Hair High (2004, Saçlar Yukarı)
Hair High (Saçlar Yukarı)
Yön: Bill Plympton
Seslendirenler: Eric Gilliland, Sarah Silverman, Dermot Mulroney, Beverly D’Angelo, David Carradine, Keith Carradine, Martha Plimpton, Justin Long, Matt Groening…
2004 - ABD - Animasyon - 78dk.
Teknoloji ürünü, bilgisayar destekli, üç boyutlu çizgi film karakterlerinden sıkıldınız mı? Peki erişkinler için yapılmış, kadın-erkek ilişkilerini absürd bir tonda aktaran filmleri sever misiniz? O zaman bu film size göre.
Daha önce kısa filmlerinden tanıdığımız, mide bulandırıcı ve abartılı çizimlerine alışık olduğumuz Bill Plympton, bu uzun metrajlı çalışmasında da aynı tarzını sürdürüyor. Karakterler elle çizilmiş, lastik gibi eğrilip bükülüyorlar ve gerçekten kanıyorlar. Animasyon dünyasında kült statüsüne erişmiş bu animatör, obsessif seksüel konulara kara mizah öğeleriyle yaklaşıyor.
50′li yıllar Amerika’sında, bir lisede geçen aşk öyküsü filmimizin ana teması. Yıl sonu partisine gitmeyi planlayan Wally ve Buttercup, Jojo’nun yerinde kavga ederler. Tecrübeli Jojo onlara kırık bir aşk öyküsünü anlatmaya başlar.
Saç spreyiyle kabarttıkları saçlarıyla boylarını yarım metre daha uzatan, cinsel istekleri neticesinde gerginliğin sınırında yaşayan, popülerlik derdindeki gençlerin mekanı bir lise fonunda gelişen öykümüz; lisenin popüler çifti Rod ve Cherri’yi sunuyor. Rod iri kıyım, kaslı, et beyinli, kıskanç bir futbol yıldızıdır. Cherri ise beyninde kraliçelik, amigo liderliği, oje, özenle kabarttığı ve spreylediği kask gibi saçı ve Rod’dan başka bir şey bulundurmayan bir süs köpeğidir. Beklendiği gibi liseye yeni bir çaylak gelir: Spud. Bu genç çalışkan ve karakterli birisidir fakat saçı yeterince kabarık değildir. Bazı şanssızlıklar sonucu Rod’a bulaşır ve ceza olarak Cherri’nin kölesi olur. Kızın hiç okumadığı ders kitaplarını taşır, yoldaki su birikintileri için köprü vazifesi görür. Fakat bu nefret gitgide yasak bir aşka dönüşür. Gözü Cherri’nin yerinde ve sevgilisinde olan Darlene adındaki ucuz fıstık, olayı Rod’un kulağına fısıldayıverir. Rod intikamını alacaktır fakat iki sevgilinin “ölümsüz” aşkı mezuniyet gecesinde, bir gotik korku sahnesiymişçesine Rod ve Darlene’in yüzüne çarpacaktır. Ya da kafasını koparacaktır, farketmez…
Gençlik filmlerinin tüm klişelerini kullanan film, bunları altüst ederek tarzını ortaya koyuyor. Komedi tamamen ayrıntılarda gizli. İçtiği sigara yüzünden öksürük krizine giren, sonuçta tüm iç organlarını kusan öğretmen Bay Snerz’in yardımına, üstün biyoloji bilgisiyle Spud koşuyor; çıkan tüm organları usülüne göre içeri tıkıyor. Değişik bir kahramanlık öyküsü…
Absürd ve abartılı bir biçimde verilen seksüel atıflar; arabasını tamir eden ve kalın bir boruyu aracın bir tarafına yerleştirmeye çalışan Rod’un, Darlene’in bacak arasından gösterilmesi olarak tezahür edebiliyor. Ya da okulun futbol takımının ismi gibi: Cocks (horozlar ya da s*kler). Ama filmin en yaratıcı sahnesi; Cherri ve Spud’un birbirlerini öptüğü, daha sonra kalın dillerin, balıkların ve bilumum yaratıkların ağızlarından birbirine geçtiği, ayaklarının altından bitiveren çiçekler sayesinde gökyüzüne uçtukları sahnedir. Bir aşk ancak bu kadar duygusal ve itici anlatılabilirdi. Keza, filmin açılışındaki, sevgilisini kustuğu yemekle besleyen sinek unsuru, Bill Plympton’ın filmlerinde rastlanan rezillikler.
