Kingdom of Heaven (2005, Ridley Scott)
Mayıs 27, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Ülkemizde eleştiri, olumsuz anlamda kullanılan kavramların başında gelmektedir. Ortada bir eser varsa ve o eser kendini tanıtmak, anlatmak ve insanlara ulaşmak istiyorsa orada eleştiri de olacaktır, olması gereklidir ancak ülkemizde bir eser ortaya koyan insanlar eleştiri sözünü duyar duymaz irkilmekte, eleştiriyi en başından reddetmekte ve nihai olarak da ‘’iyisini biliyorsan gel de sen yap’’ ucuzluğuna başvurmaktadırlar. Eleştirinin esamisinin bile okunmadığı sinema alanında, medyada düzenli olarak sinema ‘’eleştirisi’’ yapan birçok yazarın suya sabuna dokunmayan yazılarının bile benzer akıbetlere uğraması, üzerinde durulması gereken bir tahammülsüzlük durumudur.
İnsanın yeryüzündeki mücadelesinde, insanileşmenin, onurun ve adaletin değil zamanın boşa harcanması, kitlelerin uyuşturulması, kötünün övülmesi, kadınların cinsel nesne olarak kullanılması, seri üretim ürünlerle düşüncenin geriletilmesi ve kitleler arasında yanlış bilincin yayılması başta olmak üzere sömürünün, hırsızlığın ve korkunun yanında yer alan ülkemiz sinemasının faydasından çok zarar verdiğini söylemek mümkündür. Yedi bin civarında filme sahip olan sinemamızda ‘’nitelikli’’ diyebileceğimiz film sayısının yüzde beşi geçmeyeceğini düşünüyorum. Çekilen her yüz filmden doksan beşinin faydadan çok zarar getirdiği bir ‘’endüstrinin’’ kimin yanında durduğunu, kimin sözcülüğünü ve kimin çıkarlarının bekçiliğini yaptığını anlamak için fazla düşünmeye gerek yoktur. Günümüz itibariyle ülkemizde en çok izlenen beş filme baktığımızda aralarında sömürüye, yabancılaşmaya, haksızlığa karşı çıkan, insanın onurlu mücadelesini ele alan hiçbir film olmaması ve bu filmleri sinema salonlarında izleyenlerin ezici çoğunluğunun üniversite öğrencisi veya üniversite eğitimi almış kişilerden oluşması düşündürücü ve üzücü değil midir?
Sinema eleştirmeninin sorumluluğu, yönetmene, oyuncuya, yapımcıya, özel gösterim veya ücretsiz bilet sağlayana, tanıtım maksatlı ürünler temin edene, cömert ikramlar, konaklama ve yeme içme ücretini karşılayana değil halka yani seyirciye olmalıdır. Nitelikli eleştirmenlerin bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olduğu ülkemizdeki sinemanın ve sinema eleştirisinin durumunu anlamak adına yorumsuz olarak aktardığım aşağıdaki satırların okunması yeterli olacaktır, düşüncesindeyim:
‘’Kelebeğin Rüyası filminin basın gösterimi için gösterişli bir AVM sinemasındayız. Gösterim saati 10.00 olarak açıklanmasına rağmen aradan yarım saat geçtiği halde tık yok, herkes sabahın köründe kalkıp gelmiş bekliyor. Filmi izleyecek, dönüp yazısını yazacak… O esnada salon sorumlusu dedikleri yüksek tahsilli olduğu belli genç adam bir açıklama yapıyor “salondaki koltukları siz rahat edin diye yepyeni koltuklarla değiştirdik, o yüzden bekletiyoruz.” Basın gösterimlerinin en görmüş geçirmişi Atilla Dorsay itiraz ediyor, “yalan söylüyorsunuz, hatırlı birileri yetişsin diye bekletiyorsunuz bizi!”
Normalde karşınızdaki Atilla Dorsay gibi mesleğin aksakalıysa ezilir büzülür açıklama yaparsınız ama genç adam birden parlıyor “hadi oradan, ne yalanı, kapa çeneni, zaten hep sen gider yapıyorsun!” Atilla Dorsay’ın gider yapması? Bir an kendime yabancılaşıyorum, sonra salona giriyoruz ve eski pis koltuklarda filmi izlemeye başlıyoruz. Atilla Bey doğrusunu söylemiş, hem yalancı hem de terbiyesiz olan o gençmiş meğer!’’ (Murat Tolga Şen, Atilla Dorsay’a Saldırmak)
Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu isimli filmiyle Cannes’da Altın Palmiye ödülünü almış olması sinemamızın yüzüncü yılında gurur duymamıza neden olmuşsa da başarıyı getiren bireysel çabalar olmuştur. Yılmaz Güney 1982’de Altın Palmiye ödülünü nasıl sadece kendisinin ve ekibinin gayretleriyle almışsa Nuri Bilge Ceylan da benzer şekilde ödüle ulaşmıştır. Türk sineması diyebileceğimiz çizgisi, tutarlılığı, bakış açısı olan bir sinema yoktur ancak olmayan Türk sinemasının nasıl olduğunu anlamakta zorlansam da yönetmenleri, oyuncuları, akademisyenleri vardır ancak eleştirmenleri yoktur. Konuyu fazla uzatmadan ciddi eleştirilerinin medya üzerinden değil de bloglar vasıtasıyla yapıldığını söyleyerek film hakkında devam edebilirim.
1096 yılında başlayan ilk haçlı seferi Kudüs’te bir Latin Krallığı kurulmasıyla sonuçlanmışsa da yaşanan büyük şokun etkisinden kurtularak tek bir komuta altında toplanmaya başlayan İslam ordularının başına geçen Selahaddin Eyyübi’nin, Kudüs’ü ‘’kılıçla alacağına’’ dair ettiği yeminin etkileri Avrupa’nın derinliklerine kadar ulaşmıştır. Kingdom of Heaven’in (2005, Cennetin Krallığı) anlattığı zaman diliminin başlangıcı Kudüs Latin Krallığını desteklemek maksadıyla yeni bir haçlı seferi düzenlenmesi için çağrı yapıldığı 1184’li yıllara denk düşmektedir.
Bir kasabada demircilik yapmakta olan Balian’ın karısı intihar etmiş, canına kıyanların büyük günah işledikleri için cehenneme gideceğini söyleyen Kilise’nin köydeki uygulayıcısı papaz olan abisi tarafından kafası kesilmiş ve bedeninden ayrı gömülmüştür. Bir şövalye, çaresizlik içindeki Balian’ı o günlerde ziyaret eder ve kendisiyle Kudüs’e gelmesini ister. Balian, babası olduğunu öğrendiği Şövalye’nin teklifini reddeder. Bu durum klasik anlatıda gündelik yaşamın bilindik ortamından ayrılarak bir maceraya atılacak cesareti bulamayan kahramanın ‘’çağrıyı’’ reddetmesine uygun düşer. Böyle durumlarda kahramanın önünde iki yol vardır. Ya macera çağrısı kahraman tarafından kabul edilene kadar sürekli olarak tekrarlanacak ve kahraman çağrıyı kabul ederek nihayetinde maceraya atılacaktır ya da kaçırdığı fırsat için bir ömür pişmanlıklar içinde yaşayacaktır. Karısının günahkâr bedeninin cehennemde yanacağını söyleyen kardeşini öldüren ve artık içinde yaşayamayacağı evini ateşe veren ve son çare olarak İsa’nın Mezarı’na ulaşarak karısı ve kendisinin bağışlanması için dua etmek isteyen Balian, babasının teklifini kabul etmekten başka çıkar yol bulamaz ve onlara katılır. Abisinin kışkırtıcı tavırları ve karısının büyük günah işlediğini düşünmesi macera çağrısına yanıtlaması için zorlayıcı etki yapan dış unsurlar olmuştur.
‘’Kahraman, öykünün ana karakteridir; hayatını yolculuğa adar, kendi gündelik dünyasından ayrılır; bilinmeyen, tekinsiz, tehlikeli bir evrene geçer ve öykünün sonunda değişmiş olarak geri döner. Hikâyedeki kişinin gerçek bir kahraman olabilmesi için öncelikle serüvene çağrıya olumlu yanıt vermesi, meydan okumayı kabullenerek arayışa çıkması gerekir. İster aşkı bulmak, ödül elde etmek, hataları düzeltmek gibi kendi kişisel amaçları için harekete geçsin, isterse özgürlük ve adalet getirmek, insanların yaşamlarını kurtarmak, dünyayı tehlikelerden uzaklaştırmak gibi toplumsal yararlar uğruna yola çıksın, kahraman en sonunda başkaları için hayatını feda etmeyi öğrenmelidir.’’ (Ömer Tecimer, Sinema Modern Mitoloji)
Çok sevdiği ve hâlâ kalbinde yaşattığı karısının cehenneme gitmiş olabileceği düşüncesine katlanamayan ve inancını yitirmek üzere olan Balian’ın maceraya atılarak babası tarafından şövalye ilan edilmesi demirci Balian’ın inisiyasyonu ve içsel yolculuğu olarak yorumlanmalıdır. Film boyunca Balian çetin sınavlardan geçerek kendini tanıyacak, aydınlanacak ve Tanrı’nın Krallığı’nın yeryüzünde değil vicdanlarda kurulması gerektiğini anlayarak Kudüs’ten bambaşka bir insan olarak geri dönecektir. Balian’ın ‘’demirci’’ olması boşuna değildir. ‘’Demirci’’ kralın kutsal silahını döven kişi olmakla birlikte savaşçıdır, şamandır, büyücüdür, yol göstericidir ve hem kutsal hem de şeytani güçleri olduğuna inanılır.
‘’Demirci ‘’ateşin efendisi’’dir. Maddeyi bir halden diğerine ateş aracılığıyla geçirir. Üstelik demirci, mucizevî denecek kadar kısa bir sürede maden filizlerinin ‘’büyümesini’’ hızlandırır, onları ‘’olgunlaştırır’’. Demir, daha hızlı yapmanın olduğu kadar, doğada var olandan farklı bir şey yapmanın da bir yolu olarak ortaya çıkar. İnsan, doğayı değiştirme sorumluluğunu üstlenerek zamanın yerini almıştır, eon’ların yeraltının derinliklerinde ‘’olgunlaşmak’’ için ihtiyaç duyduklarını zanaatkâr birkaç haftada verebileceği kanısındadır çünkü yeraltı rahminin yerini fırın almıştır.’’ (M.Eliada, Demirciler ve Simyacılar)
Balian’ın son sınavı içinde bulunduğu geminin batması ve bu felaketten sağ olarak kurtulmasıdır. Böylece demirci Balian’ın ölümü ve şövalye Balian’ın doğumu simgelenerek kutsal topraklara sıradan bir günahkâr olarak ayak basması önlenmiş olur. ‘’Sudan doğuş’’ hem vaftizi hem de ikinci doğumu ifade ettiğinden ‘’Tanrı’nın Krallığı’’ yolundaki Balian, Hıristiyan öğretiye uygun olarak yeniden biçimlendirilmiş oluyor.
‘’İsa ona şu karşılığı verdi. ‘’Sana doğrusunu söyleyeceğim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı’nın Krallığı’na giremez. Nikodim, ‘’Yaşlanmış olan bir adam nasıl doğabilir? Annesinin rahmine ikinci kez girip doğabilir mi? diye sordu. İsa ona şöyle cevap verdi. “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse sudan ve Ruh’tan doğmadıkça Tanrı’nın Krallığı’na giremez.” (Yuhanna, 3:3-5)
Günahkârların, zina yapanların, cinsel sapıkların, eşcinsellerin, hırsızların, ayyaşların ve ahlaki çöküntü içinde olanlarınTanrı’nın Krallığı’na mirasçı olamayacakları ancak ‘’aklananlar’’ ve Tanrı’ya yaraşır bir yaşam sürenlerin bunu başarabileceğine olan inanç kitlelerin ‘’bağışlanmak’’ için akın akın Kudüs’e gitmek istemelerine yol açmıştır. Bunlardan biri olan Balian’ın da Kudüs yolculuğuna çıkmasının ardında yatan en önemli etken karısı için şefaat ve bağışlanma umudu değil midir?
