örgüt suçlu olduğunu düşündükleri zenciyi yakalar, öldürür ve Vali Yardımcısı olan Silas Lynch’in evinin merdivenlerine bırakırlar. Ku Klux Klan bir ‘’direniş hatta kurtuluş hareketi’’ olarak kendilerine yapılanları içlerine sindiremeyen Güneylilerin içinden çıkmıştır. Ki daha sonraki sahnelerde KKK’nın yanında yer alan ‘’sadık zenciler’’den bahsedecektir. Yönetmen bu konuda kendisi ve tarihsel gerçeklerle çelişmekte, Kuzeyliler tarafından akılları çelinmese zencilerle hiçbir sorunları olmayacağını vurgulamaktadır, tabii herkesin haddini bilmesi kaydıyla.
Klan’a devlet eliyle saldırılar artmaya başlayınca ve Silas Kuzeyli politikacı Stoneman’ın kızıyla zor kullanarak evlenmek isteyince ‘’Kuzey ve Güney’in eski düşmanları, Aryan olarak doğmalarından kaynaklanan ortak hakkı korumak için yeniden bir araya gelirler.’’ Ve ‘’400 binden fazla Ku Klux kıyafeti diken Güney kadınlarından birisi bile güvene ihanet etmez.’’
Film sona ererken KKK adamları bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için gelir. Saldırılar sürerken at üstünde dörtnala koşturan kurtarıcı KKK mensuplarının gözüktüğü sahneler günümüz sinemasına ışık tutacak düzeydedir. Ki film sinemalarda gösterildiğinde seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve alkışlayarak seyrettikleri söylenir. ‘’Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek,’’ sözleriyle Hz. İsa’nın dev boyutta simgesiyle film sona erer.
ABD’nin en ünlü film eleştirmenlerinden Tom Dirks film için şöyle yazıyor: ‘’Tartışmalı, alenen ırkçı ama Amerikan başyapıtı, Amerikan filmlerinin mihenk taşlarından birisi. Filmin zarf ve mazrufuna ilişkin tartışmalar hiçbir zaman bitmeyecek. Filmin birden fazla niteliği var: itici, naif, taraflı, indirgemeci, tarihsel açıdan hatalı, tarih görüşü ve KKK’nın ırkçı yüceltilmesi açılarından hayret verici. Aynı zamanda, olağanüstü efektleri ve dâhiyane çekimleriyle, fevkalade önemli ve güçlü bir sanat eseri ve sinema propagandası örneği.’’
‘’Amerika’nın biri ırklar arası cinsel ilişki ve evlilik diğeri ise siyahların iktidarı ele geçirmeleri gibi en büyük iki kâbusunu irdeler, muhteşem KKK’nın kara belayı nasıl savuşturduğunu gösterir.’’ (Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)
Kant insanlığa ‘’aklını kullanabilme cesaretini göster’’ diye haykırmıştı. Tüm ırkçı yapısına ve şiddeti meşru gösterme çabalarına karşın yine de filmi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirsek kötüyü savunuyor olmasının filmin kötü olması anlamına gelmediği düşüncesindeyim. Sinemanın gelişim sürecini merak edenler için, ırkçılık fikrinin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına ve belirli bir ideoloji doğrultusunda tarihin ters yüz edilmesine dair önemli dersler çıkarılabilecek ve döneminin çok ilerisinde olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim olağanüstü bir film. Bu filmi izledikten sonra kurgu, bütünlük, çekim ve anlatım teknikleri bakımından Türk sinemasının henüz bu filmi aşabilecek ölçüde bir filme sahip olmadığını görmem üzüntümü artırmıştır.
Bir gazetede şöyle bir yazı okumuştum: ‘’Irza tecavüz içeren filmlerin en eskilerinden biri olarak D.W.Griffith’in ‘başyapıtı’ “Birth of a Nation / Bir Milletin Doğuşu” (1915) gösteriliyor. Bu düpedüz ırkçı filmin en kötü-ünlü sahnesinde, beyaz kadınların namusuna kasteden ırz düşmanı (teni siyaha boyanmış beyaz bir oyuncu tarafından canlandırılan!) bir siyah, ‘kahramanlar’ olarak tasvir edilen Ku Klux Klan tarafından linç edilir.’’ Bu yazıları kaleme alan kişinin filmi izlediğinden şüphe duyduğumu söylemek durumundayım. Bahse konu sahnede bir tecavüz hatta tecavüz girişimi dahi bulunmamaktadır. Kopyala yapıştır zihniyeti ile sinema yazısı kaleme almak ne derecede ciddiyetle bağdaşır, bilemiyorum.
salimolcay@yahoo.com
Yazarımızın diğer incelemeleri için tıklayınız.
Oğuz Atay Testi
Oğuz Atay ismi duyulunca edebiyat dünyasında hep bir sis perdesi aralanır. Okuyucusunun Tutunamayanlar’ın karakterleri ile özdeşleştiği yapıtlar arasında belki de en ilginçlerindendir. Hatta yazın dünyası içerisinde onun yapıtlarının okunması bir aşama olarak kabul edilir. Aramızdan biraz erken ayrılmak zorunda kalan Türk edebiyatının oyunbozanını bakalım ne kadar iyi tanıyorsunuz?
1- Oğuz Atay’ın edebi yapıtları dışında yayımlanmış bir kitabı daha bulunmaktadır. Bu yapıtın adı nedir?
a) Matematik
b) Coğrafya
c) Topografya
d) Mekanik
2- Yazarın babası hangi ilden ve hangi partiden milletvekili seçilmiştir?
a) İzmir- CHP
b) Malatya- DP
c) Kastamonu- CHP
d) Edirne- CHP
3- Aşağıdakilerden hangisi, yazarın yayımlanmış tek tiyatro oyununun adıdır?
a) Deli Dumrul
b) Oyunlarla Yaşayanlar
c) Kafatası
d) Çiçu
4- Oğuz Atay “ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?” cümlesini hangi öyküsünün sonunda kullanmıştır?
a) Demiryolu Hikayecileri
b) Unutulan
c) Beyaz Mantolu Adam
d) Korkuyu Beklerken
5- Tutunamayanlar romanında Olric kimin yol arkadaşıdır?
a) Selim Işık
b) Turgut Özben
c) Süleyman Kargı
d) Günseli
6- Albay Hikmet karakteri yazarın hangi kitabına konu olmaktadır?
a) Tutunamayanlar
b) Bir Bilim Adamı’nın Romanı
c) Korkuyu Beklerken
d) Tehlikeli Oyunlar
7- Aşağıdakilerden hangisi, Oğuz Atay’ın 1960’lı yıllarda yazarlık yaptığı dergilerden biridir?
a) Yön
b) Pazar Postası
c) Olaylar
d)Türk Solu
8- Oğuz Atay üzerine yapılan incelemeler yapan Yıldız Ecevit, bu çalışmalarını hangi kitapta toplamıştır?
a) Oğuz Atay’da Aydın Olgusu
b) Ben Buradayım. Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası
c) Oğuz Atay İçin Sempozyum
d) Oğuz Atay’a Armağan Türk Edebiyatının Oyunbozanı
9- Aşağıdaki edebiyatçılardan hangisi, Oğuz Atay’ı düşünsel anlamda etkilemiş olan yazardır.
a) Orhan Kemal
b) Kemal Tahir
c) Yaşar Kemal
d) Aziz Nesin
10- Oğuz Atay’ın hayatını kaybetmeden önce tamamlamayı istediği üç ciltlik çalışmasının adı nedir?
