Orhan Pamuk – Severdim Seni

Ağustos 2, 2024 by  
Filed under Edebiyat, Roman, Sanat, Ustalara Saygı

Orhan Pamuk’un 1990 yılında yayımlanan Kara Kitap adlı romanından bir bölüm…

Okuldayken aynı sıralarda oturmazdık; ama sıcak bahar günlerinde sınıfta uzun tartışmalardan sonra pencere açıldığında, hemen arkasındaki kara tahtanın karasından aynalaşan camın içinde yansıyan yüzünü şimdiki gibi seyrederdim.

İlk rastlaştığımızda bacakların o kadar ince, o kadar narin gözükmüştü ki bana, onların kırılıvereceğinden korkmuştum. Tenin sanki çocukken daha sertti de, büyüdükçe, ortaokuldan sonra renklenerek inanılmaz bir incelikle yumuşadı. Evin içinde oynamaktan kudurduğumuz sıcak yaz günlerinde, bizi bir plaja götürmüşlerse eğer, dönüş yolunda, ellerimizde Tarabya’dan aldığımız dondurmalarla yürürken, sivri tırnaklarımızla kollarımıza, üzerindeki tuzu kazıyarak harfler yazardık. İnce kollarının üzerindeki küçük tüyleri severdim. Güneş yanığıyla pembeleşen bacaklarını severdim. Başımın üzerindeki raftan bir şey almak için uzandığında yüzüme dökülüveren saçlarını severdim.

Annenden alıp giydiğin askılı mayonun sırtında bıraktığı askı izlerini, sinirlendiğin zaman saçlarını dalgın dalgın çekiştirmeni, filtresiz sigara içerken ortanca ve başparmaklarınla dilinin ucundaki tütün parçasını yakalayışını, film seyrederken ağzını açışını, kitap okurken elinin altındaki bir tabakta bulduğun leblebileri ve fındıkları farkında olmadan yiyişini, anahtarlarını kaybedişini, miyopluğunu kabul etmediğin gözlerini kısışını severdim. Gözlerini kısıp uzaktaki bir noktaya bakarken başka bir yere gittiğini, başka bir şey düşündüğünü anlayınca seni endişeyle severdim. Aklının içindekilerinin bildiğim kadarını ve daha çok da bilmediğim kadarını korkuyla korkuyla severdim, Allahım!

Birlikte gittiğimiz bir misafirlikte, ağır havası sigara dumanlarıyla mavileşmiş bir odada, senden üç adım ötede oturan bir anlatıcının hikâyesini dikkatle dinlerken, geceyarısı o ‘ben burada değilim’ ifadesi ağır ağır yüzünde belirdiğinde seni severdim. Tembellikle geçen bir haftadan sonra, gömleklerinin, yeşil kazaklarının ve bir türlü atmaya kıyamadığın eski geceliklerinin arasında bir kemeri istemeye istemeye ararken, açık kapısından içerisi gözüken dolaptaki inanılmaz karışıklığı fark ettiğinde yüzünde beliren yılgınlık ifadesini severdim. Bir heves ressam olmaya karar verdiğin çocukluk günlerinde, Dede’yle birlikte masaya oturup ağaç çizmeyi öğrenmeye koyulduğunda, Dede’nin konu dışına çıkan takılmalarına öfkelenmeden güldüğünde seni severdim. Dolmuşun kapısını ucu dışarıda kalan mor paltonun üzerine kapadığında ve şimdi elinde tuttuğun beş liranın, şimdi yere düşüp kaldırım kenarındaki ızgaraya doğru kusursuz bir yay çizerek ne güzel yuvarlandığını gördüğünde yüzünde beliren oyuncu şaşkınlığı severdim.

Severdim seni, pırıl pırıl bir nisan günü küçük balkonumuza çıkıp sabah astığın mendilin hala kurumadığını, demek ki güneşin seni aldattığını anladığında ve hemen sonra, arka arsadan gelen çocuk cıvıltılarına hüzünle kulak kabarttığında seni severdim. Birlikte gittiğimiz bir filmi bir üçüncü kişiye hikâye ederken belleğinin ve hatırladıklarının benimkinden ne kadar farklı olduğunu korkuyla anladığımda seni severdim.