Batı’da Hıristiyanlığın resmi olarak kabul edilmesinden ve özellikle kral Charlemagne ile halife Harun Reşid arasında ilişki kurulmasından itibaren bağışlanmak için İsa’nın Mezarı’nı ziyaret etmek isteyenler için hacı kervanları düzenlenmeye başlanmıştır. Hayli kalabalık olan bu kafileler bin bir türlü zorlukla yol alır, hastalıklar, baskınlar, doğal afetler ve kavgalar üzerlerinden eksik olmaz ve daha Kudüs’e varmadan darmadağın olurlardı. Yalnızca küçük bir azınlık bu çetin yolculuğu başararak amacına ulaşabildiğinden, İsa’nın Mezarı’nı ziyaret etmek isteyen ama yaşanan zorluklar nedeniyle bunu yerine getiremeyenler, hac yolunun güvenliğinin sağlanması konusunda Kilise’yi sorumlu tutmaya ve baskı yapmaya başlamışlardı.
Kendi egemenliğinde bulunmayan yolun güvenliğini sağlayamayan Kilise baskılar karşısında İsa’nın Mezarı’nın yalnızca ağır bir günah veya suç işleyenlerin ziyaret etmesi gerektiğini ilan etmekten ve daha hafif günahlar için ‘’yerel’’ hac mekânları tavsiye etmekten başka çıkar yol bulamadı. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyor, bir yandan kervanlar devam ederken diğer yandan günahkâr ve suçluların ülke dışına çıkması sağlanmış oluyordu ki, bu yolculuktan geri dönenlerin ne kadar az olduğu bilinen tarihi bir gerçekliktir.
Ne kadar çile çekilirse, o kadar çok günahın affedileceği düşünüldüğü için hac yolunda yaşanan zorluklar coşkuyu artırıyor, gerçek inananlarla suçlu güruhu aynı kafilede birleşip büyük bir kütle meydana getiriyorlardı. Çoğunlukla Avrupa dışına sürülmek istenen binlerce azılı suçludan oluşan ve cehennem ateşinden kurtulabilecekleri umuduyla hareket eden birer eşkıya çetesinden başka bir şey olmayan bu aşağılık ve sefil güruh, geçtiği ülkelerin huzur ve düzeni için büyük bir tehlike oluşturuyordu.
Türklerin Anadolu’ya ve dolayısıyla hac yolunun geçtiği yerlere egemen olmasıyla bu kervanlara gösterilen müsamaha sona erdi. Kargaşa çıkaranlar, suç işleyenler ve halkın huzurunu bozanlar cezalandırılmaya, İsa’nın Mezarı’nı ziyaret edip işi bitenlerin Kudüs’te kalmasını engelleyici tedbirler alınmaya başlandı. Türklerin uygulamaları hacıların işine gelmemeye başlayınca, Türklerden kötü muamele gördüğünü söyleyen ve uğurda Roma’ya kadar giderek Papa’nın ayaklarına kapanan keşiş Pierre isimli birisinin önderliğinde İsa’nın Mezarı’nın günahkârlardan temizlenmesi gerektiği dile getirilmeye başlanmıştı.
Keşiş Pierre’in konuşması geniş kitleler üzerinde müthiş bir etki yaratıyor, insanlar onun kutsal bir görev için seçildiğine inanıyorlardı. Onu kabul eden ve tanrı tarafından verilen bu kutsal görevin gerçekleştirilebilmesi için istediği yerde dolaşarak halka gerekli telkinlerde bulunmasına izin veren Papa, kalabalık büyüdükçe bundan menfaat sağlayabilmek hevesindeydi. Bizans İmparatoru’na yardım göndererek Doğu ve Batı Kiliselerini kendi egemenliğinde yeniden bir araya getirmek isteyen Papa aristokratlarla işbirliği yaparak huzuru bozan suçlu güruhu savaşa sokmak suretiyle hem onların kökünü kazımayı ve düşman ordusuna büyük zarar verdirmeyi hesaplıyor hem de İsa’nın Mezarı düşman elinden kurtulursa siyasi ve dini kudretini artıracağına inanıyordu.
‘’Bir kâfiri öldürmeyi cinayet değil, cennete giden yolun açılması’’ olarak ilan eden Papa İkinci Urbanus’ın haçlı seferi çağrısına Avrupa’daki bir tek hükümdarın bile katılmaması ve düzenli birliklere komuta edenlerin büyük bir çoğunluğunun dini bir görevi yerine getirmekten çok egemenlik kurabilecekleri topraklar bulup ele geçirmek için yola çıkan açgözlülerden oluştuğu bilinen bir gerçektir. Böylece ülkesinde bir evi bile olmayan bu insanlar, kutsal topraklarda bir şehrin sahibi olabilecek ve içine doğdukları sefaletten kurtularak hep olmak istedikleri gibi olacaktır.
‘’Kitlesel bir deliliğe yakalanmış halkın o sıralarda gösterdiği coşku ve heyecanın tarifi mümkün değildir. Bunların zekâca en geri kalanları ancak bu suretle Cennet’e gideceklerine inanırken, bir kısmı da gidecekleri o bilinmez memleketlerde kolayca zengin olup döneceklerine, bazıları da kendilerini istismar eden feodal efendilerinin gaddarlığından ancak bu suretle kurtulabileceklerine inanmakta idiler. Haksızlığa uğramış, toplumdan dışlanmış, bir zamanlar sahip oldukları zenginlikleri yitirmiş ve de zarara uğramış büyük kitle, Hıristiyanlığın iyiliği uğruna giriştikleri böylesine kutsal bir amaç nedeniyle tüm umut ve beklentilerinin gerçekleşmesini tamamen doğal bir hak olarak görüyor; bu durum da, tanrısal görevlerine duydukları sadakati bir kat daha artırıyordu.’’ (H.A.Nomiku, Haçlı Seferleri)
Avrupa’nın, dünyanın her yanına yayılarak karşısına çıkan her şeyi büyük bir açgözlülükle ele geçirme, ele geçiremediğini de yok etme düşüncesinin altında yatan en büyük etken kaybedecek hiçbir şeylerinin olmamasıdır. Kendi ülkelerinde bir avuç feodalin ve din adamının boyunduruğunda ‘’yaşayan’’ büyük çoğunluk, Doğu’da, Amerika kıtasında, Afrika’da ve Asya’da gördükleri düzen, saygı ve zenginlik karşısında kapıldıkları aşağılık duygusundan ancak karşılarına çıkan her şeyi yok etmekle kurtulabilmişlerdir. Meksika’nın fethi sırasında Cortes’in yardımcısı Castillo ‘’buradaki zenginlikler için geldik’’ derken Katolik din adamı Motolinia yerli halkın ‘’sinekler gibi’’ ölmesinin Hıristiyanlığın üstünlüğü olduğu iddiası karşısında ‘’Böylesine bir felaketin nedeni sorulacak olursa, bunun açgözlülük olduğunu, kasaya birkaç altın külçesi daha atma hırsı olduğunu söylerim’’ demekten kendini alamamıştır. Bu konudaki literatür hayli zengindir ve merak edenler Marc Ferro’nun Sömürgecilik Tarihi, Alaeddin Şenel’in Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Cemal Bali Akal’ın Modern Düşüncenin Doğuşu ve Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları isimli kitaplarına göz atabilirler. 1880 yılında senatör Henry Dawes, Çeroki kabilesi hakkında şöyle diyebiliyordu:
‘’Bu milletin içinde kendi evi olmayan kişi yoktu. Bütün kabile, bir tek dolara bile sahip değil; ama yine de aralarında hiç yoksul bulunmuyordu. Kabile, kendi okul ve hastanelerini kendisi inşa ediyordu. Ama sistemin kusuru da gözler önündeydi. Varabilecekleri yere kadar ulaşmışlardı; çünkü üzerinde yaşadıkları topraklar hepsinin ortak malıydı. Kendi evini komşununkinden daha iyi ve güzel yapamıyorsan, ortada girişim ve atılım yok demektir. Böyle bir yaşam düzeninde uygarlığın temel dürtüsü olan bencillik ögesini bulamazsınız.’’
Uygarlığın temel dürtüsünü bencilliğe ve tüketime indirgeyen ‘’tek dişi kalmış’’ ve Engelhardt’ın deyimiyle ‘’Hıristiyan toplumların kurduğu’’ uygarlık hakkında Doğulu bir sesin ne dediğine kulak verelim:
‘’Her yıl altı milyon çocuk kötü beslenme nedeniyle henüz beş yaşına basamadan can veriyor. Hırsızlık, gasp, soygun, ırza geçme, daha birçok suç türü ve ahlaksızlık aldı başını gidiyor. Uyuşturucu tüccarları ilköğretim çağını yaşayan çocuklar arasından kendine körpe müşteriler arayışına girişti. Peki, medeniyetler ne yapıyor? Medeniyetler askeri harcamalar için her saat başı yüz milyon doları tanka, topa, tüfeğe ve mermiye harcıyor. Eğer medeniyet dedikleri buysa ben medeni olmaktan çoktan vazgeçtim. Olmaz olsun böyle medeniyet. Medeniyet intihar ediyor. Gümbür gümbür yıkılıyor medeniyet. (Hahambaşı İshak Haleva)
Böylece 1096 yılının ilkbaharından itibaren Avrupa’nın dört bir yanından çeşitli hevesler peşindeki bir milyon üç yüz bin kişilik kalabalık bir araya gelmiş oldu. Yağma, baskın ve taşkınlıklarla vahşice hareket eden, geçtikleri yerleri birbirine katan, ortalığı kan gölüne çeviren, hırsızlık, ırz düşmanlığı, cinayetlerden usanmayan bu şuursuz kalabalık İznik önüne gelince şehri kuşatarak ellerine geçirdikleri herkesi öldürdüler. Aylar süren kuşatmayla şehri ele geçiremeyince kuduz köpek misali esirlerin kafalarını ve kollarını kesmeye, karınlarını deşmeye, çocukları parçalamaya ve onlara işkence etmeye başlayınca dehşete kapılan İznik halkı ölümden kurtulmak için Bizans İmparatoru’na teslim olmaktan başka çare bulamamıştır. İznik’in ve İstanbul’un Latinlerce işgal edilmesi ve yapılan zulüm Latin ‘’şapkasına’’ olan nefreti geri dönülemeyecek şekilde artırmıştı.
‘’Sonra, her zaman görülmeyecek sıra dışı bir şey oldu; bizim şövalye silahtarlarımız ve fakir insanlarımız, ölü Sarakenlerin (Müslüman) karınlarını deşmeye başladılar. Amaçları sağ iken boğazlarından midelerine inmiş olan Bizans sikkelerini onların bağırsaklarından çıkarmaktı.’’ (Chartres’li Fulcher, I.Haçlı Seferi ve Kudüs Kuşatması)
Ayak bastıkları hemen her yerde eşi benzeri görülmemiş bir yıkıma neden olan haçlı sürüsü bir süre sonra, her şeyi yakıp yıktıkları için kendileri de yiyecek bir şey bulamadığından açlığa mahkûm olmuştur. Hatta Keşiş Pierre firar etmek istemiş ancak yakalanarak meydan dayağına çekilmiştir. Firar edenlerin sayısının baş edilmeyecek kadar artması üzerine ‘’hain ve kaçakların parçalara ayrılıp açlıktan kırılan askerler için hazırlanan yemeğe et olarak katılacağı’’ şeklindeki akıl dışı emir bile çözülmeyi durdurmaya yetmemiştir. Karşılarına çıkan tüm çocukları kılıçtan geçiren, parçalara ayıran ve ateşte pişiren katil sürüsü için İranlı Sadi ‘’onları insan olarak tanımlamak dahi uygun olmaz’’ demiştir.