a) Türkiye’nin Ruhu
b) Türkiye Düzeni
c) Türkiye’nin Az Gelişmişliği
d) Türkiye’nin Kimliği
11- Yazarın yarım kalan son romanı Eylembilim’in baş kahramanı kimdir?
a) Hikmet Benol
b) Server Özbudak
c) Mustafa İnan
d) Coşkun Ermiş
12- Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı bastırmak için çok uğraşmasına rağmen umutlarının tükendiği noktada yayımlayan isim kimdir?
a) Cevat Çapan
b) Hayati Asılyazıcı
c) Erdal Öz
d) Fazıl Hüsnü Dağlarca
13- Oğuz Atay’ın mezun olduğu ve daha sonra öğretim üyesi olarak çalıştığı üniversite hangisidir?
a) ODTÜ
b)BOĞAZİÇİ
c) İTÜ
d) İÜ
Cevap anahtarı: 1c, 2c, 3b, 4a, 5b, 6d, 7b, 8b, 9b 10a, 11b, 12b, 13 c
Değerlendirme: 1-4a arası doğru genel geçer bir Oğuz Atay tanışıklığı içerisinde olduğunuzu göstermektedir. 4–8 arası Oğuz Atay’ı artık keşfetmeye başladığınızın göstergesidir. Keşfe devam. 8–12 arası ise artık Oğuz Atay’ı ve onun dünyasına yakından tanıyorsunuz demektir.
Yazarımızın öteki yazıları için tıklayınız.
Ingmar Bergman ve Filmleri Üzerine
Temmuz 27, 2024 by Editör
Filed under İkonlar & Portreler, Logos, Manşet, Sanat, Söyleşiler, Sinema
Joseph Losey: “Bertolt Brecht’in zorunlu kıldığı ve yapılmasını istediği denetimin elde edilmesi, sinemada çok daha güçtür. Çünkü bu aracı kullanabilmek daha güç, ekonomik sistem daha sert olduğundan, stilistik karşılığı henüz bulunamamıştır. (…) Şimdiye dek bilebildiğim, Brechtçi görsel stile en fazla yaklaşabilen saygı duyulabilecek örnek Ingmar Bergman’ın Kaynak’ıdır (1960, Jungfrukallan, Genç Kız Pınarı / Bakire Bahar). Bergman’ın görsel stili, seçme tarzı, tarihinin doldurulmuşa benzediği dönem ve anların hepsi Brechtçi unsurlardır. Biçim, içerik olmaksızın Brechtçidir.”
Nikita Mikhalkov: “Bir (…) Ingmar Bergman filminin on dakikasını izleyin, hemen yaratıcısını tanırsınız. Film, yönetmenin kendisine özgü özellikleriyle karşınızdadır.”
Woody Allen: “Tüm tuhaflıkları, felsefi ve dinsel takıntıları bir yana, Bergman Nietzsche ya da Kierkegaard’ın fikirlerini dramatize ederken bile eğlenceli olmayı bilen doğuştan yetenekli bir hikâye anlatıcısıydı.
Yıllardır azılı bir hayranı olduğumu bildikleri için, Bergman öldüğünde birçok basın organından yorum ve röportaj teklifi aldım. Benim yapabileceğim yine onun üstatlığını övmek olabilirdi ancak. Beni ne yönde etkilemiş olduğunu sordular. O beni etkileyemezdi ki, dedim. O bir dâhiydi. Ben de bir dâhi olmadığıma ve dahası deha sonradan öğrenilemediğine göre bu imkânsız.
Bergman büyük bir yönetmen olarak tanındığı sıralarda ben komedi yazarlığı yapan bir stand-up’çıydım. Ondan, yapabileceğin en mükemmel eseri yaratmaya odaklanıp gerisine boşvermeyi, kimseyi takmadan bir projeyi tamamlayıp diğerine geçmeyi öğrendim. Bergman yaşamı boyunca yaklaşık 60 film yaptı. Ben daha 38′deyim. Demek ki, üstadı kalite olarak yakalayamasam bile sayıca yakalama şansım hâlâ var.”
Victor Sjöström: (Ingmar Bergman’a, kariyerinin başındayken söylediği sözler) “Sahnelerin fazla karmaşık. Ne sen ne de Roosling (görüntü yönetmeni) bu karmaşanın üstesinden gelebilirsiniz. Daha yakın çalışın. Oyuncularını önden çek. Bunu hem oyuncular sever, hem de en iyi yol budur. Her önüne gelenle kavga etme. Çünkü öfkelenirler ve çıkardıkları iş iyi olmaz. Her çektiğin şeyi ön plana çıkartma. Seyirciyi boğarsın. Önemsiz bir ayrıntı, önemsiz bir ayrıntı gibi gösterilmelidir.”
Sergei Parajanov: “Her yapı, her eser, ait olduğu dönemin, dinin ve kültürün simgesi gibi. İyi bir film de böyle olmalı, bir kültürü simgelemeli. Yoksa her ülkenin kendine ait kültürü ortadan kalkarak burjuvazinin ortak kültürüne dönüşür. Ingmar Bergman ve Luis Bunuel gibi çok önemsenen yönetmenleri de bu yüzden sevmiyorum. Çünkü yaptıkları, bütün ülkelere özgü tipik burjuva kültürü ürünleri. Ülkelerinin, halklarının gerçek kültürleriyle bir ilişkisi yok. Fanny och Alexander (Fanny ve Alexander) filmi örneğin, tipik bir burjuva ürünüdür. İsveç toplumu üzerine hiçbir şey yok bu filmde.”
Steven Spielberg: “Ona her zaman hayranlık duydum ve onun kadar iyi bir yönetmen olmayı denedim. Ama bu asla gerçekleşmeyecek. Onun sinemaya olan aşkının büyüklüğü beni tuhaf bir suçluluk duygusuna itiyor.”
Nuri Bilge Ceylan: “İstanbul’a geldikten sonra -16 yaşındaydım galiba- Sinematek’te Ingmar Bergman’ın Sessizlik (The Silence) filmini izlemiştim. Bu film bende çok derin bir etki uyandırmıştı. Sinemanın o güne kadar izlediğim bütün filmlerin ötesinde bir potansiyeli olduğunu düşündürtmüştü. Ya benim belli bir zamanıma denk gelmişti ya o filmin kendi özelliklerinden kaynaklanıyordu, bilmiyorum; ama o filmi seyretmek benim sinemaya olan ilgimin cinsini çok ciddi bir şekilde değiştirdi bir anda.”
Kaynaklar:
Brecht Estetiği ve Sinema, Mutlu Parkan
Michel Ciment - Nuri Bilge Ceylan Röportajı
Göstermenin Sorumluluğu, Artun Yeres
Sinema Dünyası
Marvin Harris - Ana İnek
Ben her ne zaman yaşam biçimleriyle ilgili kılgısal ve dünyasal faktörlerin etkisine ilişkin tartışmalara girsem, birisi mutlaka diyecektir ki, ‘’Peki ama Hindistan’da aç köylülerin yemeyi reddettikleri o ineklere ne demeli?’’ Büyük besili bir ineğin yanıbaşında yırtık pırtık giysileri içinde açlıkla boğuşan bir çiftçi tablosu Batılı gözlemcilere güven yenileyen bir gizem duygusu verir. Bu durum bilgince söylenmiş ve herkesçe benimsenen sayısız anıştırmalara, o Doğuya özgü sırrına erilmez düşünce yapısı olan insanların nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin en köklü inancımızı doğrulamış olur. Bir ölçüde ‘’her zaman bir İngiltere olacaktır’’ sözü gibi –Hindistan’da tinsel değerlerin yaşamın kendisinden daha üstün olduğunu bilmek avutucu olmaktadır. Aynı zamana da bu bizde üzüntü yaratıyor. Bizlerden böylesine farklı insanları bir gün anlayacağımızı acaba umut edebilir miyiz? İnek hakkındaki Hindu sevgisi için işe yarar bir açıklama bulunabileceği düşüncesi Batılıları Hinduların kendisinden daha çok rahatsız ediyor. Kutsal inek –onu başkaca nasıl anabilirim?- bizim çok sevilen kutsal ineklerimizden biridir.
