Ayna İnsan: 7. Sayı
Ayna İnsan Dergisi Nisan-Mayıs-Haziran 2024, Sayı 7
“’Babam ne derdi? İki dal arasına sıkışan kuşun iki kanadı da kırılır. Ben de buna kendi eklememi yapmak istiyorum. Baba: İki dünya arasına sıkışan bir adam yalnız yaşar ve yalnız ölür. Ben yeterince arada kaldım.” Dinaw Mengestu/Düşlediğimiz Cennet
Ayna İnsan, Nisan-Mayıs-Haziran 2024 7. sayısıyla okurla buluşuyor. Derginin 7.sayısında Esat Selışık, Kubilay Bürgan, Metin Dikeç, Semiha Kavak, Özge Akdemir deneme ve inceleme yazılarıyla, Nijat Aliyev, öyküyle yer aldılar. 7. sayının şairleri Abdullah Eraslan, Adnan Onay, Fatih Yavuz Çiçek, Hasan Parlak, H.Hüseyin Göksel, Metin Dikeç, Neslihan Yalman, Nihan Işıker, Nur Alan, Seyit Pelitli ve Yusuf Bal.
Ayna İnsan, İz Bırakan Şairler bölümünde Rene Char’ı andı.
8. sayıda buluşmak dileğiyle…
İçindekiler
Ayna İnsan/Sunuş: İnsan, Edebiyat ve Hukuk Üçgenine Bakış
Esat Selışık: Anlamak
Metin Dikeç: Mahkeme Kapısı’nın Aralığından
Kubilay Bürgan: İlhan Berk Şiiri Üzerine
Nijat Aliyev: Dâhi
Özge Akdemir: Bilim ve Sanatta Soyluluk
Semiha Kavak: Necip Fazıl Şiirlerinde Toplumsal Muhalefet–1
İz Bırakan Şairler: Rene Char
Ve şiirleriyle
Abdullah Eraslan: Olasılık–1
Adnan Onay: Serçe Günlüğü
Fatih Yavuz Çiçek: Algoloji
Hasan Parlak: İyilik Paradigması
H.Hüseyin Göksel: Sabır Atları
Metin Dikeç: Âşığın Öldüğü Kande Görülmüş
Neslihan Yalman: İlkte Son/suzduk
Nur Alan: Avluda Bir İp
Nihan Işıker: Hüzünçelen
Seyit Pelitli: Islak Gecenin Özeti
Yusuf Bal: Beni Ört
Ayna İnsan dergisini temin edebileceğiniz yerler;
Ayna İnsan 7. Sayı İstanbul’da Beyoğlu Mephısto, Ankara’da Kurtuba Kitabevi, Turhan Kitabevi, İhtiyar Kitap Kafe, İzmir’de Kemeraltı Salepçioğlu İş Merkezi İnsancıl Yayınları, Alsancak’da Yakın Kitabevi, Adana’da Alfabe Kitabevi, Antalya’da AKSAV Kültür Sanat Vakfı, Bursa’da ASA Kitabevi, Eskişehir’de Tepebaşı/İnsancıl Sahaf, Erzurum’da Üniversite Kitabevi, Giresun’da M-Store Kitabevi, Kahramanmaraş’da Kalyon Cafe, Şelale/Büfe, Kıraathane, Kırıkkale’de Yenigün Kitabevi, Konya’da Meram/Gençlik Kitabevi, Samsun’da İlkadım/Deniz Kültür Merkezi, Sivas’da Aralık Kitap Kafe, Trabzon’da Trabzon Sanat Evi, Uşak’ta Keyif Sanat Kahvesi’nden temin edilebilir.
