1 Film 6 Analiz: Blowup (2. Analiz – Salim Olcay)
8 Eylül 2024 Yazan: Editör
Kategori: Film Listeleri & En İyi Filmler, Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema
“Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.” (Aristo, Metafizik)
Blow Up: Aydınlanma Eleştirisi yahut Bir Cinayetin Anatomisi
İşinin ehli bir dinleme teknisyenini oynayan Gene Hackman’ın sürüklediği Francis Ford Coppola filmi The Conversation (1974), Robert Redford’un çaylak bir CIA analizcisi olduğu Sydney Pollack filmi Three Days of the Condor (1975), genç bir ses efekti uzmanını canlandıran John Travolta’nın oynadığı Brian de Palma filmi Blow Out (1981), Will Smith’in acar bir avukat rolüne büründüğü Tony Scott filmi Enemy of the State (1998) filmlerinde kahramanlarımız tesadüfen tanık oldukları bazı olayların neticesinde üst düzey yöneticilerin dâhil olduğu gizli kapaklı işleri açığa çıkarıyor ancak sistemin çürümüşlüğü değil de tıkanıklığını ortaya koymaya çalışıyorlardı. Bu filmler komplo filmleri olarak sınıflandırılmaya çalışılsa da sınırları çizilebilen böyle bir tür oluşturulamamıştır. James Stewart’ın kırık ayaklı bir foto-muhabirini canlandırdığı ve birçok kez izleme fırsatımın olduğu Alfred Hitchcock filmi Rear Window (1954), konu ve işleniş itibariyle Blow Up’a en yakın duran film olmasına karşın aklıma niçin en son geldiğini hâlâ anlamış değilim. Freud, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi isimli eserinde unutkanlık benzeri durumlara ilişkin çeşitli açıklamalar getirmiş olsa da bu yazının kapsamı dışında kalacağından çözümleme yapmaya gerek olmadığı düşüncesindeyim.
1960’lı ve özellikle 1970’li yıllarda Amerikan kamuoyunda yapılan araştırmalar bir güven bunalımı yaşanmakta olduğunu ortaya koyuyor ancak yönetici ve liderlere duyulan güvensizliğin hızla artmasına karşın kurumlara olan inancın halen sürdüğünü gösteriyordu. Bu güven bunalımını aşabilmek için kapitalizmin değil de başıboş bırakıldığı sürece toplumsal yaralara yol açabilecek olanın kapitalist sistem içerisindeki kötüler olduğu ve bunun da iyi ve örnek vatandaşların çabalarıyla -seçimler, gösteriler, federal hükümet gibi yasal unsurlar- düzeltilebileceği fikri aşılanmaya başlıyordu. Böylece art arda çekilen All The President’s Men, The Conversation, Three Days of the Condor, Blow Out gibi filmler gerçeğin görünenden farklı olduğunu ortaya koymaya çalışan ancak sistemi kendisini değil de sistemin işleyişini bozduğu iddia edilen ‘’çürük elmaları’’ deşifre etmekten öteye gidemiyorlardı. Oysa Blow Up, bir komplo, sistemin kötüye kullanımı veya sürprizlerle dolu bir polisiye filmi değil, burjuva sınıfı kavramlarından olan aydınlanma ‘’ideolojisine’’ doğrudan saldıran ve bunu başarıyla yerine getirdiğini ve yine bu açıdan bakıldığında dilimize ‘’Cinayeti Gördüm’’ olarak çevrilmesinin bir facia olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
‘’Kendi kötücül çıkarları için var olan sistemi amacı dışında kullanan birey’’ fikri günümüz Hollywood sinemasının en değersiz klişelerinden biri haline dönüşmüştür. Başkanın bile dâhil olduğu –tabii başkan bunu en yüksek fedakârlık ve vatanseverlik duygularıyla gerçekleştirir- kötü yöneticiler –pekâlâ kötü değil yalnızca bakış açıları farklı olabilir- ifşa edilerek bireylerin sistemin işleyişine ilişkin kendilerini güvende hissetmeleri sağlanır. Çünkü anayasanın bilmem kaçıncı maddesine göre başkanı görevinden alacak başkan yardımcısı (24 adlı TV dizisi) veya nükleer savaşa yol açabilecek komutanı tutuklayarak komutayı devralacak ikinci komutan (XO) (Crimson Tide–1995) muhakkak vardır. Gerek yöneticiler gerekse Hollywood tarafından dile getirilen ‘’çürük elmaları temizlemek’’ (The Corporation–2003) benzer zihniyetin çok güçlü bir şekilde günümüze yansımasından başka bir şey değildir.