‘’İlk Haçlı seferi sırasında Tafur denilen yoksul düşmüş kimi Flemenkler, öldürdükleri Türkleri yiyorlardı. ‘’Askerlerimiz’’ diyordu Frenk tarihçi Raoul de Caen ‘’yetişkin puta taparları kazanlarda kaynatıyor, çocukları şişe geçiriyor ve kızartarak yiyorlardı.’’ (Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri)
Kudüs’e ayak basar basmaz İsa’nın Mezarı’na çıkan, gün ağarana kadar dua eden, af dileyen ve ‘’Tanrım, benden istediğin nedir’’ diye soran Balian, Tanrı’nın kendisiyle konuşmadığını düşünerek, inancını tamamen kaybetmiş olduğu sanısına kapılır. Karşılaştığı bir şövalye ona ‘’Tanrı’nın gerçek krallığının akıl ve kalpte yani vicdanlarda olduğunu’’ söylemesiyle umutlansa da karısının bağışlanıp bağışlanmadığından emin olamaz.
Kıraç ve verimsiz toprakların efendisi olarak babasının evine yerleşen Balian, verimsizliğin kaynağının ‘’susuzluk’’ olduğunu görür ve kuyu kazılması için emir verir hatta çalışmalara bizzat katılır ancak feodalin uyruğu ile birlikte çalışması ve kraliçenin perde arkasından hayranlıkla izlemesi dönemin gerçekleriyle bağdaşmaz. Balian soylu olarak yetiştirilmediğinden tebaası ile birlikte çalışıyor olması doğal görülebilirse de kraliçenin beğenmesi ve hayranlık duyması bir yana ayıplaması gerekirdi, diye düşünüyorum. Aynı zihniyet Haçlı seferlerinden yüzlerce yıl sonra Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında harekete geçecek, eski Yunan’dan miras aldığı sömürü, kölelik ve tüketim zihniyetini günümüzün hâkim anlayışı haline getirecektir. Kısa bir süre sonra yerin birkaç metre altında suya ulaşılır ve böylece ‘’sudan doğan’’ Balian sınavlarından birini daha başarıyla yerine getirmiş olur. Bu ‘’sınavı’’ açıklayabilmek için ‘’Tanrı’nın Krallığı’’ kavramının ne anlama geldiğine bakmak gerekecektir.
Yahudi düşüncesine göre Yahve, dünyanın sonuna doğru yeryüzüne müdahalede bulunarak alışılmış her şeyi değiştirecek, seçkin kullarını zulümden kurtaracak ve onları esareti altında inledikleri toplumların başına geçirmek suretiyle yeni bir düzen inşa edecektir. Eski Ahit’e göre tarihin en üst, en mükemmel ve en son noktası olarak kabul edilen ‘’Tanrının Krallığı’’ tarihin yegâne gayesidir ancak Yahve’nin bu müdahalesi Yahudilerin sözünde durması şartına bağlıdır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bazı Amerikalı yazarların ‘’tarihin sonu’’ iddialarını ortaya atan ‘’yazılar’’ kaleme alması Eski Ahit’teki bu kavrama dayanmaktadır.
Tanrı, sevgili kullarını tam bir eşitliğin, tam bir adaletin ve tam bir mutluluğun yaşanacağı yer olan kendi krallığında toplayacak ve onlara kaybettikleri her şeyi geri verecektir. Vaad edilmiş topraklara dönülecek, mabet yeniden inşa edilecek ve ölen İsrailoğulları dirilecektir. Tanrı, krallığını gerçekleştirdiğinde çöl ve kurak yerler yeşerecek, bozkırlar sevinecek, her taraf çiçeklerle kaplanacak, körlerin gözleri, sağırların kulakları açılacak, topallar geyikler gibi koşacak, dilsizler konuşacak, çölde sular fışkıracak, kızgın kumlar havuza dönüşecek, susuz topraklar su kaynağı olacaktır. Kurtla kuzu bir arada duracak, kaplan oğlakla yatacak, buzağı aslanla bir arada olacak ve bunların hepsini bir çocuk güdecektir. Emzikteki çocuk yılan deliğinin üstünde oynayacak ve sütten kesilmiş çocuk elini engerek kovuğu üstüne koyacaktır. İnsanlar kılıçlarını saban demirlerine, mızraklarını ise bağ bıçaklarına dönüştürecekler ve Yahve’nin milleti artık kendinden olana kılıç kaldırmayacak, savaşlara karşı çıkılacaktır.
‘’İşte dininiz, katranlaşmış çalıya bir kıvılcım, işte Musa’nız’’ diyerek Yahudiliği reddeden bir bakışaçısına sahip Balian’ın kuyudan su çıkarması sahnesi Yahudi öğretisine göre kurulması beklenen Tanrı’nın Krallığı ‘’mitosu’’ yerine İsa’nın öğretisinin ikame edildiğini göstermesi bakımından anlam kazanmaktadır. Balian’ın gelişiyle susuz topraklar sulanır, kıraç tarlalar yeşerir ve Tanrı’nın Krallığının kurulacak olduğu izlenimi verilirken ilerleyen sahnelerde Hıristiyan din adamları tarafından dile getirilen Eski Ahit’te bahsedilen Tanrı’nın Krallığı deyiminin mecazi olduğu ve gerçek bir krallık ifade etmediği görüşü ağırlık kazanacaktır. Eski Ahit’te Tanrı’nın Krallığı dünyanın sonunda gerçekleşecek bir olayken, İsa’ya göre içinde bulunulan anda yaşanan bir gerçekliktir ve her şey insanın içinde başlamakta, orada bitmektedir. Kirlenmemiş bir kalbe, saf ve temiz duygulara sahip olmak Tanrı’nın Krallığı’na girmek için gerekli temel şeylerdir. Kilise babalarından Clement, ‘’Tanrı’nın Krallığı’’nı manevi ve ahlaki bir şey olarak görmekte, Origen ‘’Tanrı’nın Krallığı içinizdedir’’ diyerek kavramın her ruhun bireysel kurtuluşu olarak anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir. Buda’dan Zerdüşt’e Konfüçyüs’ten İsa’ya ve Hz.Muhammed’e kadar pek çok din ve öğreti ‘’içsel yolculuğun, kendini tanımanın, temizliğin ve ahlakın’’ önemli olduğunu vurgulamış ve insanın kendine yabancılaşmasının önüne geçmeye çalışmışlardır. Oysa yardımlaşmadan çok tüketmeyi esas alan kapitalizm yabancılaşma sürdüğü müddetçe varlığını sürdürebileceğinden insanları birbirine bağlayan her şeyi parçalamayı varoluşunun temel şartı olarak görmekte ve bunu sürdürebilmek için elinden geleni ardına koymamaktadır.
‘’Tanrı’nın Krallığı, göze görünür bir şekilde gelmez. İnsanlar da ‘’işte burada’’ ya da ‘’’işte şurada’’ demeyecekler. Çünkü Tanrı’nın Krallığı, içinizdedir.’’ (Luka 17.20-21)
Her an ölümü beklenen cüzam hastası Kudüs Kralının oğlu olmadığından yerine kız kardeşinin oğlunun geçmesi beklenmektedir. Kralın ölümüyle Latin Krallığı, çocuk yaştaki yeğenine geçse de, çocuğun da cüzamlı olduğu anlaşılır. ‘’Hiçbir krallık cehennemi yaşayacak oğluma değmez’’ diyen kraliçenin hiçbir şeyden haberi olmadan dünyanın en güvenli yeri olarak bildiği anne göğsünde oyun oynadığı bir sırada zehirleyerek oğlunu öldürmesi filmdeki en dramatik sahnedir. Annesinin kulağına zehir dökerek oğlunu öldürmesi, öz kardeşi tarafından zehirlenerek öldürülen Hamlet’in kral babasını akla getirse de orada dünyevi bir hırs varken burada dünyevi hırslardan kaçış olduğu unutulmamalıdır. Bu sahne ile Yahudi düşüncesinde yeryüzünde kurulması beklenen ‘’Tanrının Krallığı’’ fikrine başka bir darbe vurulur.
Cüzamlı kral, ölmeden önce Balian’ı yanına çağırmış ve kız kardeşiyle evlenmesini istemiştir. Böylece Latin Krallığı emin ellerde olacak, savaş yanlısı olanlar öldürülecektir. Bu teklif aslında sınavlardan birisidir ve Tanrı’nın Krallığı’nın önce ‘’vicdanlarda’’ kurulması gerektiği düşüncesindeki Balian bu ‘’ayartmayı’’ reddederek sınavı başarıyla geçer. Büyük çoğunluk Balian’ın kralın teklifini kabul etmesi gerektiğini düşünse de burada Hıristiyanlığa ve İsa peygambere açık bir öykünme olduğu göze çarpmaktadır. Bu hikâye İncil’de şöyle anlatılır:
‘’İsa kırk gün kırk gece oruç tutar ve İblis onu ‘’ayartmaya’’ çalışır: Önce mucizeler gerçekleştirmesini ister sonra ona mutlak iktidar vaat eder: ‘’Bütün buraların yönetimini ve zenginliğini sana vereceğim’’. Başka bir deyişle, İblis ona, kendisine tapması koşuluyla Roma İmparatorluğu’nu yok etme gücünü sunmaktadır’’ (Matta 4:1-9)
Çocuk ölünce kraliçe, kocası Gui’yi kral ilan eder. Gui krallık tacını giyer giymez savaşı başlatacak adımları atmaya başlar. Köyler basılır, evler yakılır, insanlar öldürülür hatta öldürülenler arasında Selahaddin’in kız kardeşi de bulunmaktadır. Selahaddin Gui’ye elçi göndererek ‘’kız kardeşinin ölümünden sorumlu olanların ve Kudüs’ün kendisine teslim edilmesini’’ ister. Asıl amacı savaşmak olan Gui savaşı kaçınılmaz hale getirecek son adımı atar ve elçiyi öldürerek orduya savaş emri verir.
Selahaddin üzerine yürüyen ve bir tapınakçı olan Gui, Balian’ı da unutmamıştır. Balian’ı öldürmek için gönderdiği tapınak şövalyelerinin ölürken çıkardıkları seslerin ‘’domuz’’ sesi olması dikkat çekicidir. Balian Kudüs’e ayak bastığında şehrin meydanında asılarak öldürülenlerin de tapınak şövalyeleri olması filmin tapınakçılara olumsuz bakışını göstermektedir. Yeri gelmişken Amerikan düşüncesinin kendi topraklarında ortaya çıkmamışsa hiçbir ideoloji ve görüşe değer vermeyen bir yapıya sahip olduğunu, sağcı Amerikan politikalarının sözcülüğünü yapan Scott biraderlerin de aynı doğrultuda hareket ettiklerini düşündüğümü söylemeliyim.