İletişim: aynaveinsan@gmail.com
Fanatizmin Psikodinamiği
Birisi bana fanatizmin psikodinamiğini açıklayabilir mi? Dinlere, ideolojilere, futbol taraftarlığına, vs dair fanatizm… Kendisinin inandığı dine inanmayan, kendisinin savunduğu ideolojiyi savunmayan, kendisinin tuttuğu takımı tutmayanları ötekileştirmenin, düşman saymanın, hatta onu öldürmeyi hak saymanın daha ötesi görev saymanın altında yatan psikodinamik paradigma nedir? Empati yetisinin güdük kalmasıyla açıklanabilir mi mesela fanatizm?
Fanatizmin her türünün marjinalleştiği ülkelere bakıyoruz, örneğin İsveç’e, halkın eğitim seviyesi çok yüksekken, fanatizmin çok yüksek olduğu Afganistan’da eğitim seviyesi çok düşük. Peki, sadece “eğitim şart” klişesine sığınmak fanatizmin türeyiş, işleyiş ve gelişme mekanizmalarını anlamamıza, böylece bu süreci kesintiye uğratacak ve sönümlenmesini sağlayacak önlemleri almamıza yetiyor mu? Peki, o zaman, çağdaşı ülkeler arasında bilimsel ve teknolojik açıdan en üst seviyede bulunan, köklü bir felsefi ve yazınsal geleneğe sahip olan Nazi Almanyası’nda insanların toplu halde öldürülmesi için duş odalarına zehirli gaz salan sistemleri tasarlayan yüksek eğitim-öğretim görmüş mühendislerin, çocukları acımasızca ırkçı deneylerinde kullanan doktorların varlığını nasıl açıklayabiliriz? Peki, Stalin’in, Pol Pot’un, rejim muhalifi oldukları gerekçesiyle milyonlarca insanı katlettirmelerini sadece kişisel psikopatilerine veya iktidar hırslarına bağlamak olası mıdır?
Nedir fanatizmin kaynağı? Örneğin Freud’un savladığı gibi iki temel içgüdümüzden biri şiddet olduğu için midir? İnsanın evrim sürecinde bir anomali midir fanatizm? Tarih öncesi dönemde doğaya karşı verilen mücadelede hayatta kalmak için yegane silah olan şiddetin artık günümüzde bu işlevinin yersiz olmasına rağmen arketip olarak silinmemesi midir insanlardaki fanatizmin varoluş nedeni? İnsanlığın sırtında arkaik bir yük haline gelmiş olan şiddetin sönümlenmesinin yöntemi ve araçları neler olmalıdır peki? Nedir fanatizme uzanan yolun kökenindeki şiddeti var eden ve besleyen kaynak? Mesela beslenme alışkanlığının etkisi olabilir mi? Primat ailesinde şiddete en çok eğilimi olan türler, ağırlıklı olarak etobur beslenme alışkanlıkları olan insan ve babun türleridir. Memeliler sınıfı içinde şiddete yatkın olan “yırtıcı” kategorisindeki hayvanlar da etobur ağırlıklı beslenenler değil midir zaten. Uygurları ele alalım örneğin, Mani dinini benimseyip kültürel açıdan da Çinlilere yakınlaşarak self-asimilasyon sürecine girmişler, Hunlar ve diğer göçebe-yağmacı Türkî klanlarda sürmeye devam eden etobur beslenme alışkanlığından otobur beslenmeye geçmişler ve akabinde savaşçılık vasfından, daha ötesi diğerleri gibi yağmacılıktan, barbarlıktan uzaklamışlardır. Keza Doğu ve Güney Asya halklarının hemen hepsinde otobur ağırlıklı beslenme olduğu gibi, bu halkların içinden türeyen dinler şiddet önermez, hatta Budizm, Hinduizm gibi dini inançlar kesinlikle şiddete karşıdır da. Peki, bu durumda 3 milyondan fazla insanı kendileri gibi düşünmedikleri için öldüren Kızıl Kmerlerin varlığını nasıl açıklarız? Peki, Çin, evrim sürecinde komşuları olan Türkî kabilelerden çok daha önce yerleşik hayata, tarıma, el işçiliğine, maddi üretimle birlikte sanatsal, felsefi, bilimsel üretime geçmişken, nedir Türkî klanların aynı çağda yağmacı-göçebe kalmalarının, üretmek yerine şiddet kullanıp üretilmişleri gasp etmek yoluyla yaşamlarını sürdürmeye devam etmelerinin nedeni?