Platon var olan güzellik ideasından pay alan (methexis) sanat eserinin güzelliğinden bahsedilebileceğini söylerken bu fikri tamamen reddeden Aristo sanat eseri var olduğu için güzellik kavramından söz edilebildiğini iddia eder. Yazarın, gündelik hayatta karşılaştığı bir olayın çocukluk deneyimini anımsatması sonucunda zihnindeki olguları kullanarak bir şeyler ortaya koymak istemesi neticesinde sanat eserinin meydana geldiğini ve sanat eserinin sanatçının yaşamı ile doğrudan ilişkili olduğunu dile getiren Freud, bireyselliğin ‘’örtülü’’ bir biçimde ifade edilmesinin sanat yapıtının başarısını etkileyeceğini söylemektedir. Böylece sanatçının bireysel sorunlarını ifade etmesine karşın öyle değilmiş gibi gözüken bir sanat eserine başarılı, bu bireyselliği kapatamayan sanat eserine ise başarısız diyebiliriz. Tüm bu görüşlerden hareketle sanat eserinin incelenmesi konusunda iki tür eleştirmen tipi ortaya çıkmıştır. Bir görüş sanat eserini yaratıcından bağımsız, kendisiyle başlayıp sona eren, tamamlanmış bir nesne olarak görürken, diğeri sanat eserinin kavranması için sanatçının anlaşılmasını gerektiğini, eserin anlaşılabilmesi için yazarın iç dünyasının ve yaşamının bilinmesi gerektiğinde ısrarcıdır. Günümüzde ortaya çıkan üçüncü bir görüş, okuru da sanat yapıtının unsuru olarak görmeye, eseri kendi başına olmaktan çok yazar ile okur arasındaki alışverişin gerçekleştiği bir alan olarak değerlendirmeye başlamıştır.
Önde gelen psikanalitik edebiyat eleştirmenlerinden Norman N. Holland, bir sanat eserini iyi veya kötü olarak nitelendirmenin, tavsiye etmek veya reddetmek anlamına geldiğini ancak bu nitelemenin sözü edilen şeyin ‘’nasıl’’ olduğunu açıklığa kavuşturmadığını ve bu nedenle bir eser hakkında ‘’değer yargısı’’ niteliğinde hüküm veren eleştirmenlerin hatalı davrandığını söylemektedir. Bütün bu değerlendirmelerin ışığında biz burada Blow Up incelemesini yazarından, dönemin sinema kuram ve akımlarından bağımsız kendisiyle başlayıp sona eren ancak toplumsal gelişmeden ve toplumun dönüştürülmesinde yaptığı katkıya göre ele alarak ‘’nasıl’’ olduğunu açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.
Bir film incelemesine başlandığında genel geçer gündemden söz açmak, yönetmenin ve oyuncuların önceki işlerinden bahsetmek, filmin anlaşılırlığına katkıda bulunmayacak denli önemsiz çeşitli bilgi kırıntılarını bulup çıkarmak, yapım notları ve röportajlardan alıntılar yapmak bir alışkanlık haline gelmiştir. Böylece eleştirmenin hem uzun bir inceleme yazısı yazması kolaylaşmakta hem de sinema tarihi üzerine bir çift söz edecek ‘’bilgisi’’ olduğu okura hissettirilmektedir. Kararında yapılırsa okuru keyiflendirebilecek bu yazı şekli çoğu zaman filme ait hiçbir şey anlatmadan sona erdiğinde kimse ne olup bittiğini anlamaz.
Yapımcıların ve stüdyoların davetiyeleriyle tek kuruş para harcamadan festivalden festivale koşan profesyonel sinema eleştirmenlerinin çoğunluğu sahip olduğu olanakları yitirmek kaygısıyla yazılarını özel bir titizlikle hazırlamak zorundadır. Gerçek anlamıyla ‘’eleştirebildiği’’ filmler ya ülkemize hiç uğramayanlar ya üzerinde yazı yazmaya gerek duyulmayacak olanlar ya da ön gösterimine davet edilmedikleri olmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda davet edildiği bir filmi eleştiremeyen ünlü bir sinema yazarının ‘’Amerikancılıkla’’ suçlanması meselesi bu konuda aydınlatıcı öneme sahiptir. Oysa internetin ülkemizde yaygınlaşmasıyla gerek gösterime girmeyen gerekse DVD olarak piyasaya sürülmesinin değmeyeceği düşünülen pek çok filme erişilebilmeye başlandığı gibi düzenli bir gazete veya dergide yazma şansına sahip olmayan sinemaseverlerin yazılarıyla birlikte –bloglar vb.- gerçek eleştiri ve inceleme döneminin de ülkemizde başlamış olduğunu söyleyebilirim. Geleneği tamamen reddetmesem de büyük bir çoğunluğunun çer-çöp olduğu gerçektir.
Buradaki sihirli sözcük ‘’bilgi’’dir ve insanın kendi türüne –başka hiçbir şeye değil- olan kesin üstünlüğü bilgiye dayanır. Ülkemizde okullarda öğretilen ilk şeylerden biri ‘’Kalem kılıçtan keskindir’’ olmaktadır. Bilginin kaynağı, özü ve sınırları üzerine araştırmalar ve çeşitli sınıflandırmalar yapılmış, bilginin insan için olanaklı olup olmadığı yolunda birçok görüş ileri sürülmüştür. Doğa’nın kendi kendine iş görebilecek hiçbir makine yapamayacağını, bunun insan eliyle yaratılmış olup insan zihninin araçları, bilginin maddeleşmiş gücü olduğunu söyleyen Karl Marks’a göre bilgi doğada hazır değildir, doğada nesneler ve olaylar vardır ancak bilgi yoktur, bilgiyi yaratan ve üreten insanın kendisidir. Bilgi, soyut bir düşünme işi değil, nesnelere biçim kazandıran bir eylemdir ve değerini praksis’te bulur, praksis’le bağlantılı olmayan bilginin hiçbir değeri yoktur. ‘’Bilginin sona ermesi, sonsuzun sona ermesi demek olur ki olanaksızdır’’ diyen Engels’den hareketle diyebiliriz ki, örneğin sayıların dizisini sonuna kadar saymak nasıl olanaksızsa doğanın bilgisini tüketmek de olanaksızdır.