Hindular ineklere büyük saygı duyarlar çünkü inekler canlı olan her şeyin simgesidirler. Hıristiyanlar için Tanrı’nın anası Meryem ne demekse Hindular için yaşamın anası olan inek de aynı şeydir. Bu nedenle bir Hindu için bir ineği öldürmekten daha büyük bir dinsel saygısızlık yoktur. Hatta insan yaşamının yok edilmesi, ineği öldürmenin çağrıştırdığı simgesel anlamı, o korkunç kirletme anlamını içermez.
Birçok uzmana göre, ineğe tapınma Hindistan’ın açlık ve yoksulluğunun bir numaralı nedenidir. Batı eğitimi görmüş kimi tarım uzmanları, ineğin öldürülmesine karşı çıkan tabunun yüz milyon ‘’yararsız’’ hayvanı yaşamda tuttuğunu söylerler. Onların savına göre ineğe tapılması tarımın verimini azaltır çünkü o yararsız hayvanlar ne süt ne de et vermedikleri gibi bir de ürün veren topraklar ve eldeki besinler için yararlı hayvanlara ve açlık çeken insanlara rakip olurlar. Ford Foundation tarafından desteklenen 1959 tarihli bir araştırmada Hindistan’ın sığırlarının olasılıkla yarısı kadarına besin sağlama açısından yararsız gözüyle bakılabileceği sonucuna varılmıştır. Ve Pennsylvania Üniversitesi’nden bir iktisatçı 1971’de Hindistan’da otuz milyon verimsiz inek bulunduğunu bildirmiştir.
Açıkça görünen şudur ki gereksinim fazlası, yararsız ve ekonomiye yük olan hayvanların sayısı çok büyüktür ve bu durum usdışı Hindu öğretilerinin doğrudan bir sonucudur. Delhi, Kalküta, Madras, Bombay ve öteki Hindistan kentlerine yolları düşen turistler ortalıkta başıboş dolaşan sığırların serbestliği karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Hayvanlar caddeler boyunca gelişigüzel dolaşırlar, Pazar yerindeki ahırların dışında otlaklar, özel bahçelere girerler, dışkılarını hep kaldırımlar üzerine boşaltırlar ve kalabalık kavşakların orta yerinde geviş getirmek için durarak trafiği altüst ederler. Kırsal kesimde anayolların banketlerinde toplanırlar ve zamanlarının çoğunu demiryolları güzergâhı boyunca rastgele dolaşarak harcarlar.
İnek sevgisi yaşamı birçok yönden etkiler. Devlet daireleri yaşlanmış inekler için bakımevleri açarlar ve buralarda hayvan sahipleri artık süt vermeyen ve gücü tükenmiş hayvanlarını ücretsiz olarak barındırırlar. Madras’ta polisler, başıboş gezen sığırlardan hastalanmış olanları toplar ve onları karakol yakınındaki küçük otlaklarda sağlıklarına kavuşuncaya kadar otlatıp gözetir. Çiftçiler ineklere ailelerinin üyeleri gözüyle bakarlar, onları yapraktan çelenkler ve püsküllerle süslerler, hastalandıklarında onlar için dua ederler ve yeni bir buzağının doğumunu kutlamak için komşularını ve rahibi çağırırlar. Hindistan’ın her yanında, Hindular duvarlarına büyük, besili, beyaz inek vücutlu, mücevherler içindeki genç güzel kadınların resimlerinden oluşan takvimler asarlar. Bu yarı kadın –yarı zebu (hörgüçlü Hint öküzü)- tanrıçaların her birinin meme başlarından süt fışkırdığını görülür.
Güzel insan yüzü dışında, bu resimlerdeki inekler gerçek yaşamda görülen tipik ineğe pek az benzerler. Yılın büyük bölümünde o ineklerin kemikleri en göze çarpan özellikleridir. Her bir meme başından süt fışkırması şöyle dursun, o sıska yaratıklar tek bir buzağıyı olgunluk çağına yetiştirmeyi güçlükle başarırlar. Zebu ineğinin tipik hörgüçlü türünün verdiği bütün sütün yıllık ortalaması 250 kilonun altındadır. Sıradan Amerikan mandırasında sığırların süt verimi 2500 kilonun üzerindedir, oysa şampiyon sütçüler için verimin 10.000 kilo olması seyrek değildir. Ama bu karşılaştırma öykünün tümünü anlatmıyor. Hindistan’da zebu ineklerinin yaklaşık yarısı hiç süt vermezler –bir tek damla bile.
İşin daha da kötüsü, inek sevgisi insan sevgisini özendirmez. Müslümanlar domuz etini reddettiklerini ama sığır etini yedikleri için, çok sayıda Hindu onların inek katilleri olduklarını düşünürler. Hindistan alt kıtasının Hindistan ve Pakistan olarak bölünmesinden önce, Müslümanların inekleri öldürmelerini engellemeyi amaçlayan kanlı toplu ayaklanmalar her yıl baş gösteren olaylar haline geldi. Eski inek ayaklanmalarının anıları –örneğin Bihar’da 1917’de içinde otuz kişinin öldüğü ve 170 Müslüman köyünün son çivisine varıncaya dek yağmalandığı ayaklanma- Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişkileri bozmayı sürdürmektedir.
Tarım ve hayvan yetiştirmeye ilişkin çağcıl sanayi tekniklerini iyi bilen Batılı gözlemcilere göre, inek sevgisi anlamsızdır, hatta bir intihar niteliğindedir. Verimlilik uzmanı bu yararsız hayvanların hepsini ele geçirip onları hak ettikleri bir yazgıya doğru sürmek özlemi içindedir. Ne var ki inek sevgisinin suçlanmasında birtakım tutarsızlıklar vardır. Ben kutsal inek için acaba işe yarar bir açıklama bulunabilir mi diye düşünmeye başladığımda ilginç bir hükümet raporuyla karşılaştım. Rapora göre Hindistan’da pek çok inek bulunduğu halde pek az sayıda öküz vardı. Ortalıkta bu denli çok sayıda inek bulunmasına karşın, bir öküz kıtlığı nasıl olabilirdi? Öküzler ve erkek su sığırları Hindistan’ın tarlalarını sürmekte kullanılan çekim hayvanlarının başlıca kaynağıdır. Bir parça aritmetik bilgisi şunu gösterir ki, toprağın sürülmesi ele alındığında, gerçekte hayvanların fazlalığı değil kıtlığı söz konusudur. Hindistan’da 60 milyon çiftlik ama yalnızca 80 milyon çekim hayvanı bulunur. Eğer her bir çiftliğe düşen kota iki öküz ya da iki su sığırı ise, çiftliklerde 120 milyon çekim hayvanı bulunması gerekir- yani, gerçekte var olandan 40 milyon fazlası.