Kesinlikle çok yaratıcı, irrite edici ve komik bir film. Seslendirme ekibindeki yıldız ordusu filmin diğer artısı. Bill Plympton, genelde erkek kahramanlarında kendini örnek aldığından, filmlerindeki takıntılı pozisyonun nereden geldiğini fazla düşünmemek gerekiyor herhalde… Kendimizden de bir şeyler bulmak mümkün mü; onu size bırakıyorum.
Yazan: Wherearethevelvets
Le Fantome de la Liberte (Özgürlük Hayaleti) – Luis Bunuel
Yön: Luis Bunuel
1974 Fransa
Oyn: Bernard Verley, Jean-Claude Brialy, Monica Vitti, Adriana Asti, Michel Piccoli, Julien Bertheau, Milena Vukotic, Adolfo Celi…
Bir öykünün anlatım yöntemleri vardır. Giriş-gelişme-sonuç bölümleri bir yana; sözü edilen her olayın ve objenin anlatıma bir katkısı olması gerekir. Eldeki malzemeler optimum şartlarda kullanılır ve konuyla ilişkisiz dallara atlanmaz. Luis Bunuel için bu kurallar kesinlikle geçerli değil. Bu belki de en sıradışı ve sürrealist filminde yönetmen, anlatım kurallarını tepe taklak ediyor. Filmin bir konusu yok. Birbirine bağlı olan sahneler bir öncekini kuvvetlendirmek amacıyla değil, tam tersine rastlantısal sırayla birbirlerini kovalıyorlar. Devam ettirdiği bir hikâye tam geliştirilebileceği yerde kesiliyor ve (normalde olanın aksine) daha önemsiz bir hikâyeyle devam ediyor. Tam buna alışmışken yine başka bir yere atlıyor; kafası dağınık bir çocuğun, o gün okulda olanları anlatamaması gibi…
Film, Napolyon döneminde tarihi bir sahneyle açılıyor. Napolyon’un askerleri İspanyol direnişçileri kurşuna diziyorlar. “Yaşasın zincirler!” diye haykıran idamlıklardan birini yönetmenin kendisi canlandırıyor. (Napolyon İspanya’da ne arıyordu? Toledo kentini kurtarma girişimleri Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı kurtarma girişimlerine benzemiyor mu? Bazen özgürlük denen şey de boyut değiştirebiliyor. Bazı İspanyolların özgürleşmeyi reddetmesi bu durumda haklı oluyor. Goya’nın “Madrid’de 3 Mayıs 1808” adlı tablosunu hatırlayın.)
Sarhoş askerler dini bir binaya giriyorlar. Kumandan burada bir bayan heykelin memelerini elleyince, yanındaki erkek heykel tarafından tokatlanıyor! Meğer bu sahne iki yaşlı kadının okuduğu kitaptan bir sahneymiş ve tarihi hızla zamanımıza atlıyor. İki kadın bir parkta oturuyorlar ve aynı parkta başka bir adam, iki küçük kıza edepsiz resimler gösteriyor. Bir kız bu resimleri alıyor ve eve götürerek annesine gösteriyor. Annesi sinir krizi geçiriyor ve olayı kocasıyla paylaşıyor. Kızları yatağa gittikten sonra karı koca fotoğraflara bakarak eski şehvetli günlerini hatırlıyorlar. Fakat sonra görüyoruz ki fotoğraflar turistik şehir manzaralarından ibaretmiş sadece! (Burada bir parantez açmak istedim. Çünkü fotoğraflardaki kuleler ve koridorlar Freudyen bir görüşle de okunabilir. Bu durumda iş gerçekten de pornografiye uzanabilir. Yönetmenin ne anlatmaya çalıştığını tam olarak bilemiyorum). O gece adam uyuyamıyor ve yatak odalarına bazı hayvanlar ve bisikletli bir postacının girdiğini görüyor! Ertesi sabah adam doktora gidiyor ve gece başından geçen garip ziyaretleri anlatıyor. Kanıt olarak da postacının bıraktığı zarfı gösteriyor. O sırada hemşire içeri giriyor ve doktoru bir müddet dışarı çağırıyor. Hemşirenin babasının hasta olduğunu ve doktordan izin istediğini görüyoruz.