Severdim seni; aile içi izdivaçlar ve akrabalar arasındaki evlilikler üzerine bol resimli bir gazetede makale döktüren profesörün incilerini bir köşeye çekilip bana sezdirmeden okuduğunu gördüğümde ve ne okuduğunu değil; ama okurken yalnızca üst dudağının Tolstoy kahramanları gibi hafifçe öne çıktığını gördüğümde seni severdim. Asansör aynasında kendine bir başkasına bakar gibi bakışını ve nedense bu bakıştan sonra hatırladığın şeyi telaşla çantanın içinde arayışını severdim. Biri yan yatmış ince bir yelkenli, öteki kambur bir kedi gibi yan yana durarak saatlerce seni bekleyen topuklu ayakkabılarının içine aceleyle girişini ve saatler sonra, eve döndüğünde ayakkabıları gene aynı çamurlu ve asimetrik yalnızlığa terk etmeden önce kalçalarının, bacaklarının ve ayaklarının kendi kendilerine yaptıkları hünerli hareketleri seyretmeyi severdim. Sigara küllüğünü tepeleme dolduran izmaritlere ve kara başlarını umutsuzca bükmüş yanık kibritlere bakarken kederli düşüncelerin kimbilir nereye gittiğinde seni severdim.

Severdim seni her zaman yürüdüğümüz sokaklarda, bir an, sanki güneş o sabah batıdan doğmuş gibi yepyeni bir ışık ve yepyeni bir köşeyle karşılaştığımızda, sokakları değil, seni severdim. Birden çıkan lodosla karların eridiği ve İstanbul’un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve adaların arkasından bana gösterdiğin Uludağ’ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen seni severdim. Çinko tenekelerle yüklü ağır arabayı çeken sucunun yorgun ve yaşlı atına kederle baktığında severdim seni. Dilencilere para vermeyin, onlar aslında çok zengin diyenlerle alay ettiğinde ve herkes labirentimsi merdivenlerden kıvrılarak sinemadan yeryüzüne ağır ağır çıkarken, bir kestirme bulup bizi bütün kalabalıktan önce kaldırıma çıkardığın zamandaki mutlu gülüşünü gördüğümde seni severdim. Saatli Maarif Takvimi’nden bizi birlikte ölüme yaklaştıran bir yaprağı daha kopardıktan sonra, en altta günün yemeği olarak önerilen etli nohut, pilav, turşu ve karışık kompostoyu, yaklaştığımız ölümün bir işaretini okur gibi ağırbaşlı ve hüzünlü bir sesle okumanı ve Kartal marka ançuvez tüpünün önce rondelayı çıkartıp, sonra kapağı sonuna kadar çevirip açılacağını bana sabırla öğrettikten sonra, üretici Mösyö Trellidis’in saygılarıyla, demeni severdim. Kış sabahları yüzünün renginin şehrin üzerindeki soluk beyaz göğün renginde olduğunu gördüğümde, çocukluğumuzda, caddenin ırmağından akan arabalar arasından, bir kaldırımdan öteki kaldırıma bir koşu çılgın ve neşeli geçişini seyrettiğim zamanki gibi, seni endişeyle severdim.

Severdim seni, cami avlusunda, musalla taşında yatan tabuta konan kargaya dikkatle ve gülümseyerek baktığında, radyo tiyatrosu taklidi sesinle annenle babanın kavgalarını oynadığında seni severdim. Ellerimin arasına dikkatle başını alıp gözlerinde hayatımızın gittiği yeri korkuyla gördüğümde seni severdim. Vazonun yanında, neden orada bıraktığını anlayamadığım yüzüğünü günler sonra gene orada gördüğümde seni severdim. Efsane kuşlarının ağır ağır uçup havalanışını andıran uzun bir sevişmenin sonunda, ağırbaşlı şenliğe kendi şakaların ve yaratıcılığınla en sonunda senin de katıldığını anladığımda seni severdim. Dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim. Öğle vakti, yazı masamın üzerinde oraya kadar nasıl geldiğini anlayamadığım bir tel saçını gördüğümde ve birlikte çıktığımız bir yolculukta, tıkış tıkış belediye otobüsünün tutunma demirlerine sarılan öbür eller arasında yan yana duran ellerimizin birbirine ne kadar az benzediğini kederle gördüğümde, seni kendi gövdemi tanır gibi, beni terk eden ruhumu arar gibi, bir başka kişi olduğumu acı ve sevinçle anlar gibi severdim.

Severdim seni, nereye gittiğini bilmediğimiz bir trene bakarken yüzünde beliren esrarlı ifadeyi ve bu kederli bakışının tıpatıp aynısını, bir akşamüstü sürülerle kargaların çığlıklar atarak çılgın gibi uçuştuğu bir saatte, elektrikler birden kesildiğinde evimizin karanlığı ile dışarısının aydınlığı yavaş yavaş yer değiştirirken gene esrarlı ve hüzünlü yüzünde ben gördüğümde kapıldığım o çaresizlik, acı ve kıskançlıkla severdim seni.