Yük hayvanlarının kıtlığı Hindistan’ın köylü ailelerinin büyük çoğunluğunun üzerinde etkisini sürdüren korkunç bir tehdittir. Bir öküz hastalandığında, yoksul çiftçi, çiftliğini yitirme tehlikesi içindedir. Eğer yedek öküzü yoksa tefeci faiziyle borçlanmak zorunda kalacaktır. Gerçek halde milyonlarca köylü ailesi mal varlıklarının ya tümünü ya da bir bölümünü yitirmişler ve bu tür borçların bir sonucu olarak ya ortakçı ya da gündelikçi olmuşlardır. Her yıl yoksul çiftçilerin yüz binlercesi, sonunda, işsiz ve evsiz barksız insanlarla zaten dolup taşan kentlere göç etmektedirler.
Hasta ya da ölmüş öküzünün yerine yenisini koyamayan Hindistan çiftçisi, bozulmuş traktörünü ne yenileyebilen ne de onarabilen bir Amerikan çiftçisiyle aynı durumdadır. Ama şu önemli ayrım vardır: Traktörler fabrikalarda yapılırlar ama öküzleri yapanlar ineklerdir. Bir ineğe sahip olan çiftçi öküzleri yapan bir fabrikaya sahiptir. İnek sevgisi ister olsun ister olmasın, bu durum onun ineğini mezbahaya satmakta pek hevesli olmaması için geçerli bir nedendir. Hindistan çiftçilerinin yılda yalnızca 250 kilo süt veren ineklere katlanmaya neden istekli olabileceklerini insan böylece anlamaya başlıyor. Eğer zebu ineğinin temel işlevi erkek çekim hayvanları doğurmak ise, temel işlevi süt üretmek olan özel Amerikan mandıra hayvanlarıyla onu karşılaştırmanın hiçbir anlamı yoktur. Hepsinden önemlisi, zebu türü hayvanlar olağanüstü güçlüdürler ve Hindistan’ın çeşitli bölgelerini zaman zaman büyük sıkıntıya sokan uzun süreli kuraklıklara dayanabilirler.
Tarım insan ve doğa ilişkileriyle ilgili uçsuz bucaksız bir sistemin bir parçasıdır. Bu ‘’ekosistem’’in birbirinden ayrı parçaları hakkında Amerikan tarım işletmesinin yönetimine ilişkin deyimlerle yargıya varmak çok acayip izlenimlere yol açar. Hindistan’ın ekosisteminde sığırlar, sanayileşmiş, yüksek enerji toplumlarından gözlemcilerin kolaylıkla gözden kaçırdıkları ya da küçümsedikleri durumlarda önemli yer tutarlar. Amerika Birleşik Devletleri’nde, kimyasal maddeler tarım gübresinin temel kaynağı olarak nerdeyse tümüyle hayvan gübresinin yerini almış bulunmaktadır. Amerikalı çiftçiler toprağı katırlar ya da atlarla değil de traktörler sürmeye başlayınca doğal gübre kullanmaya son verdiler. Traktörler gübreden çok zehir yaydıkları için, geniş çapta makineli tarıma bağlanılması, hemen hemen zorunlu olarak kimyasal gübrelere bağlanma anlamına gelir. Ve dünyanın her yanında bugün gerçekten uçsuz bucaksız bir entegre petrokimya-traktör-kamyon sanayi kompleksi gelişmiştir; orada tarım makineleri, motorlu araçlar, petrol ürünleri ve benzin, kimyasal maddeler ve böcek ilaçları üretilir ve bunlar yüksek verimli üretim tekniklerine destek olur.
Sonucu iyi ya da kötü, Hindistan çiftçilerinin büyük çoğunluğu böyle bir komplekse katılamazlar, bunun nedeni onların ineklerine tapınmaları değil, traktör satın alama gücünden yoksun olmalarıdır. Öteki azgelişmiş ülkeler gibi, Hindistan da ne sanayileşmiş ulusların tesisleriyle yarışabilen fabrikalar kurabilir ne de büyük miktarlardaki sanayi ürünleri dışalımının bedelini ödeyebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaklaşık yüz yıl önce ailelerin yüzde 60’ının çiftliklerde yaşamasına karşılık, halen bu oran yüzde 5’in altındadır. Eğer tarım işletmeleri Hindistan’da da benzer doğrultuda gelişecek olsaydı, yerinden yurdundan edilmiş ikiyüzelli milyon köylü iş ve konut sağlamak gerekirdi.
Hindistan’ın kentlerindeki işsizlik ve konutsuzluktan kaynaklanan acılar zaten dayanılmaz boyutlarda olduğu için, kentsel nüfusa eklenen her kitlesel artış ancak benzeri görülmemiş karışıklık ve yıkımlara yol açabilir.
Bu seçeneği göz önünde tutunca, düşük enerjili, küçük ölçekli, hayvana dayalı dizgeleri anlamak kolaylaşıyor. Daha önce gösterdiğim gibi, inekler ve öküzler, traktörlerin ve traktör fabrikalarının yerini tutan düşük enerjili araçlardır. Onların bir petrokimya sanayinin işlevlerini yerine getirmekte oldukları da ciddiye alınmalıdır. Hindistan’ın sığırları her yıl yaklaşık 700 milyon ton miktarında kullanılabilir gübre bırakırlar. Bu toplamın aşağı yukarı yarısı tarımda gübre olarak kullanılır, geri kalanın büyük çoğunluğu ise yemek pişirmek için gerekli ısıyı sağlamak üzere yakılır. Hintli ev kadınının yemek pişirmekte kullandığı başlıca yakıt olan bu gübreden elde edilen yıllık ısı miktarı, 27 milyon ton gazyağının, 68 milyon ton kömürün verdiği ısıya eşdeğerdir. Hindistan’ın ancak küçük miktarlarda petrol ve kömür rezervlerine sahip olması ve eskiden beri geniş çaplı ormansızlaşmanın kurbanı olması nedeniyle, anılan yakıtların hiçbirinin gerçekte inek dışkısının yerini alabileceği düşünülemez. Mutfakta dışkı gübre kullanılması düşüncesi sıradan Amerikalıya çekici gelmeyebilir ama Hintli kadınlar ona üstün bir mutfak yakıtı gözüyle bakarlar çünkü o günlük ev işlerine çok iyi uyarlanır. Hint yemeklerinin büyük çoğunluğu ghee olarak bilinen arıtılmış tereyağı ile hazırlanır ve bu iş için ısı kaynağı olarak inek dışkısı yeğlenir çünkü yemeği kavurmayan temiz, yavaş ısıtan, uzun süren bir alevle yanar. Bu durum Hintli ev kadınının yemeklerini pişirmeye başlayınca saatler boyu yemeklerin başında beklemeyip çocuklarıyla ilgilenmesine, tarla işlerinde yardımcı olmasına ya da ufak tefek ev işlerini yürütmesine olanak sağlar. Amerikalı ev kadınları benzer bir sonucu son model fırınların pahalı becerileriyle elektronik kontrolleri kapsayan karmaşık bir düzenekle elde ederler.
İnek dışkısının en azından önemli bir işlevi daha vardır. Su ile karıştırılıp hamur haline getirilince evde döşeme malzemesi olarak kullanılır. Bir toprak taban üzerine sürülüp düz bir düzey halinde sertleşmeye bırakıldığında tozlanmayı önler ve süpürgeyle çok iyi temizlenir.