Selahaddin, ‘’savaşın sonuçlarına Allah karar verir ancak silah gücü, hazırlık, asker sayısı, hastalıklar ve su durumu bu kararda etkilidir’’ diyerek adamlarına tedbiri elden bırakmayacağını göstererek bir ders vermiştir. Ancak Selahaddin’in adamlarından birinin daha önceki savaşları kaybetmiş olmalarını ‘’günahkâr olmalarına’’ bağlamasının İslam düşünce sistemi ile bağdaşmadığını söylemeliyim. Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanan Müslüman, günahkâr olduğu için başına şeytan tarafından sarılmış bir bela olduğuna inanamaz. Bu durum açık bir şirk’tir. Böyle bir bakış açısı taşımayan İslam’da şeytan başına buyruk hareket eden bir varlık değildir. Şeytan, birçok din ve mitolojide, insanları kötülüğe teşvik ettiğine inanılan, adaletsizliğin ve tüm kötülüklerin kaynağı kabul edilen varlık olarak tanımlanırken, İslam düşüncesinde Allah ile rekabet edebilecek güçlere sahip bir varlık değil insandan ve insani değerlerden ‘’uzaklaştıran, uzak olan’’ anlamlarına gelmektedir. Kapitalizm ile birlikte kendinden, türünden, üzerinde yaşadığı dünyadan, yeryüzündeki canlılardan, doğadan hemen hemen her şeyden gittikçe uzaklaşan insanoğlu suçu şeytana atmakla kurtulabileceğini zannetmektedir. Her ne kadar İslam’da olmasa da, tüm yanlışlığına karşın Müslümanlar arasında şeytana varlık ve güç atfeden bir zihniyetin var olduğunu kabul etmek gerekir.
Böylece iki ordu Hittin bölgesi yakınlarında karşılaşırlar ve tarih 5 Temmuz 1187’yi gösterirken Latinler büyük bir bozguna uğrarlar. Kral Gui dâhil pek çok şövalye esir düşer. Bu büyük zaferin ardından Kudüs üzerine yürüyen ancak hiç beklemediği bir savunma ile karşılaşan Selahaddin, Balian yüz yüze görüştüğünde sonsuza dek sürse de Kudüs’ü almak için mücadele edeceğini, Balian da en son adamı ölene kadar şehri savunacağını söylese de ikisi de artık Kudüs’teki Latin Krallığı’nın sonunun geldiğini sezmektedirler.
Şehri teslim etmekten çok Selahaddin’in, Kudüs’ü ele geçirdikten sonra geçmişin intikamını alacağından korkan Balian bu düşüncesinde haklıdır çünkü Anadolu’yu yakıp yıktıktan sonra Kudüs’e ulaşan ve 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirmeyi başaran haçlılar tarihte eşine az rastlanır bir katliama sebebiyet vermiştir. Bu konuda Kudüs’ün alınmasında olaylara tanıklık etmiş olan Piskopos Raymond d’Agiles şöyle demektedir:
‘’Şehrin sokakları kesilmiş kol ve bacaklarla dolmuştu; yollarda öylesine ceset bolluğu vardı ki, insanın oralardan geçmesi mümkün olmuyordu. Bizimkiler Süleyman’ın Mabedi’nde öyle kan akıtmışlardı ki, cesetler kızıl bir ummanda yüzüyor, akıntının etkisi ile bir bu yana bir şu yana sürüklenip gidiyorlardı. Sağda solda yüzen bacaklarla kafalar bazen başka bir cesede yapışıyordu. İğrenç bir karmaşa her yere hâkim olmuştu. Gerçekleştirilen bu vahşete rağmen Haçlıların gözünde ilk günün olayları ‘’yetersiz’’ olarak değerlendirilmiş ve bir heyet toplanarakKatolik olmayan tüm halkın kılıçtan geçirilmesi kararı alınmıştır. Hemen uygulanmaya başlanan bu kararın yerine getirilmesi tam sekiz gün sürmüş, altmış binden fazla insan öldürülmüş, erkek, kadın, çocuk, hasta, ihtiyar hiç kimse bu vahşetten kurtulamamıştır.’’
Hiçbir Hıristiyan’ın rahatsız edilmemesini emreden, katliam ve yağma yapılmasını yasaklayan Selahaddin yalnızca Kahire’deki kız kardeşine haber göndererek şehrin yıkanıp arınması için elli deve yükü gülsuyu istemiştir. Haysiyetten yoksun derebeylerine gurur ve asaletin ne olduğunu gösteren, kahramanca kazandığı zaferini kanla, vahşetle sulamayan, ardında kişisel hiçbir mal varlığı bırakmayan Selahaddin’in kefen parası dâhil cenaze için tüm gerekenler borç para ile alınarak yerine getirilebilmiştir.
Özellikle 11 Eylül’ün ardından hemen her yerde ‘’terör’’ kelimesiyle özdeşleştirilmeye çalışılan İslam’a tipik Hollywood yaklaşımlarına göre nesnel yaklaşma isteğinin görüldüğü filmde bazı yanlışlıkların göze çarptığını söylemeliyim. Örneğin Selahaddin’in Fatiha suresini yanlış ve eksik okuduğu gözlerden kaçmayacak kadar belirgin ve Müslümanlar ne namaz kılmayı, ne saf tutmayı ne de dua etmeyi biliyorlar. Bunların en küçük ayrıntılara dikkat eden yönetmen ve ekibinin kötü niyetli olmaktan çok İslami ritüelleri önemsemedikleri için böyle olduğunu, saygı duyulmadan ve önemsemeden yapılan işlerin ‘’başkalarının’’ isteği doğrultusunda gerçekleştirildiğini de unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Ancak ‘’bir kral bir kralı öldürmez’’ diyen Selahaddin’in, vahim bir yanlışa düşerek esir aldığı kralı yarı çıplak vaziyette, bir eşeğe ters bindirerek ordusunun önünde dolaştırması iyi niyetli olarak okunması hayli güç bir sahnedir. Burada tapınakçıları aşağılama gayreti görülüyor olsa da Balian ile konuşurken ‘’…kralınız, nasıl bir kralsa artık…’’ diyerek dalga geçmesi mümkün olabilir mi? Bu denli soylu davranışlar sergileyen ve ben ‘’dinin barışıyım’’ diyen Selahaddin’in böylesine ucuz numaralara başvuruyor gösterilmesi filmin değerini azaltmıştır. Ayrıca Kudüs’ü kuşatmasına karşın ciddi bir saldırı planının olmadığının ima edilmesi, Balian’ın ‘’soylu direnişinin’’ öne çıkarılması için Selahaddin’in ‘’harcanması’’ gerektiği içindir. Aralarında benzerliğin şaşırtıcı olduğu bir metni aşağıya alıntılıyorum:
‘’Alparslan, ölüme meydan okuyarak savaşın ilk hattına kendisini atmaktan çekinmeyen cesur bir savaşçı olmasının yanı sıra karakter asaleti ve Allah korkusu ile savaş kahramanlığını kişiliğinde birleştiren homerik kahramanlar cinsinden güçlü serhat cengâveri ve ahlak dolu kraldı da. Her ne kadar Müslüman idi ise de, genel ahlak açısından, Konstantinopolis’teki her zaman pek çok Hıristiyan hükümdardan üstündü. Zira beklenen ahlak üstünlüklerini taşımayan bir kimsenin Hıristiyan olması ne ifade eder ki? Ve işte şimdi, olaylardan, hayatında İslam ahlakını gerçek anlamda ciddiyetle uygulayan bir Müslüman’ın, Hıristiyan ahlak kaidelerine saygı duymayan bir Hıristiyan’dan çok daha yüksek bir ahlak seviyesinde bulunabileceği kanıtlanmış bulunuyor.’’ (Pavlos Karolidis, Romanos Diogenis)
Hemen her karesinde Balian’ın vicdanlara seslenen bir adam olduğu hatta Kudüs’ü bile bu sebeple Selahaddin’e teslim ettiği vurgulanır. Filmin bakış açısına göre Balian zaten Hıristiyan oluşundan dolayı ‘’doğuştan’’ yüksek ahlaka sahip olduğundan karşısındaki kaybetmeye mahkûmdur. Hiçbir derinliği olmasa da Balian’ın karşısına karikatürize bir tip yerine (örneğin 300 Spartalı filminde olduğu gibi) ayakları yere basan bir karakter çıkartılmış olması olumlu olarak görülmelidir. Vicdanlı olmadıktan sonra ne ‘’Tanrının Krallığı’’, ne kutsal topraklar ne de ibadet etmenin bir anlamı olmayacağı vurgusu yapılan filmde Balian Selahaddin’e Kudüs’ün önemini sorduğundan aldığı yanıt ‘’Hiçbir şey ya da her şey’’ olur.
‘’Avrupalılar kişi ve de millet olarak, kendilerini Haçlıların ahfadı olarak görürken ‘’dedelerinin imansız Araplar ile savaşmış olmaları’’ nedeniyle kendilerini diğer insanlardan üstün gördükleri gibi, tüm insanlığın ve Tanrı’nın kendilerine sonsuza kadar minnet duymaları gerektiğine inanmaktadırlar. Oysa tüm tarih gelişimi içinde kendilerini insan olarak kabul eden kimseler için Haçlı Seferleri’nden daha aşağılık, daha barbar ve daha sefil bir devir yaşanmamıştır.’’ (H.A.Nomiku, Haçlı Seferleri)
Ümit Burnu’nun keşfiyle Türklerin egemenliğindeki ticaret yollarına rakip olacak şekilde Afrika içinden Hindistan’a bir güzergâh arayan Batılı güçleri engellemek maksadıyla o güne dek atalarının yaptığının aksine Doğu’ya sefer düzenlemeye karar veren Yavuz Sultan Selim altı ay içinde iki yüz parça gemi inşa edilerek donanmanın güçlendirilmesini emreder. Gizliliği sağlamak için gemilerin yapılacağı yer olan Haliç Tersanesi, kimse böyle bir şeyi tahmin edemeyeceği düşüncesiyle, mezarlıkların olduğu yöne doğru büyütülür ve çıkan kemikler kimselere duyurulmadan Doymazdere’ye gömülür. Batılı güçlerin sefer hazırlığından haberdar olması halinde aralarında birleşebileceği olasılığı Padişah’ı bu tedbirleri almaya zorlamıştır. Dönemin en güçlü ve kudretli devletinde yaşayan Müslümanları gizlilik uğruna mezarlarını bozacak ve Doğulu Hıristiyanları egemenleri olarak şapkalı Latinleri görmektense sarıklı Müslümanları tercih edecek kadar kendilerine yabancılaştıran olgunun haçlı seferlerinin yol açtığı travma olduğunu söylemeliyim.