Hiç şüphesiz fanatizmin kökenlerinin ve günümüzdeki işleyişinin altındaki psikodinamik faktörlerin çözümlenmesi, uzmanlık alanına giren, hatta özellikle antropoloji, psikiyatri, nöroloji, sosyoloji, tarih gibi birden çok bilimsel disiplinin komorbit çalışmasıyla çözümlenebilecek kadar girift bir konu, ama sadece topu bilim adamlarına atıp sorumluluktan kaçamayacağımız kadar da önemli ve etkileri şiddetli olan bir konu. Bu yüzden sorularıma soru eklemeye davet ediyorum sizi, düşündükçe sormaya, sordukça araştırmaya, araştırdıkça kendimizi bir adım daha aşmaya. Zaten, fanatizmin en temel kuralı da “sorgusuz” körü körüne kabul ve kendini adama değil midir?
sekoengo@gmail.com
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Sanat Duyusu
Tiyatrodaki farenin müzik dünyasına kazandırdığı sopranonun öyküsünü bir veterinerin yazısında okumuştum. Mehmet Yılmaz Milliyet’in Ankara ekindeki köşesinde yazmıştı. Yaşamın ilginç kesişmelerinden biri. Soprano ve fare.
Sovyetler’in son yıllarıymış. Henüz on yedi yaşındaki Anna Netrebco yarım günlük çalışma programında Mariinsky Tiyatrosu’nda sahne temizliği görevini üstleniyormuş. Bir gün karşısına çıkan fareyi görünce bir çığlık atmış. Sesi orkestra şefi Valeri Gergiyev’in dikkatini çekince keşfedilmiş. Konservatuvar eğitimi almış. Kariyerinde hızla ilerlemiş. Artık Leyla Gencer’in tahtına oturabilecek en güçlü aday olarak görülüyormuş.
Anna Yuryevna Netrebko 1971 doğumlu Rus-Avusturyalı bir opera sanatçısı. Vikipedi St. Petersburg’daki Mariinsky Tiyatrosu’nda temizlikçi olarak çalışırken tesadüfen keşfedilip konservatuvara kabul edildiğini yazıyor. İlk büyük rolünü 22 yaşında Mariinsky Tiyatrosu’nda Figaro’nun Düğünü operasında Susanna rolüyle üstlenmiş. Daha sonra önemli roller almış, pek çok albümü yayınlanmış. TIME dergisinin belirlediği dünyayı en çok etkileyen kişiler listesinde 2024′de üçüncü sırada yer almış. (1)
Öykü ilginç ama nedense bu tür olaylara biraz kuşkuyla bakıyorum. Gerçekten tümüyle doğru mu, bazı yanlar abartılıyor mu, bilerek mi öyküleştiriliyor? Kesin bir yargıya varmak zor. Sanat ürünleri gibi sanatçılar da serbest piyasanın özgün kurallarından etkileniyor. Akılda kalacak, geniş kesimlere seslenip ulaşabilecek görsel imgesel kişilikler oluşturmaya çalışıyorlar. Yaklaşımın doğruluğu yanlışlığı bir yana, bunun dışında kalmanın koşulları bulunabilir mi? Oyunun kuralları eleştirilebilir ama ona katılmak için bunları kabul etmekten başka çare yok gibi görünüyor. Günümüzde sanatçılar yalnızca yapıtlarıyla değil, isimleri, cisimleri, web siteleri ve hayranlarıyla var oluyorlar. Netrebko’yla ilgili bilgilere ulaşmak zor değil. St. Petersburg, New York ve Viyana’da yaşadığını, ilk işinin Mariinsky Tiyatrosu’nda (Kirov Operası) yerleri yıkamak olduğunu, Rusların tümüyle mutlu göründüklerinde kuşkuya kapıldığını ve onun da bunu bir felsefe olarak benimsediğini, fotoğraflarını, konser programını, videolarını kolayca görebiliyoruz. (2)
….