Tarım işletmesi açısından bakınca, süt vermeyen ve kısır olan bir inek ekonomik bir beladır. Ama köylü açısından bakıca, süt vermeyen ve kısır olan o aynı inek tefecilere karşı elde kalan son umutsuz savunma aracıdır. Elverişli muson yağmurunun en bitkin hayvanı bile eski gücüne kavuşturabilme ve ineğin semirmesi, yavrulama ve süt vermeye yeniden başlama şansı daima vardır. Çiftçinin duaları bunun içindir; bazen de duaları kabul edilir. Bu arada hayvanın dışkılaması sürüp gider. İşte böylece insan sıska yaşlı çirkin bir ineğin kendi sahibinin gözüne hala neden güzel göründüğünü yavaş yavaş anlamaya başlar.
Zebu sığırlarının vücutları küçüktür, sırtlarında enerji depolayan hörgüçleri vardır ve hastalanınca kendilerini toparlama güçleri büyüktür.
Bu nitelikler Hindistan’ın özel koşullarına uygun düşmektedir. Bu yerli hayvan türleri çok az besin ya da suyla uzun süre yaşayabilme gücündedirler ve tropikal iklimlerdeki öbür hayvan türlerine musallat olan hastalıklara karşı yüksek bir direnç gösterirler. Zebu öküzleri nefes alıp vermeye devam ettikleri sürece işte kullanılırlar. Vaktiyle Johns Hopkins Üniversitesi’nde çalışmış bir veteriner olan Stuart Odend’hal, ölümlerinden birkaç saat öncesine değin normal olarak çalışan ama yaşamsal organları ağır biçimde hasara uğramış bulunan Hint sığırları üzerinde alan otopsileri yapmıştır. Kendilerini onarma güçlerinin muazzam olması nedeniyle, bu hayvanlar canlı oldukları sürece artık hiç ‘’işe yaramaz’’ diye asla öyle kolayca gözden çıkarılmazlar.
Ama er geç, bir hayvanın hastalıktan iyileşme umutlarının hepten yok olduğu ve hatta dışkı çıkarmasının son bulduğu bir gün mutlaka gelir. Ve Hindu çiftçi besin için onu kesmeyi ya da mezbahaya satmayı hala reddeder. Bu durum inek kesimi ve sığır eti tüketimi üzerindeki dinsel tabuların dışında bir açıklaması bulunmayan zararlı bir ekonomik uygulamanın yadsınamaz bir kanıtı değil midir?
İnek sevgisinin inek kesimine ve sığır eti yenmesine karşı direnmeleri için insanları seferber ettiğini kimse yadsıyamaz. Ama ben inek kesimi ve sığır eti yenmesine ilişkin tabuların zorunlu olarak insanın yaşamını sürdürmesi ve gönenci üzerinde olumsuz bir etki yapacağı görüşüne katılmıyorum. Bir çiftçi yaşlı ya da işi bitmiş hayvanlarını keserek ya da satarak belki fazladan birkaç rupi daha kazanabilir ya da ailesinin beslenmesini sınırlı bir süre için iyileştirebilir. Ama onun hayvanını mezbahaya satmayı ya da kendi sofrası için kesmeyi reddetmesi uzun vadede yararlı sonuçlar doğurabilir. Çevrebilimsel çözümlemenin yerleşmiş bir ilkesine göre canlı varlıklardan oluşan topluluklar ortalama koşullara değil uç koşullara uyarlanırlar. Hindistan’da bunu örnekleyen durum muson yağmurlarının sık görülen aksamasıdır. İnek kesimine ve sığır eti yenmesini yasaklayan tabuların ekonomik anlamını değerlendirmek için, dönemsel kuraklıklar ve kıtlık bağlamında bu tabuların ne anlama geldiğini irdelememiz gerekir.
İnek kesimi ve sığır eti yenmesi üzerindeki tabu, doğal seçilmenin bir sonucu olduğu kadar, zebu türü hayvanların vücutlarının küçük ve kendilerini onarma güçlerinin çok büyük olmasının sonucudur. Kuraklıklar ve kıtlıklar sırasında, çiftçilerin hayvanlarını kesme ya da satma eğilimleri yeğin olur. Bu eğilime boyun eğenler, kuraklık dönemini ölmeden aşsalar bile, aslında kesinlikle ölümlerini hazırlarlar çünkü yağmurlar başladığında tarlalarını sürme gücünden yoksun kalırlar. Kıtlığın baskısı altında sığırların kitlesel boyutta yok edilmesinin toplumun gönenci için oluşturacağı tehlike, çiftçi bireylerin normal durumlarda kendi hayvanlarının yararlılığı konusunda yapacakları her türlü olası hesap yanlışının yaratacağı tehlikeden çok daha büyüktür. İnek kesimiyle ortaya çıkan o korkunç saygısızlığa uğramışlık duygusunun köklerinin yaşamı sürdürmenin günlük gereksinimiyle uzun vadeli koşulları arasındaki o dayanılmaz çelişkiyle beslenmesi olası görünüyor. Dinsel simgeleri ve kutsal öğretileriyle inek sevgisi çiftçiyi yalnızca kısa vadede ‘’ussal’’ hesaplara karşı korumaktadır. Batılı uzmanlara göre ‘’Hintli çiftçi ineğini yemektense açlıktan ölmeyi yeğler.’’ Aynı tür uzmanlar ‘’anlaşılmaz Doğu aklı’’ hakkında konuşmayı severler ve şöyle düşünürler : ‘’Asyalı kitlelere göre yaşam pek o kadar değerli değildir.’’ Bilmezler ki çiftçi açlıktan ölmektense ineğini yemeği yeğleyecektir ama eğer ineğini yerse açlıktan ölecektir.
Kutsal yasaların ve inek sevgisinin desteğine karşın, kıtlığın baskısı altında sığır eti yeme isteği bazen dayanılmaz hale gelir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Bengal’de kuraklıklardan ve Japonların Burma’yı işgal etmelerinden kaynaklanan büyük bir kıtlık yaşandı. İneklerin ve çekim hayvanlarının yok edilmesi 1944 yazında öyle tehlikeli boyutlara vardı ki İngilizler inek koruma yasalarını zorla uygulamak üzere askeri brilikler kullanmak zorunda kaldılar.
İyi zamanlarda kesinlikle yararsız olan bir takım hayvanların yaşlılık çağına değin yaşamayı sürdürmesi, kötü zamanlarda yararlı hayvanların kıyıma uğramalarına karşı korunmaları için ödenmesi gereken fiyatın bir parçasıdır. Batılı tarım işletmeciliği görüşü açısından, Hindistan’ın bir et paketleme endüstrisine sahip olmaması usdışı görünen bir durumdur. Ama Hindistan gibi bir ülkede böyle bir sanayi için var olan gerçek potansiyel çok sınırlıdır. Sığır eti üretimindeki büyük bir artış, inek sevgisinden dolayı değil ama termodinamik yasaları nedeniyle bütün ekosistemi zorlayacaktır. Herhangi bir besin zincirinde, araya yeni hayvan halkalarının girmesi, besin üretiminin verimliliğinde büyük bir düşüşe yol açar. Bir hayvanın yediklerinin kalori değeri onun vücudunun kalorisel değerinden daima çok daha fazladır. Bunun anlamı şudur: Bitkisel besin bir insan topluluğu tarafından doğrudan doğruya tüketildiğinde kişi başına düşen kalori miktarı o besin evcilleştirilmiş hayvanların beslenmesinde kullanıldığı zamankinden daha büyüktür.
Amerika Birleşik Devletleri’nde sığır eti tüketiminin yüksek düzeyde olması nedeniyle, ekim alanlarının dörtte üçü insanları değil de hayvanları beslemek için kullanılır. Hindistan’da kişi başına alınan kalorinin günlük gereksinimin en alt düzeyinin zaten altında olması nedeniyle ekim alanlarını et üretimine özgülemek ancak besin fiyatlarının daha da yükselmesine ve yoksul ailelerin yaşam standartlarının daha da bozulmasına yol açar.