‘’Eğer böylesine menfur, soysuz ve iblislerin kölesi olmuş bir kavim (Türkleri kastediyor) Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’nın güvenine mazhar olmuş ve İsa’nın yoluna baş koymuş bizlerin hakkından gelirse, bu bizim için ne büyük bir utanç olur biliyor musunuz?’’ (Chartres’li Fulcher, I.Haçlı Seferi ve Kudüs Kuşatması)
Keşiflerle ve sömürüyle sağlanan zenginlik Avrupa’da Hıristiyanlığın zaferi olarak görüldüğünden, Haçlı Seferleri başarısızlığa uğramışsa da eskatolojik umutları yok etmemiştir ve etmeyecektir de. Tommaso Campanella De Monarchia Hispanica (1600) isimli eserinde, Türkler üzerine yeni bir Haçlı Seferini finanse etmesi için İspanya kralına yalvardığı, 11 Eylül 2024 tarihi ile birlikte haçlı seferine çıkıldığı en yetkili ağızlardan ifade edildiği, bazı askeri birliklerinin atış talimi için kullandıkları hedef tahtalarına cami resimleri koyduğu, Batı’nın, Doğu, Türk ve İslam düşmanı eylem, söz ve tasarılarının toplumdan, insanlardan, kitlelerden elbirliği ile gizlenerek alçakça bir boyun eğiş ve kabulleniş hatta sorgulamaksızın destekleme çabaları içine girilmesi ‘’milli’’ yönü pek şüpheli burjuvazinin ve onun hizmetindeki ‘’aydın’’ tabakanın onursuzluğu ile açıklanabilir. Burjuvazi ne demektir sorusuna bakın Kemal Tahir nasıl cevap veriyor:
‘’…burjuva, ‘zengin’ demek değildir. Burjuva, ‘üretim’ çılgınlığına kapılmış, üretmek-satmak, üretmet-satmak için, ahlak, namus, din, aile, millet, insanlık gibi sosyal varlıkların topunu birden gözden çıkarmış bir rezillik toplamıdır. . Bunu yetiştirmek kolay değil! . . Yetiştirilemez bu meret! . . Onu, şartlar hazırlar! . . O şartların dışında hiçbir yerde, insandan sabun yapan canavar yetiştirilemez! Eğer burjuva, zaten böyle canavar olmamış olsaydı, Marx, emekçi çoğunluğunu, bu üretim çılgını azınlığın elinden kurtarmak için, ‘Sınıf olarak Burjuva sınıfı ile kafa kafaya gelmek zorunludur’ diye fetva verir miydi? Doğu’daki zengin’le, ekonomi’nin namusunda anlaşmak olasıdır, ama Batı’daki burjuva ile namusta anlaşmanın - bugüne kadar- yolu bulunamamıştır.’’ (İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri)
Bu zihniyetin saklanmasına örnek olarak ırkçılığın, onursuzluğun, haklara duyulan nefretin ve aşağılamanın filmi olan Indiana Jones serisinin 1989’daki ‘’Indiana Jones and the Last Crusade’’ adlı bölümü ülkemizde ‘’Son Macera’’ adıyla gösterilmiş, Batman - Whatever Happened To The Caped Crusader? isimli çizgi roman Batman - Pelerinli Süvari’ye Ne Oldu? adıyla yayımlanmış, en vahimlerinden biri olan World War Z filmindeki İsrail ve onu ifade eden tüm kavramlar ‘’Ortadoğu’’ olarak çevrilmiştir. Liste uzatılabilirse de söylediklerimin anlaşılabilmesi için bu örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum.
Emperyalizmin en büyük başarısı, kişinin kendi mülkiyetinde olmayan, başkalarının yaşadığı, başkalarının sahip olduğu ve ‘’bizlere’’ çok uzaktaki toprakların ele geçirilmesi olarak tanıtılmış olması yani kitleleri kendisinin var olmadığına ve kendilerine dokunmayacağına inandırmış olmasıdır. Sorun Fransa ile Cezayir, Portekiz ile Brezilya, Belçika ile Kongo arasındadır ve ‘’bizleri’’ ilgilendirmemektedir. İnsan kendisine ve türüne yabancılaştıkça aradaki ayrım daha da artacak ve bundan güçlenen yalnızca emperyalizm olacaktır.
İslam ordularının hezimete uğraması ve Kudüs’ün ele geçirilmesinden sonra Ebu Saad el-Haravi önderliğinde bir grup Bağdat’a ulaşır. 19 Ağustos 1099 Cuma günü arkadaşlarıyla beraber Bağdat camiine giderler. Namaz için camiyi dolduran kalabalık önünde El-Haravi ve arkadaşları Ramazan ayı olmasına karşın yemek yemeye başlarlar. Öfkeli bir kalabalık hınçla etraflarını sardıklarında El-Haravi ayağa kalkar ve etrafında toplananlara ‘’binlerce Müslüman’ın katledilmesi ve İslamiyet’in kutsal yerlerinin tahrip edilmesine tamamen kayıtsız kalırlarken, birinin orucunu bozması karşısında nasıl bu kadar öfkelenebildiklerini’’ sorar. Sonrası… Sonrasını yazmaya gerek yok. Bu yazı vesilesiyle onurlu insan El-Haravi’yi anmak ve rahmet dilemek yerinde olacaktır. Umarım bir gün Türk sinemasında insanın insanileşmesine ve onurlu mücadelesine katkıda bulunan filmlerin sayısının arttığını görebiliriz.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın öteki film analizlerini okumak için yazar sayfasına bakınız.
span style=”color: #000000;”
Kömür ve Petrol Neden Önemli?
Mayıs 19, 2024 by Editör
Filed under Edebiyat, Köşe Yazıları, Sanat
Çünkü tarih boyunca (Tunç çağından itibaren) kömür ve demir bir arada olunca uygarlık ve teknoloji gelişti, aletler ve silahlar yapıldı. Günümüzde kömür olmadan demir-çelik sanayi olamaz, nükleer enerji de bir işe yaramıyor. Çelik sanayi, her ülkenin silah sanayisinin can damarı anlamına gelmekte, bu sebeple nükleer santral zengini Almanya, Ruhr bölgesinde fosil bir yakıt olan kömürü çıkarmaktan vazgeçmiyor.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Batı Karadeniz köylüleri, jandarma dipçiğiyle maden ocaklarına sokuldular. Askerlik görevi kömür madenlerinde yaptırılan “Asker İşçiler” dönemi yaşandı. Osmanlı’nın “Amele Taburları”ndaki çilelerin aynısını yaşadı zoraki işçiler. Bunları anlatan kitapları bulup okumanız mümkün.
Fosil yakıtlara karşı çıkan, alternatif enerji kaynaklarından bahseden ekolojistleri devletler neden ciddiye almazlar biliyor musunuz? Çünkü petrol, askeri bir mühimmattır. Tanklar, uçaklar, gemiler doğa dostu enerjiyle çalışmazlar. Kömürün ve petrolün ne pahasına olursa olsun çıkarılması, her devlet için vazgeçilmez önemdedir. Demir-çelik sanayisinde kullanılan taş kömürünün sadece Batı Karadeniz’deki rezervi 100 yıl daha bize yetecek durumdayken, neden bu devlet Sibirya ve Güney Afrika kömürünü ithal ediyor ve maden mühendislerinin onda dokuzu işsiz bırakılıyor? Maden Mühendisleri Odası’ndan bir açıklama beklemek hakkımız değil mi?
Hadi sizi yormayıp ben açıklayayım: Tıpkı ABD’nin, mevcut petrol yataklarına dokunmayıp Arap ülkelerinden petrol satın almasına benzeyen bir durum bu. Zonguldak taş kömürünün halkın ısınma amaçlı kullanımıyla çarçur edilmesini istemiyorlar, bu nedenle ocakları da kapatmayıp düşük kapasiteli üretim sürdürülerek bilgi ve birikim, teknoloji ve tecrübe zincirinin kopmasına da müsaade edilmiyor. Değersiz bir kömür çeşidi olan linyitin Soma vb. bölgelerde çıkarılıp konutların ısınmasında kullanılmasına, bu vesileyle büyük kazançlar sağlanmasına oy avcılığında kullanılmasında, bölgedeki işsizliğe de sözüm ona bir çözüm bulup acımasız sömürü çarklarının dönmesine göz yumuluyor.
1991 madenci yürüyüşünden sonra Zonguldak’ta sayıları 50 bin olan faal maden işçisi, neden 15 bine düşürülmüştü? Çiller hükümeti, “süper emeklilik” yasasıyla 35 bin işçiyi niçin TTK’den tasfiye etmişti? Çünkü Zonguldak madencileri işçi sınıfına kötü örnek oluyorlardı, Mengen’den geri çevrilen madenci yürüyüşü bitince, işçi sendikaları da tükendi ve meydan memur sendikalarına kalmıştı o günlerde. İntihar oranında, işsizlikte, alkolizmde, Zonguldak’ın ilk sıraya yükselmesi kimsenin umrunda olmadı ve bunlar araştırılmadı, ey sosyete sosyologları!
Bunlar da yetmeyince, 1999 Ağustos’unda Maden-İş kökenli Türk-İş genel sekreteri Şemsi Denizer Türk-İş genel başkanlığına gelmemesi için alçakça vuruldu. Bu cinayetten sonra, sendika yöneticileri nasıl korkup da satıldılar? Maden fakültelerinin profları, MMO’nun çok demokrat üyeleri bu mevzulara kafa yordular mı acaba? Derslerde mevzu bahis edildi mi? Mevcut on maden fakültesinin hocaları bir araya gelseler, on sayfa rapor yazabilirler mi acaba?
Petrol-İş genel başkanı Münir Ceylan’ı dalavereyle cezaevine tıkarak sendikal görevine son veren güçler, o içerideyken sağlam kalmış tek kaleyi nasıl düşürdüler? Yarattıkları sendika ağalığını diline dolayan sermaye sınıfı (hem tecavüz edip hem de mağduru suçlayan sapıklar misali), Doğan Medya ve benzerleri sendika patronlarını bahane ederek işçi sınıfına açıktan saldırırken sendika danışmanları, Birgün ve Evrensel gazetesi, ÖDP ve EMEP, KESK ve DİSK neden susuyorlardı? Ben o günlerde tek başıma bunları dile getiren yazılar yayımlarken herkes cüzamlı görmüş gibi neden kaçışıyordu? Niçin ezilenler kimsenin umrunda değildi, peki bana ne oluyordu? Çünkü ben bir fabrika işçisinin çocuğuydum, grevler, lokavtlar, yürüyüşler ve açlık grevleriyle tanıştığımda henüz ilkokuldaydım, grev günlerinde babamızdan bir kurşun kalem istemeye çekinir, çocuk da olsak bunun ağırlığını ve onurunu taşırdık.
Sözün özü; Soma faciasında parmağı olmayanlar elini kaldırsınlar, görelim.
Hüseyin Kaplan
hkaplan35@gmail.com
Popüler Kültürün Pedofilik İmgeleri
Kapitalizm, çocuk seviciliği ticaretini son derece şirin ve sevimli maskelerle icra ediyor. Cindy ve Barbie bebekler, bir imge olarak çocuk(su) kadın/kadın(sı) çocuk imgeleridir, ama çocuk imgesi değildirler.
Sinema ve müzik alanında yaratılan pedofilik imgeler, dişi olmanın çocuk-kadın olmakla özdeş olduğu anlamını zihinlere yerleştiriyor. 90′lardan itibaren Hollywood’un çıkardığı boya sarışını oyuncular birer şirinella imajıyla hâlâ tedavüldeler.
Müzik sektöründe lolita imajına sahip Kylie Minogue, Britney Spears benzeri şarkıcılar, çocuk seviciliğinin değerli sanatsal objeleridir. Bizde de Nil Karaibrahimgil, lolita imgesinin tipik bir yansıtıcısı olup sesini oyuncaksı kullanışı, şarkı sözleri, mimikleri ve jestleriyle, imaj yaratıcıları için eşi zor bulunur bir üründür. Onun albümlerini dinleyenler, konserlerine gidenler, nasıl bir müzik zevki için, kayda değer hangi sözler için, yoksa kulak vermeye değer nadide bir sesi olduğu için mi bu şarkıcıyı beğenirler?
Hollywood’da bu konunun geçmişine baktığımızda, Marilyn Monroe’yu ilk pedofilik imge sayabiliriz. Sinemanın en önemli seks imgelerinden birisinin çocuksu kadın formatında tasarlanması fazlasıyla dikkat çekici bir durumdur bana göre. Avrupa sinemasında ise neden benzeri imgeleri görememekteyiz? Gerçek sarışın Catherine Deneuve bile böyle bir imaja sahip kılınmamıştı. Bugün Cameron Diaz gibi oyuncudan başka her şeye benzeyenler, kimi sinema yazarlarımız tarafından sanat dergilerinde “çapkın melek” olarak taltif ediliyorlar, ne demekse?
Günümüzde “seksapel” sahibi olmak, dişi olmak, çocuksu kadın olma anlamına indirildi. Radyo ve TV’lerin program sunucuları 8 yaşındaki bir kız çocuğunun vurgu ve tonlamalarıyla konuşuyorlar.