Şükran Moral Roma İstanbul arasında ve dünyanın her yerinde yaşadığını söylüyor.
Enver Aysever Aykırı Sorular programında onunla Bordello çalışmasıyla ilgili görüştüğünde epey olay olmuştu. Konuyla ilgili bir haberde Moral’ın genelevi sanat merkezine dönüştürdüğünü söylediği belirtiliyordu. Aysever’in “Genelevden bir sanat yapıtı üretmeyi becerdiniz, genelevler sanatsal yerler olduğu için mi yoksa dünya böyle marjinal yerlere ilgi gösterdiği için mi?” sorusuna Moral’ın tepki gösterdiği, “Genelevde seviştiniz mi para karşılığı?” karşısındaysa çileden çıktığı, “Genelev dünyanın en eski sanatının icra edildiği bir yer. Bunu biliyoruz. Ama çağdaş sanat insanlığa ait sorunlara el atmakta. Çiçek böcek çizmenin dışında insanlığın gerçek problemlerine el atmakta. Okşayarak değil, duygularını sarsarak, sert bir yumruk vurarak” dediği yazıyordu. (3) Moral çalışmasıyla ilgili olarak “Dünya müzeleri satın aldığına göre bir değeri olmalı” yorumunu da getirmişti.
Şükran Moral Bordello performansını 1997′de Karaköy Yüksek Kaldırım’daki bir genelevde gerçekleştirmiş. Sanat tarihi boyunca alışılagelmiş “estetik obje olarak sergilenen kadın” imgesini tersine çevirmiş. Ona bakan izleyiciyi bir “sanat yapıtı”na baktığından habersiz bir gruptan seçmiş ve performans sonrası oluşturulan videoda onları da sergilemiş. Performans sırasında zaman zaman elinde “Satılık” yazan bir kâğıt tutmuş. Binanın kapısında yine onun yerleştirdiği “Modern Sanatlar Müzesi” yazısı varmış.” (4)
Doğanın güzel bir armağanı olan cinsellik ne zaman toplumsal bir sorun oldu? Yaşadıkları “Açık Büfe Cinsellik” (5) döneminde ilk insanlara genelevin ne olduğu anlatılabilir miydi? Bunu anlatmak, kirlenmemiş bir köyde dağlardan süzülen tertemiz soğuk suları kaynağından alabilen birine kente geldiğinde suyun artık şişelenip satıldığını, parası olmayanın içemeyeceğini anlatmaktan daha kolay olur muydu?
….
Atalay Taşdiken’in senaryosunu yazıp yönettiği Kız Kardeşim Mommo (6) babalarının yeni karısı onları istemediği için dedelerinin yanında kalan dokuz yaşındaki Ali ile kız kardeşi Ayşe’nin öyküsünü anlatıyor. Taşdiken filmin öyküsüne kısmen tanıklık etmiş olduğunu, yıllarca kafasında kurduktan sonra filmi neredeyse ezbere çektiğini belirtiyor. (7) Filmin yalınlığının ne ölçüde gerçeğe dayanmasından kaynaklandığını bilemiyorum ama yarattığı güçlü etkide önemli bir payı olduğunu söyleyebilirim.
….