Pazar yerlerinde, çimenler üzerinde, karayolları ve demiryolları çevresinde ve tepelerin çorak yamaçları üzerinde bu hayvanlar ne yaparlar? Onlar insanlarca doğrudan tüketilemeyen çayır otlarının, anızların ve süprüntülerin her bir parçasını yiyerek bunları süte ve öteki yararlı ürünlere dönüştürmenin dışında ne yaparlar? Dr. Odend’hal Batı Bengal’deki sığırlar konusunda yaptığı araştırmasında ortaya koymuştur ki insansal besin ürünlerinin yenmeye elverişsiz artıkları, özellikle pirinç sapları, buğday kepeği ve pirinç kabukları, sığırların diyetindeki temel öğeyi oluştururlar.
İnek sevgisinin varsıl ve yoksul için değişik anlamlar taşıdığını hiç kimse Gandhi’den daha iyi anlamış değildir. Ona göre inek Hindistan’ı içtenlikle ulus olmaya doğru devinime geçiren savaşın en önemli odak noktasıydı. Küçük ölçekli tarım işletmesi, elle çalıştırılan bir çıkrıkta pamuk ipliği yapımı, yere bağdaş kurup oturma, bir peştamal kuşanılması, etyemezlik, yaşama saygı ve şiddete hiç başvurmama hep inek sevgisiyle birlikte düşünülür. Köylü kitleleri, kent yoksulları ve paryalar arasında bulduğu o sevgi dolu çok geniş desteği Gandhi sözü geçen temalara borçludur. Onun kendi halkını sanayileşmenin yıkımlarına karşı koruma yolu buydu.
‘’Gereksinim fazlası’’ hayvanları yok ederek Hindistan’ın tarımını daha verimli kılmak isteyen ekonomistler varsıl ve yoksullar için ahimsa (her türlü şiddet uygulamasını reddeden dinsel ilke)’nın içerdiği oransız etkileri bilmiyorlar. Örneğin Profesör Alan Heston sığırların yerine başkaları kolayca konulamayan yaşamsal işler yaptıklarını kabul eder. Ama onun yaptığı öneriye göre eğer inek sayısında 30 milyon kadar bir azalma olursa aynı işlevler daha verimli olarak yürütülebilecektir. Bu rakamın dayandığı varsayıma göre gerekli özen gösterildiğinde halen var olan öküz sayısının yerine yenilerini koymak için 100 erkek hayvan başına yalnızca 40 inek yeterli olacaktır. Bu formüle göre, yetişkin erkek sığır sayısı 72 milyon olunca gereken doğurgan inek sayısı 24 milyon olmalıdır. Gerçek halde 54 milyon inek vardır. Heston bu 54 milyondan 24 milyonu çıkarınca yok edilecek 30 milyon ‘’yararsız’’ hayvan sayısına ulaşıyor. Böylece bu ‘’yararsız’’ hayvanların tüketmekte oldukları kuru ot, saman ve besin ürünleri geriye kalan hayvanlar arasında paylaşılacak ve bu hayvanlar daha sağlıklı hale gelerek ürettikleri süt ve gübre miktarını eski düzeyde tutmayı ya da önceki düzeylerin üzerine çıkarmayı başarabileceklerdir. Ama kimlerin inekleri feda edilecektir? Toplam sığırların yaklaşık yüzde 43’ü çiftliklerin en yoksul olan yüzde 62’sinde bulunmaktadır. İki buçuk ya da daha az dönümlük topraktan oluşan bu çiftlikler otlak ya da çayırlık alanların ancak yüzde 5’ine sahiptirler. Başka deyişle süt vermez, kısır ve güçsüz halleri geçici olan hayvanların büyük çoğunluğuna sahip bulunan insanlar en küçük ve en yoksul çiftliklerde yaşamaktadırlar. Öyle ki, ekonomistler 30 milyon inekten kurtulmaktan söz ederlerken, aslında onlar zengin ailelere değil, yoksul ailelere ait olan 30 milyon inekten kurtulmaktan söz ederler. Ama yoksul ailelerin büyük çoğunluğunun yalnızca bir ineği vardır, o halde bu tasarrufun özet olarak anlamı pek öyle 30 milyon inekten kurtulmak değil de 150 milyon insandan –onları topraklarından koparıp kentlere doğru göçe zorlayarak- kurtulmaktır.
Ben şunu söylemek istiyorum: İnek sevgisi karmaşık, güzelce eklemlenmiş özdeksel ve kültürel bir düzen içinde yer alan etkin bir öğedir. İnek sevgisi, israfa ya da tembelliğe hemen hiç yer vermeyen düşük enerjili bir ekosistemde yaşamı dirençle sürdürmek için insanların gizli yeteneğini seferber eder. İnek sevgisi, süt vermezliği ya da kısırlığı geçici ama gene de yararlı hayvanları koruyarak; pahalı enerjiye dayalı sığır eti endüstrisinin gelişimini önleyerek; kamu topraklarında ya da emlak sahibinin zararına semiren sığırları koruyarak; kuraklık ve kıtlıklar sırasında sığırların kendilerini toparlama gizilgücünü sürdürerek, insanların duruma uyarlanma esnekliğine katkıda bulunur. Herhangi bir doğal ya da yapay bir dizgede olduğu gibi burada da, anılan karmaşık etkileşimlerle ilgili bazı kaymalar, sürtüşmeler ya da israflar olur. Yarım milyar insan, hayvan, arazi, işgücü, siyasal ekonomi, toprak ve iklim, hepsi sürecin içinde yer alır.
Bütün insan eylemlerinin etkili biçimde seferber edilmesi psikolojik yönden insanı zorlayan inanç ve öğretilere dayandığı için, bir ekonomik sistemlerin daima optimum verimlilik noktalarının altına ve üstünde dalgalanmasını beklemek zorundayız. Ama bütün sistemin bilincini kötüleyerek daha iyi çalıştırılabileceği varsayımı bönlüktür ve tehlikelidir. Eğer siz bir yüksek enerjili endüstriyel ve tarımsal işletme kompleksinin şimdi var olan sistemden daha ‘’rasyonel’’ ve daha ‘’verimli’’ olacağını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Savurganlık geleneksel köylü ekonomilerinden çok modern tarım işletmelerinin özelliğidir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde otomatik hale getirilmiş yeni toplu sığır eti üretimi sisteminde, sığırların gübresi kullanılmadığı gibi ayrıca bu gübrelerin hem geniş araziler üzerindeki suları kirletmelerine hem de yakınlardaki göl ve akarsuları pisletmelerine izin verilir.
Sanayileşmiş ulusların yararlandığı yaşam standardının daha üstün olması üretim verimliliğinin daha büyük olmasının bir sonucu değil ama kişi başına düşen enerji miktarındaki yaygın artışın muazzam olmasının bir sonucudur. 1970’de Amerika Birleşik Devletleri insan başına on iki ton kömüre eşdeğer enerji tüketmiştir oysa Hindistan için bu rakam insan başına bir tonun beşte biridir. Enerjinin harcanma biçiminin Amerika Birleşik Devletleri’nde kişi başına yol açtığı enerji savurganlığı Hindistan’dakinden çok daha fazladır. Otomobiller ve uçaklar öküz arabalarından daha hızlıdırlar ama enerjiyi daha verimli kullanmazlar. Gerçekte, Amerika Birleşik Devletleri’nde tek bir günde trafik sıkışıklığı sırasında yararsız ısı ve duman halinde yok olup giden kalori miktarı Hindistan’ın bütün ineklerinin bütün bir yıl boyunca israf ettikleri kaloriden daha fazladır. Duran arabaların yeryüzünün milyonlarca yılda biriktirdiği o yeri doldurulamaz petrol rezervlerini yakıp yok ettiğini düşündüğümüzde karşılaştırma sonucunun daha da olumsuz olduğu görülür.