Henüz bulûğ çağındaki kızlar için güzellik yarışmaları düzenlenmesi ve seçilenlerin manken, fotomodel yapılması, kimlerin arzusuna hizmet ediyor? Moda ve kozmetik dünyasının yeni dekolte çizgileri, olgun kadına göre değil de, yeni yetmelere göre dizayn ediliyor ve yetişkin kadınlar da ergenlik dönemi kızları gibi bu modaya uymakta beis görmüyorlar. Yetişkin bir kadının göbeğini açmasının manası “ben de lolitayım” demek olmuyor mu? Oysa pedofilik arzuları bu denli tetikleyen zengin uyarıcılar ortamında, çocuksu kadına zaafı olan nohut beyinli adamlar yetişkinlere mi yöneliyor, yoksa 15 yaşındaki kızlara mı? Çocuğuyla aynı kıyafeti kendine yakıştıran bir kadın, hangi akla hizmet ediyor, ne yaptığının farkında mı?
Dolayısıyla, yetişkinlerin tutumları pedofili eylemine hizmet etmekte hızla artış gösteriyor. Reklam sektörü, çocukları istismar edenlerin başında geliyor ve hiçbir etik ilke tanımıyorlar. Çocukların reklamda oynamasının bir malın tüketimini neden artırdığı ise ayrı bir araştırma konusu.
Elitlerin elit zevkleri
“Tatmadığım zevk kalmadı dünyada” diyen dünya jet sosyetesinin hedonizmine hizmette kusur etmemek için seferber edilen kurbanların/malzemenin/arzu nesnelerinin başında çocuklar geliyor. 1892′de İngiltere’de kurulan ‘Rene Guyon Society’ üyeleri, liberal seksin savunucularıydı. Bu lordlar, 1972′den beri pedofilinin meşrulaştırılmasını savunuyorlar ve aralarında çocuk hekimleri, sosyal çalışmacılar, psikiyatristler, anne babalar da var, insanın 8 yaşından sonra cinsellikle tanışması çok geç oluyormuş efendim. “Her şey satılık” liberalizminin geleceği duraklardan birisi elbet burası olacaktı, niçin şaşırıyoruz?
Diğer yandan, bir grup psikolog, kriminolog ve hukukçu, kurdukları PAN (Pedofilia Alert Network) adlı bir ağla toplumu uyarmaya, bilgilendirmeye ve pedofiliyle mücadele etmeye çalışıyor. Dünyanın her yerinde pedofiliyle mücadele dernekleri kursak da, büyük sermaye sınıfının gücü karşısında naçar kalırız sanırım.
Bugün Batı’da çocuklara dokunmanın bile bir tabu haline gelmesi, herkesin çocuk sevici olabileceği kuşkusundan kaynaklanıyor. Bir çocuğa “My baby” diye hitap edilmesi bile yadırganır bir durumdur. Bizde ise, yetişkinler birbirine ‘bebeğim’ demekte bir sakınca görmüyor. Yetişkinler çocuklaşırken, çocuklar yetişkinler dünyasının sırlarına sahip kılınıyor, böylece çocuklar, yetişkinler dünyasının fantezilerine malzeme olmaktan kaçınamıyorlar. Büyükler, yetişkin-çocukturlar, fakat çocuklar da küçük yetişkinlerdir, çocuklar ve büyükler arasında doğabilecek olası cinsel eylem, TV, reklâm, moda, kozmetik, sinema ve müzik piyasası tarafından masum ve meşru gösteriliyor. Kapitalizm, yetişkinlerin bedenine ve duygularına fazlasıyla doyduğu ve bayatlamasına sebep olduğu için, her daim taze ve körpe kalan ürün, çocukların beden ve duygu dünyasıdır.
Çocuk düşmanlığının kaynakları
Çocuklara karşı yürütülen bu düşmanlığın sebepleri nelerdir? Çocuğun değerinin zengin Kuzey ülkelerindeki aileler tarafından, Güney ülkelerindeki ailelere oranla daha yüksek algılandığı biliniyor, ancak o değerli çocuklarını suçtan, cinsel istismardan, sömürü ve ihmalden koruyamıyorlar. Bu tezat görünen durumun, çocuğun özel mülkiyete ait bir nesne olarak algılanmasıyla ilgili olabileceğini düşünüyorum. Çünkü yoksullar ve mülksüzler için herhangi bir malın değerinin algılanışı, varsıllarla aynı düzeyde olamıyor. Onların çocuklarını koruyacak güce sahip olmadıklarını anlıyoruz, peki güçlü sınıfın çocuklarını bizzat suistimal etmesi veya edilmesine engel olacak moral değerlere sahip olamayışları, çocuğun da özel mülkiyet olarak algılanışıyla ilgili olamaz mı?
ABD’li yazar Neil Postman’a göre, Amerikan kültürü çocukluğun düşmanıdır, ancak açık bir düşmanı değildir.
Sömürülen ve istismar edilen, her konuda olduğu gibi değer veriliyor görünen çocuk konusunda da, burjuva sınıfını çocuk sömürüsünün çağımızdaki baş sorumlusu olarak görüyorum. Ekonomik, fiziksel ve duygusal istismarın ortamını hazırlayan bu kültür ve koşulları yaratanlar, çocuk cinsel sömürüsünün de sorumlularıdır.
Hüseyin Kaplan
hkaplan35@gmail.com
Kadının Tarih Sahnesine Dönüşü ve Anaerkil Dönem Homeros’u
Bir süre önce kendimce yanıtını vermeye çalıştığım bir soru sormuştum: “Peki, kadınlar nerede?” (1)
Sonra bir dönem neredeyse Troya’da yaşar oldum: “Bir süredir İlyada’yla yatıp İlyada’yla kalkıyorum. Geçmişin gizemlerine açılan büyülü bir kapı, bugünü anlamanın şaşırtıcı bir yolu gibi yaşamıma girdi.” (2)
Bir savaşı anlatmasına karşın İlyada, o dönemdeki yaşamla ilgili ipuçları veriyordu. Azra Erhat, Anadolulu kadınların daha basit bir yaşam süren Akha kadınlarından çok üstün olduğu yorumunu yaparken İlyada’da anaerkil dönemin izlerinin bulunduğuna değiniyordu. İlyada’nın Kitap Arkası’nda (3) bunların bazılarını aktarmıştım:
“Minoen Girit uygarlığı 2400′den 1400′e bir yandan Mısır ve Mezopotamya’nın eski kültürleriyle, öte yandan Yunanistan ve Anadolu’yla alışverişi sağlayarak bin yıl boyunca Akdeniz’e ışık saçmış. Anadolu’dan gelmiş Ana Tanrıça tapımı ile birlikte kadının egemen olduğu anaerkil düzeni uzun zaman yaşatmış. Yunanistan’dan gelme kavimlerle bu düzen bozulduysa da İlyada’da izlerine rastlanıyormuş. Bir kadının kaçırılmasıyla başlayıp yıllar süren Troya Savaşı, Homeros’un anlattığı Troya’da kadının çok önemli ve üstün tutulması bunun örnekleriymiş.”
“Homeros destanlarında anayla oğul, anayla kız arasında tadına doyulmaz sevecenlik ilişkileri canlandırılıyormuş. Erhat bunu, merkezi Anadolu’da bulunan anaerkil bir toplum düzeninin kalıntıları olarak açıklıyor. Troya’daki aile yaşamının uyumundan, ihtiyar Priamos’un oğulları, gelinleri, kızları, damatları ile birbirini seven, sayan, destekleyen bir topluluk olduğunu söylüyor.”
Troya’daki yaşamla ilgili anlatılanlar, gerçekten de daha sıcak ve eşit bir ilişki düzenini çağrıştırıyor:
“Homeros’un kendi işlerini görmeye alışmış yiğitleri evlerini de kendileri yaparmış. Paris, Helene’yle oturacağı evi Priamos’un evine bitişik olarak yapı ustalarının yardımıyla kendisi yapmış. Priamos ve elli oğlu yan yana dizili ‘thalamos’ denilen evlerde otururmuş. Konağın en büyük odası ‘megaron’ denilen, ortasında büyük bir ocak, tavanında dumanın çıktığı ve gün ışığının içeri girdiği bir delik bulunan yermiş. Ev sahibi konuklarını burada kabul eder, yemekler ocakta pişirilir, yanan ateş içeriyi hem ısıtır, hem aydınlatırmış. Eşyalar yalınmış, içeride oturulan tahtlar, iskemleler, üstlerine postlar ve örtüler serilen sedir ve arkalıklı iskemleler bulunurmuş. Yemek zamanı hizmetçilerin getirdiği küçük masalar konukların önüne konarak ekmek, şarap, kızartılıp doğranmış et tahta veya maden tabaklar içinde getirilirmiş. Yemek elle yenir, sonrasında ibrikle leğen gelir, eller yıkanırmış.”
“Anlattığı savaş da bir kadın yüzünden çıkmış İlyada’da birbirinden güzel ve ilginç kadın tipleri varmış. Evlerde düzeni kadın yönetir, hizmetçilere bir iş yaptıracağında erkek ona başvururmuş. Kadının ilk işi bütün ev halkının giyimini sağlayacak kumaşları dokumakmış. Lydia’nın doğusundaki Maionia gibi Anadolu bölgelerinde ince nakış işlerinin de yapıldığı olurmuş. Erhat, Anadolulu kadınların daha basit bir yaşam süren Akha kadınlarından çok üstün olduğu yorumunu yapıyor. Homeros, Troyalı kadınlar için ‘helkesipeplos’ sıfatını kullanarak elbiselerinin yerlerde süründüğünü söylüyormuş. Kadınların giysilerinde Girit fresklerinde görüldüğü gibi göğsü yukarı kaldıran kemerler bulunur, kadınlar memelerini iri göstermek için bir çeşit korse takarlarmış. Kadınlar süslerine de düşkünmüş, Hisarlık kazılarında altın gerdanlıklar, yüzükler, iğneler bulunmuş. İnsanlar temizliğe de düşkünmüş, erkekler yolculuk ve savaş dönüşü banyo yaparlarmış. Homeros dünyasında kadın yemek pişirmeye karışmıyormuş. Hayvanları erkekler kesiyor, etlerini şişleyip onlar pişiriyormuş. Kadınlar erkeklerin şölenine katılmayarak yemeklerini kadınlar katında yermiş.”
Eşitsizliklerin büyüdüğü savaşlar çağında kadın, tarih sahnesindeki gücünü artık yitirmiş olmalı. Homeros’un destanlarında anaerkil döneme ilişkin fazla iz bulmak kolay olmasa gerek. İlyada’nın yaşandığı yıllardan çok öncesini, kadınların eşitlik ve barış toplumunu anlatmış bir anaerkil dönem ozanı yaşamış mıdır?
Ataerkil düzenin savaşını anlatırken Homeros, o dönemin yaşamıyla ilgili çok fazla bilgi vermişti. Anaerkil dönemle ilgili hiç değilse bazı söylenceler, mitolojik öyküler, tarihsel bilgiler olmalı. O dönemin bir kadın ozanı olsa neyi, nasıl yazardı? Böyle bir yapıt var mıdır? Yoksa bile canlandırılabilir mi?
Burcu Kaya Erdem ve Özge Baydaş Sayılga’nın yazısı (4) Avatar filmi (5) bağlamında ataerkil ve anaerkil toplumun tarihsel savaşımını inceliyor, yaşanan değişimleri özetliyor:
“İlk dönemlerde insan; üretken, verimli, yaşama can veren doğa anasının kucağında, kadının üretimde etkin role sahip olduğu anaerkil toplum yapısı ve soyun anadan çocuğa geçtiği ana hukukuna bağlı bir toplumsal yaşam sürdürmüştür. Üretim araçlarının gelişmesi ve bu araçların erkeğin egemenliği altına girmesiyle kadın, toplumsal ve iktisadi yapıdan, üretim ilişkilerinden geriye itilmiştir. Ayrıca süreç içinde, cinsiyetlerin ötesine geçen düalist algı bağlamında toplum; zengin ile fakir, köle ile efendi, yöneten ile yönetilen ayrımında temellenen sınıflı toplum yapısı ile günümüze değin farklı biçimlerde gelişen, en sonunda küreselleşme çağının sanayi kapitalizmi olarak zuhur eden ataerkil yapıya ulaşmıştır. Ataerkil sistem ilk olarak “yasalar”ı ile toplumu denetlemeye ve egemenliği altına almaya girişmiş, buna yönelik olarak da zor kullanma araçları ile cezalandırma sistemlerini geliştirmiştir. Zor kullanmanın en gelişmiş aracı ise, bugünün ataerkil toplum yapısı içinde, ordudur. Askeri ve silahlı gücün örgütlü simgesi olan ordu, ataerkil toplum gövdesinin eril cinsel organı gibidir.”