Hemşire babasının evine doğru yola çıkıyor ve yolu bir tank tarafından kesiliyor. Kıza bir tilki görüp görmediğini soruyorlar ve bırakıyorlar. Yağmurlu geceyi bir motelde geçirmeye karar veren hemşire, burada bazı rahiplerle karşılaşıyor. Onlarla ilk önce babası için dua ediyor, sonra da masa başına geçerek, üzerinde haç olan madalyonları çip olarak kullanarak poker oynuyor. Aynı motelde teyzesiyle ensest ilişkiye girebilmek için oda tutan genç bir delikanlı, bir dansçı ve flamenko gitarcısı, bir şapkacı ve asistanı da var. Şapkacı tüm geri kalanları odasında topluyor ve tam onlar konuşurken asistanı deri kıyafetler giyerek patronunun çıplak kıçını kamçılamaya başlıyor. Ertesi sabah hemşire, bir profesörü yolu üzerindeki bir şehre bırakmak için arabasına alıyor. Bu profesör, bir polis akademisinde polislere ahlak ve toplumsal kurallar hakkında ders veriyor ama dersi durmadan girip çıkan saygısız öğrencilerce kesiliyor. En sonunda başından geçen bir hadiseyi anlatıyor.
Profesör ve karısı bir arkadaşlarını ziyaret ediyorlar. Evde büyük bir yemek masası ve etrafında sandalye yerine klozetler var. Tüm şık kıyafetli kişiler donlarını indirip klozetlere oturuyor ve bir yandan ihtiyaçlarını giderirken bir yandan da muhabbet ediyorlar! Evin küçük kızı birden acıktığını söyleyip mızmızlanıyor; fakat annesi “Yemek masasında böyle konuşulmaz!” diyerek kızı susturuyor. Daha sonra profesör izin isteyip donunu topluyor ve mahcup bir biçimde hizmetçi kıza yemek odasının yerini soruyor gizlice. Yemek odası, tuvalet görünümünde ve gizli bir bölmeden aldığı tepsideki yemekleri yemeye başlıyor. Kapı ev sahibi kadın tarafından çalınınca “doluuu” diye bağırıyor içeriden. Bu sahne, yönetmenin durumları ve geleneksel davranışları ters yüz edip olayın absürdlüğünü ortaya çıkarmasına güzel bir örnek. Sonuçta besinlerin sadece alınan ve çıkarılan bölgeleri değişmiştir!
Bu sınıftan çıkan iki polis, yolda hız sınırını aşan bir adamı durduruyorlar. Fakat adamın bir mazereti var. Doktora gidip laboratuvar sonuçlarını öğrenmesi lazım. Nitekim öğreniyor da; karaciğer kanseri!… Yıkılan adam, karısından bir şok haber daha alıyor. Kızları okulda kaybolmuş! Apar topar okula koşan veliler, burunlarının dibindeki kızlarına kaybolmuş muamelesi yapıyorlar; üstelik küçük kız orada olduğunu, kaybolmadığını bildirdiği halde! Bununla kalmayan anne baba, polise başvuruyorlar, yanlarında küçük kızlarıyla… Komiser, kıza bakarak profilini çıkarıyor ve kayıp işlemlerini başlatıyor (Üstelik kızlarını getirdiği için aileyi kutluyor; böylece kızlarını tarif etmek daha kolay oluyor.).