Eğer siz gerçekten kutsal bir inek görmek istiyorsanız, dışarı çıkıp kendi arabanıza bakın.
Bu metin, Marvin Harris’in İmge Yayınları tarafından 1995′te yayımlanan ancak şu an piyasada bulunmayan ”İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar” isimli kitabının ”Ana İnek” isimli bölümünden kısaltılarak yayımlanmıştır.
Kitara’nın Esintisi
Kumsaldan ağaçların arasına doğru yürüyorum. Mart ayının canlılığı yaprakların yeşiline yansımış gibi ışıl ışıl her taraf. Yaşlı belimi tuta tuta başımı kaldırıp masmavi gökyüzüne bakıyorum. Kitara’nın hafif meltem esintisinde çıkardığı sesi duyar gibi olup büyüleniyorum. Girdabın oluşturduğu akım, kıvranan bir sandalyenin tıkırtısı gibi… Beyaz elbiseli bir kızın peşine takılıyor hayallerim. Ufak çığlıklar eşliğinde attığı kahkahalar, ağaçlardaki kuşları havalandırıyor. Neşesi karşısında gülümsüyorum.
Sinema hilesi gibi film başa sarıyor. Gıcırtılar arasında Auschwitz’e gidiyorum. 1944 yılının baharı… İki milyondan fazla insanın öldüğü toplama kampının kapısındayım. Demir kapının önündeki askerlerin sert bakışlarına inat kapıya yanaşıyorum. Cebimden çıkardığım bir paket sigarayı askere uzatırken gazeteci kimliğimi gösteriyorum. Başını eğip göz ucuyla etrafına bakıyor.
Kısık bir sesle “Bugün gazetecilerle görüşme yasağı kondu. Komutan çok sinirli.” diyor. Son sözcükleri bilerek yuttuğu belli… Başımı sallayıp onun kurallarına uymaya karar vererek, sesimi kısabildiğim kadar kısıp:
“Bir kadın varmış. Çok… Nasıl desem? Çok gülüyormuş… Yani…”
“Yok, böyle bir şey!”
Sesi aniden yüksek çıkmaya başlıyor. Sağına soluna bakıp, abartılı hareketlerde bulunuyor. Anlayıp gülümsüyorum. Tam yanından ayrılacağım sırada “Adım Edingu! Akşam Sam’in yerine gel.” diye mırıldanıyor. Arkamı dönüp başım önde hızla uzaklaşıyorum ölüm tünelinin girişinden.
Başımı kaldırıp torunuma bakıyorum. Kehribar rengi gözlerindeki canlılık soluğuma soluk katıyor. Masum insanın en harikulade hallerine gülümsüyorum. Su gibi temiz olmayan insanlık tarihini miras bıraktığımız bütün çocuklara acıyorum. Kırılgan masumluğunun yüzünde dans ettiğini görüp gülümsüyorum. “Ilgın uzaklaşma!” diye sesleniyorum sonra. Yaşlanınca gençlikte yapılan birçok şeyden pişmanlık duyarmış insan. Bende pişmanlık yok. Yaşanması gereken her şeyi yaşadım.
***
Gece el ayak çekilince tek odalı evimden çıkıp kömür kokan Arnavut kaldırımlarını arşınlayarak elim cebimde Sam’in yerine gitmiştim. Issızlık canileri hatırlatıyordu. İçim bu düşünceyle titrerken Ari ırkın mensuplarının geldiği bu yeri aslında hiç sevmediğimi fark etmiştim. O sabah konuştuğum asker elinde kocaman siyah bir bira kupasıyla çakır keyif beni bekliyordu. Selam vermeden yanına oturdum. Garsona aksanımı anlamaması için yarım ağızla “Bir bira.” dedim. Başımı tam tersi tarafa, askere çevirip “Bana kadını anlat.” dedim. Askerin bardağını sertçe masaya vurmuş ve bana doğru yaklaşıp “O kadar kolay değil.” demişti.
“Ne kadar istiyorsun?”
“150…”
Duyduğum rakam karşısında güçlükle yutkunduğumu hatırlıyorum. Ama bu haberin, her gün verilen yüzlerce ölüm ve işkence haberinin yanında daha ilginç olduğunu da biliyordum. Gazeteci tarafım yelkenleri suya indirmişti: “Tamam.”.
Cüzdanımdan çıkardığım kağıt paraları elim titreyerek uzattım. Adam paraları hızla alıp cebine sokuşturdu. Birasından büyük bir yudum çektikten sonra “Kadın çok neşeli…” dedi.
“Nasıl?”
“Toplama kampına adım attığı andan itibaren ağlayan, bağıran diğer binlerce, milyonlarca insandan farklı olarak her şeye gülüyor ve her şeyden keyif alıyor. ‘Öleceksem öleyim, üzülmeye ne gerek var.’ diyor. Bizim işkencecilerin kadına yapmadıkları…” Adam susup etrafını gözlüyor. Başını kulağıma doğru yaklaştırıp yoğun sarımsak ve alkol kokusunun arasından “…Yapmadıkları, denemedikleri işkence kalmadı. Kadın her acıdan sonra kahkaha atıp bizimkileri çıldırttı. İşkencecilere zevk almalarını sağlayacak en ufak bir açık vermedi.”
Benim yüzümü buruşturduğumu görünce, “Ben de karşıyım işkenceye ama görevim bu ne yapabilirim.” dedi.
Başımın üzerinde elimi sallayıp sözlerini savıyormuşum gibi yaptım. Kadınların çığlıklarının arasına bir kahkaha sızıyormuş gibiydi. Gözlerimi askerin yüzüne dikip “Beni onunla görüştür.” dedim.
“Bunu yapamam. Yakalanırsam öldürürler beni.”
“Beni gizlice oraya sok.”
Birasını dibine kadar içip arkaya doğru kaykılmıştı. Niyetini anlamıştım. Yüzüme bakıp “Karşılığı ne olacak?” dedi. Gülümsemiş, vereceğim miktarı söylemeden önce soluğumu bırakmıştım:
“Beş yüz…”
O memnun memnun başını sallarken ben fısıltılarının arasında toplama kampına girecek ilk gazeteci olacağımı düşünüp bunun keyfini sürmeye karar vermiştim bile.