Savaşın doğaya karşı da sürdüğünü belirtiyor:
“Ataerkil toplum yapısının üstyapı kurumları ile kadına ve kadınlığa karşı verdiği egemenlik savaşı, bilime ve doğaya karşı da verilmiştir. Bilim, meta üretiminin bir aracı olmuştur. İnsanın doğa içinde hayatta kalma savaşı ise, anaerkil sistemden ataerkil sisteme geçişle birlikte, günümüze değin değişerek gelişmiş ve sonunda, doğaya karşı da bir savaşa dönüşmüştür. Ataerkil insan için doğa, kutsallığını çoktan kaybetmiş ve artı değer uğruna geri dönüşümsüz, sömürülebilecek bir kaynak haline gelmiştir.”
Avatar filminde şirket yöneticisi, bilim kadını ve askeri birlik komutanıyla kurulan üçlü yapının modern kapitalist toplumun çatısını simgeleyen bir üçgeni oluşturması nedeniyle önemli olduğunu söylüyor:
“Avatar filminde, öykünün geçtiği Pandora gezegeninde yaşayan anaerkil klan ile karşı karşıya gelen, gezegenin eşsiz biyolojik dokusunu, ‘dünya için değerli’ bir maden uğruna yok etmeye hazır, ordu gücünü elinde hazır bulunduran, dünyalı bir şirketler grubu bulunmaktadır.”
İnsanlık tarihinde anaerkillik ve ataerkilliğin tarihsel gelişimini özetliyor:
“Tarih öncesi çağlardan itibaren, insanın on binlerce yıl, anaerkil toplumsal sistem içinde, eşitlikçi bir toplum yapısında yaşadığı düşünülmektedir. Bununla birlikte insan, yaklaşık olarak son beş bin yıldır, ataerkil düzenin köleci toplum yapısında ortaya çıkan iktidar sahiplerince, insanın insanı köleleştirdiği toplumsal ilişki biçimleri içinde yaşamaktadır. Anaerkil toplumsal düzenin yüksek değerleri olan ‘kadınlık’ ve onun verimliliği ile ilişkili olan ‘doğa’ da, ataerkil sisteme geçişte, önce inanç alanı ile toplumsal belleğin, sonra da yasalar yoluyla doğrudan iktidarın hedefi haline gelmiştir. Bu köleci sistemde, sadece doğa ve kadın değil, gittikçe sınıflı hale gelen bir toplum yapısının gereği olarak, erkek de erkeğin kölesi haline gelmiştir.”
‘Avatar’ kavramından ve filmin konusundan söz ediyor:
“Hindu mitolojisinde ‘Avatar’, tanrıların yeryüzüne indikleri zamanda büründükleri şekillerdir ve özellikle tanrı Vishnu’nun enkarnasyonu için kullanılmaktadır. Buna göre tanrılar, yeryüzünde diğer insanlara, insan veya hayvan gibi görünmektedirler. Avatar terimi, James Cameron’ın filmi ‘Avatar’da da Hint mitolojisindeki anlamına yakın bir biçimde kullanılmıştır. Film, 22. yüzyılda, dünyanın çok uzağında bulunan Pandora gezegeninde geçmektedir. Pandora’ya giden dünyalı grubun amacı, gezegende bulunan bir madeni çıkarmak ve dünyaya götürmektir. Bu, bir kilosu dünyada yirmi milyon dolar değerinde olan ‘unobtainium’ isimli bir madendir. Oysa bu madenlerin üzerinde oturan ve yerlerini terk etmek istemeyen yerli klanlar vardır. Yerli toplulukların yaşamlarında merkezi öneme sahip olan gezegenin doğal yapısı, aslında Pandora’nın gerçek zenginliklerini taşımaktadır.”
Filmin, anaerkil bir sistemde yaşayan Naviler’ini anlatıyor:
“Naviler, gezegende yaşayan diğer kabileler gibi, klan sistemi içinde yaşamaktadırlar. Üretim biçim ve ilişkilerine dair filmde çok fazla ayrıntılı bilgi verilmese de, taşıdıkları oklardan, avcılık ve toplayıcılıkla geçindikleri anlaşılmaktadır. Ölen bir canlı, ne kadar vahşi ve saldırgan olursa olsun, ölüm sebebi ne olursa olsun, saygı görmeli ve bu bir besinse doğaya karışan ruhuna teşekkür edilmelidir. Navilerin inanç sisteminde ana Tanrıça Eywa çok önemli bir yere sahiptir. Eywa, dişidir ve Pandora’nın Doğası’dır. Bütün ruhlar ve bedenler ona aittir. Navi klanının örgütlenme biçimi de buna uygun bir şekilde eşitlikçi ve ilkel bir toplum düzeni olarak sergilenmiştir. Klanın lideri olan Neytiri’nin babası Eytukan’dır. Annesi Moat ise, Eywa’dan gelen mesajları yorumlayan, sezgileri güçlü ve biri yaralandığı zaman onu iyileştiren veya tanrı Eywa’nın huzuruna çıkarıp toplu dua şarkıları yöneten kadın ‘doktor/büyücü’ ve klanın spiritüalist lideri olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik toplulukla ilgili kararların alınmasında son karar merciidir.”
….
Hakan Bilge, Sanatlog’da Avatar filmine sinemadaki yeri açısından bakarak yorumluyor:
“Muhafazakârların doğa figürüne başvurmalarının nedeni doğanın asli bir varoluşu ve otoriteyi ima etmesidir. Doğa betilemeden önce var olandır, doğruluğu aşikâr olan, söylem ve müzakerenin her türlüsünün dışında ve öncesinde yer alandır.” (Michael Ryan & Douglas Kellner, Politik Kamera)
“a) Milyon dolar bütçe
Görsel efekt çılgınlığı 3D vizyonla sinemanın sanal bahçesinde popcorn sinemasal ahlakı (mainstream/konvansiyonel sinema) için elzem birer görüntü yumağına dönüşüyor.”
“b) Özdeşleşim politikası
Beyaz Adam’ın gözü, alışkanlıkları, hareket ediş ve düşünüş tarzı üzerinden kurgulanan Hollywood yapım siyaseti, Avatar’da da kutsi Beyaz Adam’ı yegâne kurtarıcı olarak biçimlendiriyor.”
“c) Kurtarıcı fikri
Sessiz çoğunluk İsa Mesih’leri, Mehdi’leri, Atatürk’ün hayaletini bekleyedursun; sinema büyük kurtarıcılarını çoktan yaratmıştır bile. Çocuklar için Spider Man’ler, ergenlik çağındaki sivilceli gençler için Batman’ler ve hepsini kucaklayan; zencisini, çekik gözlüsünü, makarnacısını safına çağıran Avatar’lar…”
“d) İyiler ve kötüler
Son kertede iyi de kötü de birdir; iyi de kötü de Amerikalı ise eğer. Sessiz dönemler bittiğinden beri esas sesini yitiren, konuştuğu halde konuşamayan, duyabilmeye hazırbulunuşlu heteronom ahlaklıların kulak kabarttığı iktidarın papağanı sinema; halen sağır olmayanlar için konuşuyor.”
Avatar filmine verilen yıldızlardan söz ederek “Peki, niçin?” diye sorup bitiriyor:
“Dünün Korelisi, Vietnamlısı; bugünün Afganlısı, Iraklısı, Libyalısı, Suriyelisi, İranlısı bu soruyu yanıtlayacaktır!…” (6)
….
Anaerkil dönemin bir kadın ozanı, örneğin hasat tanrıçasının adını taşıyan bir Yalnız Demeter’i var mıydı, henüz duyulmadıysa bile bir gün sesi çağlar ötesine ulaşıp sözlerini iletebilir mi, bilmiyorum.
Günümüzde yazılacak bir anaerkil dönem öyküsünün erkek gücüyle simgelenen savaştan kurtulması pek kolay görünmüyor.
Gücün egemenliği bittiğinde, kadın tarih sahnesine döndüğünde, kadınlar ve onlar gibi düşünebilen erkekler barışa ulaştığında, savaşlar ve acılar geride kaldığında.
Belki de bulunur büyük kadın ozan Yalnız Demeter’in öyküsü. Ya da geçmişe bir köprü kuran yeni insanlarca yeniden yazılır.
….
Homeros’un anlattığı dönemler sonrasında evler epey değişti. Ama içlerinde yaşayanlar için önemleri hep aynı kaldı.
Rengârenk bir evin öyküsünü gördüğümde, önemleri sürse de epey değiştiklerini düşündüm.
Belleğime hiçbir zaman güvenemedim. Bu yüzden hep yazılı olanın, izlenebilir, kontrol edilebilir, yeniden düşünülebilir olanın peşine düştüm. Aynı nedenle, Mahmut Tali Öngören’in bir söyleşisinde duyduğumu sandığım sözleri, bu belirsizlik durumunu vurgulayarak aktarmak istiyorum: Söylediklerinde ilgimi çeken yan, aile albümlerine verilen değerle ilgili yorumu, kutsal denmese bile çok özel oldukları saptamasıydı. Nerede ve nasıl ekonomik koşullarda yaşanırsa yaşansın, bunların iyi korunan, çocukların kolay erişemeyeceği bir yerde saklandığını, adeta bir törenle çıkarılıp bakıldığını, özel konuklarla paylaşıldığını söylemişti.
Artık koşullar çok değişti. Belki birçok evde pek de fazla basılı fotoğraf, onların özenle yerleştirildiği albümler yoktur. Yerlerini yeni aygıtlarda saklanarak her an erişilebilen, dünyanın herhangi bir yerindeki dostlarla anlık ve sürekli paylaşılabilen sayısız görüntü aldı.
Yazar Mine Söğüt ve Karikatürist Bahadır Baruter’in Gümüşlük’teki evlerinin görüntülerine (7) bir rastlantıyla ulaşınca bir aile albümüne bakar gibi oldum. Ama evler ve fotoğraflar gibi, aileler de sürekli değişiyordu. Bahadır Baruter’in x-ist’teki sergisindeki evlerin, Bodrum’daki kendi evlerinden farkının nedeni bu olsa gerekti. Barış varken huzurlu ve dingin bir mutluluğun yuvası olabilen evler, düzen ve dengeler bozulunca acımasız savaşların sessiz hapishanelerine dönüşebiliyordu. Sergiyle ilgili söyleşi “Ressam Bahadır Baruter ‘Evim Evim Güzel Evim’ başlığı altında hazırladığı çarpıcı ama ürpertici resimleriyle bir kere daha ‘aileyi’ didik didik ediyor. “Evin içinde hep karanlık, zayıf bir nokta vardır.” diyen Baruter’le bu hafta açılacak sergisi öncesi bir aradaydık” (8) girişinden sonra şöyle başlıyordu:
“Yataklarındaki gergedanın tepesinde yüzlerinde savaş boyalarıyla bekleyen çiftten ‘kurban’ edilecekleri evliliğe adım adım hazırlanan genç kadınlara… Hayatımıza mizah dergileriyle giren ressam Bahadır Baruter’in, başının hiç hoş olmadığı aile kurumundan çıkarttığı zihin açıcı ama karamsar manzaralar devam ediyor. Yine x-ist’te açılacak sergisi ‘Evim Evim Güzel Evim’ öncesi Baruter’le buluştuk; aileyi, karamsarlığı ve tabii ki gidişatı konuştuk.”