Federico Fellini Klasikleri (2) - Roma (1972)

“Uygarlık kenetlenmiş biraraya, altında toplanmış bir yönetimin,

Gözüküyor barış içinde binbir yanılsamayla;

Ama ölçülüp biçilmiş insan yaşamı

Dehşete kapılsa da, durduramıyor bir türlü

Kudurmuşçasına arıyor yüzyıllardan bu yana,

Kudurmuşçasına arıyor, azgınca, her şeyi yıkarak

Varmak için gerçeğin ıssızlığına

Elveda Mısır ve Yunanistan, elveda ve elveda Roma!” (W. B. Yeats)

Federico Fellini, Roma’da (1972) henüz prologda ereğini ifşa eder bize. Bu olabildiğince şahsi bir gezinti olacaktır. Dolayısıyla fazla bir şey beklememek düşecektir izleyiciye. Nihayetinde bu Roma üzerine bir dokümanter değildir (Gerçi bazen dokümanterin stil araçlarını kullandığı olur Fellini’nin; bu nedenle deyim yerindeyse Roma, dokümanter film ve sinema filmi arasında bir “ara-yapıt”tır.), Roma’nın Felliniyen yorumudur önünde sonunda. Düşlerden yoğrulma, anıların bulanık izinden yapılma bir Roma. İlerleyen kısımlarda da -epizot denebilir- kadrajda boy gösterip dolaylı yollardan yapıtının ontolojik gerçeğini tekrar tekrar açıklama gereği duyar.

La dolce vita (1960, Tatlı Hayat) ve Otto e mezzo (1963, Sekiz Buçuk) gibi görece daha olgun yapıtlarında da varlığını hissettiren ironik tutum, Roma’da da biçemsel örgünün bir parçasıdır. Mesela, bir meydanda, yönetmenin yoluna çıkan gençler, şu an çekimi yapılan filmde -Roma’da- kendi sorunlarının da yer almasını kendisinden rica ederler. O ise soğukkanlılıkla, kendi sorunlarını çözemiyorken başka sorunları çözebilmesinin namümkün olduğunu beyan eder. Hem zaten şahsi bir “Fellini-esque Roma’dır” yollarında yürüdüğü. Öyle ki, giderek Roma’nın kendisi (hem şehir olarak, hem de sinema yapıtı olarak Roma) bir ironiye, bir söylentiye dönüşür. Sanki şehir olarak Roma, şu an izlediğimiz Roma’dır. Yok, eğer Fellini’nin Roma yapıtı ise izlediğimiz, bir gerçek “şehir” olarak Roma nerededir?

İşte: Fellini’nin Roma’ya tutuklu olduğunu söylemek yerindedir. Bu tutukluluk sendromu, Roma’yı çok sevmesine, geceleri bilcümle Romalılar uyuyorken gezintiler yapmasına karşın, sokak ve meydanları arşınlamasına, şehrin bilinçaltına inmesine karşın, pek iyimser değildir. Aktörel olarak “çığırından çıkmış” bir Roma’dır betimlediği. Karşıtlıklardan kurulu bir şehirdir o. Söz gelimi, sisli gecede bir fahişe belirir antik taşların arasından. Tünellerin, dehlizlerin diplerinde görkemli, büyük ve kadim Roma’nın tarihinin izleri sözde-medeniyetin teknolojik darbeleri sonucu silinmekte, Yeni-Roma, eski-Roma’nın üzerine sünger çekmektedir. Loş sokakların güzelim restoranlarında şişman ve çaçaron kadınlar… Ağır makyajlarıyla gotik genelevleri dolduran o malum Felliniyen kadınlar… Bir geniş meydanda ağır ağır öpüşen 68’liler… Vesair.

Roma, cilalı imajların bahçesinde eriyip gitmiştir. Ancak anılara, düşlere sığınarak (ki bazı epizotlarda önümüzde beliren toy gazeteci, bir zamanların genç ve acemi gazetecisi Fellini’den başkası değildir) sözüm ona suçluluk duygusundan arınılabilir. Yaratıcı, gerçekliğin bunaltıcılından Felliniyen diyara taşınır. Felliniyen diyarda fantasma ve gerçek bazen iç içe katlanır, bazen de karşı karşıya durarak diyalektik bir bütün oluşturur. Şüphesiz, toplumsaldan kaçış diyarı değildir Fellini-esque diyar. Olsa olsa bir düş-kent’tir. Bir yerde de, katı gerçekliğin grotesk imgelerle yabancılaştırıldığı, dönüştürüldüğü ara-bölge’dir. Bu nedenle, “Felliniyen” denilen olgu, konumuz gereği Roma, hiper-eleştireldir.

Küçük sürprizler de vardır Roma’da: Gore Vidal, Anna Magnani… Fakat Vidal, karamsar yorumuyla yönetmenin düşüncelerine ışık tutar gibidir. Magnani ise perdeyi kapatan son sözlerden birini sarfeder: “Artık evine dön!”

Roma’nın düş-gezgini Fellini, aheste aheste evine dönerken, geride büyük ve sancılı bir yapıt bırakır…

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

Bu yazı Bireylikler’in 26. sayısında (2009) yayımlandı. 

Yazarın öteki incelemeleri için tıklayınız. 

« Önceki Sayfa