***
Denizin yosun kokusunun arasında dalgaların sesine Kitara’nın tınıları karışmış gibi. Torunumu uzaktan izlerken belleğim geçmişin en gizli köşelerine yolculuğa çıkmıştı. Bir taşı ayağımla vura vura yerinden çıkarıp kenara doğru yuvarlarken anıların yakıcılığından yüreğimi ayaz kesiyor. Taşın altındaki toprak sihirbazları kıvrılarak kaçışmaya çalışırken onların da canlı olduğunu bilmediğim çocukluğuma gidiyor belleğim. Solucanları bölüp parçaladığım o günlere…. Yaşlılığın en büyük sıkıntısı hep geçmişi düşünüp yad etmek, acısıyla, tatlısıyla hatırlayıp hüzünlenmek ve tüketilen ömrün sona ermek üzere olduğunu fark edip telaşlanmak… Anı yaşamaktan zevk almayı o öğretmişti bana. Onu kısacık gördüğüm gün hayallerime, bedenime, hücrelerime işlemişti. Kitara…
***
Auschwitz’e girişim kolay olmuştu. Asker kıyafetleri getiren Edingu, toplama kampına girişimi kolaylaştırmıştı. Edingu’nun, kadını sabah erkenden işkence odasına getirirken yaşadığı huzursuzluk gözle görülür cinstendi. Perme perişan haldeki kadının üstü başı pislik içindeydi. Kemikleri sayılacak kadar zayıftı. Kırpık kırpık saçları tavuk didiklemiş gibi havadaydı. Dışkı kokusu bütün odayı kaplamıştı. Öğürmeme engel olamadım. Duvarın köşesine kusarken onun güldüğünü gördüm. Gözlerinin içinde zift siyahı bir hayat vardı. Acı bir yaşama sevinci… Ufak tefek bedenini kıpırdatmadan usulca, bir melodi gibi “Sen yenisin galiba. Ama alışırsın.” dedi.
Özgüveni karşısında nutkum tutulmuştu. “Adın ne?” diye sorarken elimle ağzımı sildim. “Kitara!” dedi. Kaşlarımı kaldırıp “Anlamı ne?” dedim.
Yanıtı tokat gibi çarptı suratıma “İşkence yaparken mi lazım olacak?”
O an tenine baktım. Benek benek siyahımsı morluklar her yerini kaplamıştı. Bir kısmı yeşilden sarıya dönüşürken, bir kısmı mosmordu. Sağ elinde üç tırnağının sökülmüş olduğu belliydi. Derisi büzüşmüş, kurumuş et rengine bürünmüştü. Ayak başparmakları da yoktu. Kesilen parmakların yeri iltihaplanmıştı. Duvarlara sinmiş bir çığlığı duyar gibi oldum. Ölümün kokusu her yanı kaplamıştı. Ürperdim. Zar zor konuşmaya çalıştım.
“Ben asker değilim.”
Kalkan kaşlarının arasından masum bir gülümseme belirdi yüzünde. “İşkence yapanın asker olup olmaması beni ilgilendirmez. İşkence esnasında ölümü neşeyle karşılarım sadece.”
Söylediklerini duymamaya çalışarak “Gazeteciyim. Dışarıya ulaşan bilgilerin doğru olup olmadığını anlamak için seninle röportaj yapmak istiyorum.” Cebimden çıkardığım küçük ses kaydediciyi ona doğru uzattım.
“Anlıyorum.” dedi.
Titreyen ellerini boğazına götürüp ovalıyormuş gibi yaptı. Sigara yanığı olduğu belli olan lekeler daha da belirginleşmişti boynunda.
“Anlatılacak pek bir şey yok.” dedi.
“Senin deli olduğunu düşünüyorlar. Gerçekten mutlu rolünü nasıl oynuyorsun?”
“Rol yapmıyorum. Gerçekten mutluyum. Tanrı bunu yaşamamı istediyse ondan gelen her şeyi büyük bir mutlulukla kabul ederim. Benim ırkım bu acıları yaşıyorsa bundan sonra gelecek güzel günler içindir. Bunu biliyorum.”
“Ama işkence görürken kahkaha atıyormuşsun. Bu doğru mu?”
“Onların istediği benim acı çekmem ve bunun sonucunda onlara yalvarmam. Bunu yapmıyorum. Buradaki insanların morale ihtiyaçları var. Ağlamak, sızlamak onları kaybetmek olur. Neşeli şeyler anlatıp insanlarıma destek oluyorum. Acılar karşısında gülümsemek ve zor şartlarda mutluluktan uzaklaşmamak benim yaşama sebebim.”
“Sadece bunun için mi böyle davranıyorsun?” Şaşırmıştım. Zihnim bu söylenenleri kabul etmek istemiyordu. Karşımdaki bu aciz kadının böyle düşüncelerle boğuştuğunu bilmek erkeklik gururumu örselemişti.
“Önceden birinin öldüğünü duyduğumda üzülürdüm. Şimdi ise etrafımdaki herkes ölüyor. Ölen birini görünce gülümsüyorum. Kurtuluyor ruhu acılardan diye seviniyorum. İşkencecilere bunu söylediğim için beni öldürmüyorlar. Damarlarına bastığım halde ölümün kıyısında bırakıyorlar beni. Daha çok acı çekmem, daha çok yalvarmam için ölüme kavuşturmuyorlar.” Sustu. Boğazında leblebi tozu varmış gibi zar zor yutkundu. Arkasını dönüp kapıya doğru yürümeye başladı.
“Dur! Nereye gidiyorsun?” dedim.
Yüzüme bakıp gülümsedi. Kaşlarını havaya kaldırıp soru sorarmış gibi baktı.
Telaşla “Ama soracaklarım bitmedi.” dedim.
Elini neşeyle havaya kaldırdı. “Bugün işkence görmeyeceğime göre burada zamanımı boşa harcamamalıyım. Orada gülümsemeyi bekleyen, ölümün soluğuyla yaşayan insanlar var.” dedi ve kapıdan çıktı. Edingu’yla konuştuklarını duydum, bir de ayak sürüme sesiyle uzaklaştıklarını. Kitara’nın cılız bedeninden yayılan sınırsız güç karşısında içi boşaltılmış bir insan kisvesi olarak öylece kalakaldım.
Kendimi silkelenecek bir halı gibi bomboş hissettim. Yaşama hakkım vardı ve ben bu hakkı boş şeylerle uğraşarak heba ediyordum. Binanın gri koridorlarından geçerken ağlayan, haykıran insanların sesleri eşliğinde gökyüzünü görüp kurtulmak umuduyla başım önde yürüdüm. İnsanlık onurumun zedelendiğinin farkındaydım. Toplama kampından koşarak ve insanlığımdan utanarak uzaklaştım.
***
Üşüdüğümü hissediyorum. Solucanlar oynaşıyorlar ayakucumda. Kitara’nın sesini duyduğum anın büyüsünü tekrar hissediyorum. Tüm soykırım mağdurları için dua ediyorum. Ben huzurlu bir ölüme doğru yavaş yavaş ilerlerken dünyanın dört bir yanında türlü eziyet ve tecavüzlerle paldır küldür öldürülen, vahşice yok edilen milyonlarca insan olduğunu bilmenin utancı dağlıyor yüreğimi. Her şey Tanrı’nın parmağının ucundaymış, diyorum. Bu düşünce neşelendiriyor beni. Deliliğin sınırlarında ölüm karşısında da neşeli olmalıyım, diye mırıldanıyorum.
Gözümün önüne toplama kampının kapısında şuh kahkahalar atan Kitara’nın görüntüsü geliyor. Acılarla dolu anılarımı cebime doldurup elini tutuyorum torunumun. Soykırım saçmalıklarına kurban olan milyonlarca insanı selamlıyorum gönül gözümle. Kitara’nın yapmaya çalıştığı şeyi daha iyi anlıyorum artık. Umursamaz bir neşenin karşısında saygıyla eğiliyorum.
Yılın başarı ödülünü alıyorum o yıl. Kitara öldürülüp bir toplu mezara gömülürken ben ödül almak için ülkeme gidiyorum. Dünya hissizleşiyor benim için. Bir sinema hilesi gibi manşetler geçiyor gözümün önünden: “Toplama kampını sarsan Neşe”…
Kitara’nın esintisi kaplıyor yüreğimi ve acıyla gülümsüyorum.
Bu öykü ilk olarak Kalem Dergisi’nin 8. sayısında yayımlanmıştır.