Erman Ata Uncu’nun “Gezi’deki dayanışma ortamı da bir iyimserliğe yol açmadı mı sizde?” sorusuna Bahadır Baruter, “Bir ara umutlanır gibi olsam da yanılgım karşısında daha da büyük bir hayal kırıklığına dönüştü.” yanıtını veriyor.
“Eşiniz Mine Söğüt’ün de yazdıkları aynı karamsarlıkta” yorumuna, “Çok keyifli, pozitif görünüp son derece depresif, melankolik bir dünyayı da tarif edebiliyor. Biz buyuz.” diyor.
Sanatçılar, dış dünyayı içlerindeki uçurumlarla alışılmadık biçimlerde birleştirirler. Bu yansımalar zamana, bölgeye ve kişiye bağlı olarak sonsuz çeşitlilik gösterir. Dışarısı karardıkça içerisi aydınlanabilir, aydınlanıyor sanılırken ışık hepten yitebilir. Sanatçının görevi isteneni söylemek, isteyenleri onaylamak değildir. Bunu yapmak zorunda kaldıkça acısı büyür.
İçtenlikle gülebilmek için tek yol dünyanın değişmesi mi?
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız.
Notlar:
1. Mehmet Arat, Kadınlar Nerde?,
http://sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde
2. Mehmet Arat, Argos’tan Troya’ya,
http://paylasim.lalabey.com.tr/yazihane/yazarhane/1636-mehmet-arat-argos-tan-troya-ya.html
3. Mehmet Arat, Kitap Arkası: İlyada,
http://kitapdili.blogspot.com.tr/2014/03/homerossozlu-edebiyat-gelenegini.html
4. Burcu Kaya Erdem, Özge Baydaş Sayılgan, Ataerkil ve Anaerkil Toplumun Tarihsel Savaşımının Avatar Filmi Bağlamında İncelenmesi,
https://www.arel.edu.tr/pages/iletisimfakulte/dergi/ataerkil.pdf
5. James Cameron, Avatar, http://www.imdb.com/title/tt0499549/
6. Hakan Bilge, Avatar ya da Hollywoodvari Politik Manevralar,
http://sanatlog.com/sanat/avatar-ya-da-hollywoodvari-politik-manevralar/
7. Ayşe Funda Aras, Rengârenk evin öyküsü,
http://www.caferuj.com.tr/fotohaber/dekorasyon/rengarenk-evin-oykusu
8. Erman Ata Uncu, Asık suratlı bir felsefem var (Ressam Bahadır Baruter ‘Evim Evim Güzel Evim’ Sergisi),
http://www.radikal.com.tr/hayat/asik_suratli_bir_felsefem_var-1188732
Kötülük Bir Virüs Yazılımıdır
Evrende “logos” dediğimiz bir düzenleyicinin olduğunu kabul etmekteyiz. Buna “evrensel akıl” diyebiliriz, ya da gezegenimiz söz konusu olduğunda “doğanın aklı” diyebiliriz. Doğa, kendi dengesi ve düzeni içinde varlığını sürdürüyor malumunuz.
Hegel, “Varolan her şey akla uygundur, akla uygun her şey varolacaktır.” derken bir “logos”dan söz ediyordu. Ancak, insanların kurduğu sosyal hayat, siyasi-ekonomik düzen, doğayla, evrende süre giden hayatla (kozmik düzen) ve evrensel akılla uyumlu mudur?
İnsanlık tarihi; uygarlık tarihi; yabancılaşmanın tarihidir ve yabanlaşmanın (vulgarizm) tarihidir. Dolayısıyla akıl yabancılaşmıştır ve kendini tanımamaktadır. Diyalektik yasalara göre insanlık, şu an tarihin “anti-tez” aşamasını yaşamaktadır.
Aklımız, bu yabancılaşmanın içindeki bir “akıl”dır, yabancılaşmanın aklıdır. Bu nedenle insanın kurduğu düzen, logosa, doğaya rağmen bir düzendir, hatta insana rağmen, insana düşman bir düzendir. Örneğin, aşk doğanın bir oyunu (matrix) iken, aile kurumu düzenin bir oyunudur. Buna benzer sayısız oranda model davranışla, insan kendine ölüm sever bir hayat kurmuştur.
Rasyonalizm, irrasyonel olanın rasyonel olarak gösterilmesi ve kabul ettirilmesidir. Yeryüzünde varolan her şey akla uygun değildir, örneğin sömürü, savaş, zulüm, açlık, kölelik, fuhuş vs. vardır ve akla uygun değildir. Akla uygun olmayan her ne varsa, akıl ona uygun hale getirilmiştir (ehlileştirilen akıl). Sosyal hayat, mevcut dünya düzeni, logosa göre düzenlenmemiş, fakat insan aklı kurulu düzene uydurulmuştur.
İnsan evrimini tamamlamamış bir hayvan olduğu için, logosa değil, güce dayalı bir dünya düzeni kurarak, binlerce yıldır ıstırap çekmektedir. Gücü elinde bulunduranlar tarihi yapmakta ve yazmaktalar. Tarihe yön veren olayların çoğu, yaşananlar, egemen güçlerin isteği ve manipülasyonuyla olmaktadır, efendilerin çıkarları neyi gerektiriyorsa insanlık onu yaşadı. Feodal egemenler istediği için insanlık Ortaçağı yaşadı, burjuvazi istediği için Rönesans yaşandı, keşifler ve icatlar dönemi yaşandı. 1789 devrimi, kent soylu sınıfın iktidarı ele geçirmek için verdiği bir kavgaydı, elbette burada ezilenlere figüran rolü verildi ve bu olgulara/dizgeye “tarihin yasaları” denildi. Aydınlanma çağı; Hume, Kant, Voltaire gibi birkaç filozof çıktığı için yaşanmadı, o filozofların çıkması için gerekli ortam sağlanmıştı sadece. Ardından Hegel, Marks, Nietzsche vd. gelmesi de bu nedenledir. Sanat için de aynı şey söz konusu, estetik bir dünyada nelerin yaşanması gerektiğine hep elitler karar verdi. Bilim, onların istediklerini söyledi. Düşüncelerimizin sınırları belirlenmiş ise, özgürlüğümüz yoktur. Otlanacağımız alan sınırlıdır, zehirli otları yemeyelim diye çobanlarımız önlemini almıştır. Düşünülmesi gerekenler; düşünülmesi mümkün olanlar değil, düşünülemez sanılanların düşünülmesidir. İmkânsız olanın/zannedilenin, yasak sayılanın düşünülmesidir düşünce. Dilin sınırlarını çizenler, terimlerin, kavramların, kelimelerin anlamlarını belirleyenler, düşüncelerimizin sınırlarını belirlediler. İnsan, dile egemen değildir artık, kelimelerine yabancılaşmış olup istenilenleri düşünebilmektedir. Dil konusunda yanlış ve sahte kabullerimiz, dünya üzerine olan düşüncelerimizi saptırmakta iken, felsefenin işlevi bu dil oyununun deşifre edilmesidir. Felsefe bu anlamda bir terapidir, tedavidir (Wittgenstein). Özgürlüğe giden yol, özgürlüğün olmadığını anlamaktan geçiyor. Karanlığın ayrımına varırsanız, ışığı ararsınız. Hayatın anlamı, anlamsızlıkta gizli.
Hayata sahip olanlar (!), her şeyi yönetmekte ve yönlendirmektedir, hayat bir bilim kurgu senaryosu olarak sürmekte, insanoğlu beynine mikroçip yerleştirilmiş bir android gibi davranmayı sürdürüyor. Ona ezberletilen her şeyi yerine getirmekte, ödevini iyi yapamazsa suçluluk duygusu çekmekte (otoritenin büyülü gücü). Ezilenler beş bin yıldır neden ve niçin susmaktadır? Burada “Aklın hilesi” (Hegel), -buna “ideolojinin hilesi” diyorum- söz konusu değil midir? Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar neden bu zulme katlanırlar? Çaresizliği mi öğrenmişlerdir?
Örneğin, erkek egemen ideolojinin üreticisi artık erkekler değil, kadınlardır. Kadınlar, ideal bir forma (mantaliteye) ulaştırıldıktan sonra erkeklerin istediği türden olabilmek için can atmakta ve yarışmaktalar. İşçi sınıfı da egemenler karşısında aynı durumdadır. Eğer böyle olmasaydı, binlerce yılda kurulan bu matrix bir günde çözülürdü.
Peki, tarihte egemenlerin iradesi dışında gerçekleşen olaylar yok mudur? Elbette bir tek örnek var: sosyalist devrimler. Ancak sosyalist düzenler de, ulus-devlet modelinin bir benzerini kurdukları için (1789’un etkisi), orada da bir başka matrix kuruldu. Tarihte zorun rolüne (!) uygun uygulamalar yapıldı. Bu durum ise, sosyalizmin kendisine, eşyanın doğasına aykırı olduğu için fazla uzun süremezdi.
Mevcut dünya düzeninde insan iradesi diye bir şey söz konusu olamıyor. Yeryüzünde her gün trilyonlarca dolar el değiştiriyorsa ve bunun nereden nereye aktığı bilinemiyorsa, dünyayı bir finans şebekesi yönetiyor ve kim oldukları bilinemiyorsa, onlar istediği için savaşlar çıkıyor, ülkeler işgal ediliyorsa, biz zavallı insanların böcek kadar bile değeri ve iradesi yoktur.
İnsan, sonuçta bir bilgisayar yazılımıdır, hatta hayata düşman bir virüs yazılımıdır. Bu nedenle, hayatı kendine ve çevresindekilere zehir ve zindan etmekte, bundan mazoşist bir haz almakta, efendilerin erdemiyle kırbaçlanmaktadır. Bu nedenle, işkence yapabilmekte, kan dökebilmekte, insana ve doğaya tecavüz edebilmektedir. Kötülük, bir virüs yazılımıdır.
Tanrı, insanlığın vicdanıdır. Eğer, insanlığın ortak bir vicdanı ve iradesi varsa, Tanrı vardır. Değilse, kötülük her zaman galip gelecektir ve yalan hüküm sürdüğü sürece adalet olamayacaktır.
Hayatı bir oyun olarak görenlerdenseniz ve eğer bunu bir matrix gibi görüyorsanız, doğruya yaklaşıyorsunuz derim. Çünkü devletlerin tarihi komplonun tarihidir ve devlet bir sınıfın diğerine komplo kurmasından ibarettir. Ama hayatı bir oyun olarak görmek isteyenlerdenseniz, buna katılamam, tuzu kurulardan olmalısınız. Çünkü hayat acımasız bir gerçekliktir aynı zamanda, insanların üzerine füzeler yağarken oyun oynanmıyordu, bugün Suriye’de oyun oynanmıyor. Körü körüne ret ve inkâr, kahredici gerçekleri değiştiremiyor.
“Bu durumun bir çıkış yolu var mıdır?” sorusuna yanıt zor değil, kendimizi bir anti-virüs yazılımı olarak yeniden yazmalıyız. Bu dünya düzeni karşısında bir karşı-tez olabilmeliyiz. Öğrendiğimiz, doğru bellediğimiz her şeyden kuşku duymalı; yanlış bildiklerimiz doğru, doğru bildiklerimiz yanlıştır belki de, ne biliyoruz?
Aksi takdirde zalimlerin elinde oyuncak olmaktayız.
Hüseyin Kaplan
hkaplan35@gmail.com