Beş duyumuzu bilir, güveniriz. Altıncı histen de söz ederiz. Duymadıklarımızı, görmediklerimizi sezebildiğimizi düşünürüz. Oysa bu, algıladıklarımızın toplamının işlenmesiyle eriştiğimiz yeni bir boyuttur. Beyin duyusu, içinde yaşadığımız gerçeği anlamak için ayrı parçaların birleştirilmesiyle çalışır. Görüntü, ses, dokunma algıları, koku ve tat çevremizde olanların güçlü ve kalıcı bir yansımasını getirir. Bilimsel gelişmelerle beyinle ilgili yeni bilgilere ulaşılıyor. Bir yazıda giriş bölümünden yararlanarak tanıttığım Faith Hickman Brynie’nin “Beyin Duyusu” kitabı bu gelişmeleri ve bütünselliğin mekanizmalarını özetliyor. (8)
Tüm sanat dalları yarattıkları görüntü ve imgelerle beyin duyusuna seslenirler. Sinema duyulara ve algıya en fazla seslenen sanat dalıdır. Gerçekliğin yerini alma iddiasıyla mesajlarını doğal olarak beyin duyusuna yerleşecek biçimde gönderir. Ama bu yine de gerçeğin kendisi değil, bir yansımasıdır. Gerçekle sanat aynı değildir. Sanat gerçekten beslenir. Sanatçı gerçeği kendi beyin duyusuyla işler, onu yeni bir biçime dönüştürür, kendi gerçeğinin başkalarının beyin duyularına ulaşabilmesini sağlar.
Ortaya çıkan gerçeklik aslında sanaldır, sanatsal bir gerçektir. Gerçeğe dayalı da olsa artık gerçeğin kendisi değil, yeni bir oluşumdur. Nesnel gerçekle ilişki iyi kurulduysa, örneğin başarılı bir belgeselde, inandırıcılık artar. Gerçek çok fazla parçalanır ve dönüştürülürse de kuşkular öne çıkar. Bu yüzden kurgu yapıtlarda ayrıntılar çok önemlidir. Belgesel bir yaklaşımla kendiliğinden sağlanan incelikler sanat ürünleriyle de beyin duyusunda oluşturulabilmeli ve yansıtılmalıdır. Bu yüzden dönüştürülmüş gerçekçilik ve bilim kurgu özellikle zor alanlardır. Sanatsal yaratının sonucu belirsiz bir süreç olmasının nedeni belki de budur. Sanat duyusunun gücüne ve gelişmişliğine gerek duyması.
Notlar
1. Anna Netrebko, http://tr.wikipedia.org/wiki/Anna_Netrebko
2. About Anna, http://www.annanetrebko.com/about/fun_facts.html
3. Genelevde seviştiniz mi?, http://www.habera.com/Genelevde-sevistiniz-mi-haberi-164216.html, 30 Eylül 2024
4. Aylar sonra ilk defa Şükran Moral, http://www.ekavart.tv/sergiler/diger/aylar-sonra-ilk-defa-sukran-moral
5. Mehmet Arat, Açık Büfe Cinsellik, http://blog.milliyet.com.tr/acik-bufe-cinsellik/Blog/?BlogNo=386693
6. Atalay Taşdiken, Kız Kardeşim Mommo, http://www.imdb.com/title/tt1342402/
7. Kız Kardeşim: Mommo, http://www.ntvmsnbc.com/id/24957296/
8. Mehmet Arat, Beyin Duyusu, http://paylasim.lalabey.com.tr/yazihane/yazar-arsivi/183-mehmet-arat-kaleminden-beyin-duyusu.html
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazıları için bakınız.
Hitchcock (2012, Sacha Gervasi)
Nisan 2, 2024 by Editör
Filed under Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Şu âna dek yazdığım en kısa yazı olacak sanırım. Hemen konuya giriyorum: Sözde feminizm öteden beri tiksindirici bir hal aldı. “Bakın işte biz kadınlar da varız. Yaşıyoruz. Üretiyoruz.” türünden ucuz ve popülist klişeler feminist eleştiri geleneğine hiçbir yarar sağlamadı. Büyük dehaların karşısına üçüncü sınıf kadınları koyarak yapılan içler acısı karşılaştırmaların; felsefenin, edebiyatın, konumuz icabı da sinema sanatının ruhuna yapılan bir tecavüz olduğunu anlamakta niçin güçlük çekiyoruz, yeniden düşünmeliyiz. Düalist yaklaşımlar halen modernizme aittir ve günümüz çoğulcu ve renkli kitleler toplumunda fazla bir yarar sağlamamaktadır. “Bakın işte erkekler var sahnede. Kadınlar geri planda. Oysa onlar erkeklerin en eski destekçileridir.” nevinden gülünç yaklaşımlar artık eskimedi mi? Dostlarım, yeni bir eleştirel cephe almanın zamanı geldi de geçiyor.