Karakoldaki memurlardan biri, ayakkabılarının boyasız olduğu hatırlatıldığı için lostraya gidiyor. Yan tarafındaki müşteri, boyacının köpeğini seviyor ve insanların hayvanlara yaptığı kötü muameleleri eleştiriyor. Her ne kadar sevgiden bahsetse de bu adam oradan çıktıktan sonra, boş bir binanın üst katından halka gelişigüzel ateş ediyor. Gazetelerde şair katil diye adlandırılan bu şahıs nihayet yakalanıyor ve mahkemeye çıkarılıyor. Jüri kararıyla ölüm cezası alan katil serbest bırakılıyor! Üstelik jüri tarafından eli sıkılarak tebrik ediliyor, elini kolunu sallayarak adliyenin ön kapısından topluma karışıyor.
Kızlarını kaybeden (!) aileye müjdeli haber ulaşıyor. Kızları bulunuyor (artık her neredeyse) ve aileye teslim ediliyor! (Bu arada komiseri canlandıran oyuncu burada başka birisi olmuş. Luis Bunuel çoğu filminde bir rolü birden fazla aktöre oynatmaktan hoşlanıyor.). Aile, kızlarının nasıl bulunduğunu öğrenmek isterken sekreter kız girerek komisere randevusunu hatırlatıyor.
Komiser bir bara gidiyor. Kız kardeşinin ölüm yıldönümünü bu barda geçirdiğini belirtiyor. O sırada kız kardeşine tıpatıp benzeyen bir kadın bara giriyor. Aşırı heyecanlanan komiser, kadının masasına oturuyor ve kızkardeşinden bahsediyor. O sırada bir telefon geliyor. Komiser telefondaki sesin yıllar önce ölen kızkardeşine ait olduğunu dehşetle farkediyor ve gecenin köründe aile mezarlığına gidiyor. Zavallı, mezarlık bekçisinin engelleme çabalarına rağmen mozolese giriyor ve kızkardeşinin tabutunun kenarından sarkan kızıl saçları, tabutun hemen başında da bir telefonu görüyor. Tam o sırada mezarlık bekçisinin çağırdığı polisler mozolese dalıp adamı tutukluyorlar. Komiser kimliğini gösterdiği halde ikna edemediği polis memurları tarafından, kendi masasında oturan başka bir komiserin önüne getiriliyor (aynı rolü canlandıran ilk aktör). Memurlar dışarı çıktığında bu iki kişinin aslında tanıştıkları ve hayvanat bahçesinde gizli bir özgürleştirme operasyonu düzenledikleri anlaşılıyor. Plan tamamlandığında operasyon düzenleniyor ve hayvanat bahçesindeki tüm hayvanlar insanlardan kurtarılıyor! (?) Film bir devekuşunun gözlerine odaklanarak sonlanıyor.
Anlamsız ve absürd sahnelerle zenginleştirdiği Le Fantome de la Liberte (The Phantom of Liberty / Özgürlük Hayaleti) filminde Bunuel, hem hiçbir şey anlatmıyor, hem de çok şey anlatıyor. Bir yandan çevremizdeki zincirleri kutsarken, bir yandan anarşiyi yüceltiyor. Mantıksız ve subkortikal davranışlarımızı (mesela simetri hastalığı olduğunu söyleyen adamın simetriyi bozma davranışlarını) Freudyen temaslarla yüzümüze vurarak bir ayna vazifesi görüyor. Alışılmış öykü anlatım kurallarını yerle bir edip sınırsız özgürlüğünü ilan eden Luis Bunuel’in bu özgürlük anlayışı komünizme selam çakarak, küçük burjuva ve konformistlerin peşinde hayalet gibi koşturuyor mudur acaba?
Yazan: Wherearethevelvets