Sacha Gervasi’nin Hitchcock’u (2012) sözünü ettiğim geleneğin en son parçalarından biri. Alfred Hitchcock’un Psycho’daki (1960, Sapık) yaratım sürecine ve Hollywood makinesiyle mücadelesine odaklanıyor gibi yapan film, aslında yönetmenin eşinin konumuna dikkat çekmeye çalışıyor. Bilindiği gibi babaerkil toplumlar kadınları erkeklerin en büyük destekçisi olarak konumlandırırlar. Dolayısıyla, uygarlığın gelişiminde erkekler ön planda gibi görünse de arka plana itilen, horlanan, ötelenen kadınlar çok defa ezilen mağdur taraf olmuşlardır. Hiç gündeme gelmemişlerdir. Filan falan…
Kısacası; yaratıcı olan erkektir, ama onun başarısındaki en büyük pay sahibi karısıdır, şeklindeki en eski babaerkil saçmalık, filmde yeniden canlandırılmıştır. Bir auteur’ün filmsel dünyasına yaratım alışkanlığı ve sinematik yönelimler zaviyesinden bakmak yerine çevresinin onu nasıl biçimlendirdiğine yönelerek sözde feminist bir tavır takınan Gervasi (Heyhat, senaryo yazarları erkektir!) bilerek ya da bilmeyerek babaerkilliğin karanlık kuyusuna düşmektedir. Çünkü Hitchcock’un (korkunç makyajı yüzünden daha çok bir file benzeyen değerli oyuncu Anthony Hopkins) karısı Alma Reville (içtenliğine karşın itici bir oyun sunan Helen Mirren) Psycho’nun yaratım sürecinde bütünüyle ön planda resmedilmiştir. Aslına bakılırsa, gelecekte modern korku sinemasının merkez noktası kabul edilecek Psycho’yu beraber yaratmışlardır; ama ön planda olan büyük egolu Hitchcock’tur; çünkü yönetmen odur. (Bir sahnede objektiflerin ardına gizlenir ve eşinin ön planda olmasını ister.)
Görülebileceği üzere, üstte kısaca özet geçtiğim “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.” temelli klişeler yumağı can sıkıcı bir biçimde yinelenmektedir.
Alma’nın, eşi Hitchcock’un sinema yaşamındaki olumlu veya olumsuz rolünü doğal bağlantılarla ortaya koymak yerine, geri planda kalmayı seçen bir yaratıcı hüviyetinde betimlemesi mevcut erkeksi şemaya bağlı kaldığını gösterir. Belki de ekip şunu yapmalıydı: Başrole Alma’yı yerleştirmeliydi!
Oldukça sinir bozucu öyküyü daha fazla detaylandırmayacağım. Son bir konu: Hitchcock’un yaratım sürecini kişisel saplantılarına vurgu yaparak (sarışın oyunculara zaafı, cinsel takıntıları, platonik aşkları, setteki soğuk şakaları vb. şeklinde sıralanabilecek ve film çözümlemesinde bize hiç de yarar sağlamayan esrarengizlikler dizisi) değerlendiren eleştirel yaklaşım hemen her yönüyle sakattır, hiçbir ciddi açıklamada ve bilgi alışverişinde bulunmaz. Film yönetmenine aittir, ama çekildikten sonra izleyicinindir! Yönetmenin saplantılarını referans göstererek yapılan okuma girişimleri saçmalıktan ibarettir. Bu film de mevcut tuzağa düşmüştür. Ve üstelik feminist sinema yaptığını zannederek…
Yazarın diğer film eleştirileri için bakınız.