İnsanlık tarihi boyunca bilgiye sahip olma, ‘’havassa ait olan bilgiyi avamdan koruma’’ her zaman için bilginin kendisi kadar önemli sayılmıştır. Kralların tahta çıkmalarından öldürülmelerine, verimli tarlaların ne zaman sulanacağından gökcisimlerinin hareketlerine kadar pek çok konuda bilgisi olan ‘’sınıf’’, bilgiyi yalnızca kendine mal ederek toplumda ayrıcalıklı bir konuma yerleşmiştir. İnsanlığın ortak ürünü olan bilginin nasıl olup da belirli bir zümrenin eline geçtiği konusunda net bir açıklama bulunmuyor. Ancak savaşlar veya doğal afetler sonucunda tehlike altında kalan ‘’sahip olunan’’ bilgiyi korumak ve kollamak için birtakım tedbirler alındığını, ortalık durulduğunda ise bilgiyi elinde bulunduranların ‘’kendiliğinden’’ sahip olduğu ayrıcalıklı konumu devam ettirme isteklerinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Çeşitli versiyonları bulunmakla birlikte aşağıdaki hikâyeler bilginin geçirdiği süreci anlamak bakımından zihin açıcı özelliğe sahiptir.
Tufan’ın yaklaştığını anlayan ve ellerindeki bilgilerin kaybolmaması gerektiğini düşünen Nuh peygamberin iki kardeşinden biri, bir taş sütun üzerine diğeri içi boş ve suda yüzebilen bir tunç kütlesi üzerine tüm bilgileri işlerler. Bu bilgiler Hermes (İslam’daki karşılığı İdris peygamberdir) tarafından bulunmuş ve böylece çağının bilim ve sanatlarının üstadı olmuştur. Bilgilerin her an yok olabileceği tehlikesinin farkına varan Hermes bir piramit yaparak kendisinden sonra gelecekler için çağının tüm bilgisini bu piramidin duvarlarına yazmıştır. Ancak Hermes de bilgeliğin yetersiz ellere geçmesini engellemek için simgesel yazı kullanmıştır.
İsa’dan önce altıncı yüzyılda Roma Kralı Tarquinius’un huzuruna çıkan bir rahibe elinde ‘’tüm zamanların bilgeliğini’’ içeren dokuz kitap bulunduğu söyleyerek bu kitapları krala satmak ister. Ancak istediği fiyat o kadar yüksektir ki yapılanın şaka olduğunu düşünen kral gülerek teklifi reddeder. Kitapların üçünü yakarak kalanlar için yine aynı bedeli isteyen rahibenin deli olduğunu düşünen kral, kitapları istemediğini kesin bir dille söyleyerek konuyu kapatır. Ancak rahibenin üç kitabı daha yakması ve kalan üçü için yine aynı bedeli istemesiyle merakı artan ve direnci kırılan kral kitapların içinde ne yazılı olduğunu öğrenmenin tek yolunun istenen parayı vermek olduğunu anlar. Eline alır almaz içindekilere göz atan kral büyük bir hüzünle çok geç kalmış olduğunu anlar ve kitapları derhal koruma altına aldırtır. Capitoline tepesindeki tapınakların gizli odalarında saklanacak olan kitaplara kimse elini sürmeyecek ancak senatonun zamanına ve gerekli olup olmadığına karar vereceği çok büyük tehlikeler karşısında bakılabilecektir.
Tarihe yukarıda bahsedilen her iki olay ışığında bakıldığında yüksek bilgi formlarının asıl görevleri bilginin koruyucusu olan ‘’rahipler kastının’’ eline geçmeye başladığını, tapınağın, medeniyetin beşiği haline geldiğini, ilahi ayrıcalıklarını kullanmaya başlayan rahiplerin, yasa koymaya, yaptırımlar uygulamaya, yöneticileri belirlemeye ve kontrol etmeye başladıklarını görülür. Platon, Devlet Adamı isimli eserinde şöyle yazar: ‘’Mısır’da kral, rahiplere özgü erke sahip olmadıkça yönetme hakkına sahip değildi; eğer başka bir sınıftan gelmiş ve iktidarı şiddetle ele geçirmişse, rahipliğe katılmak zorundaydı.’’
‘’Eski günlerde insanoğlu dehası, sadece bir kesim insana kültürün meyvelerini vermek, öbürlerini ise en asli şeylerden, yani eğitim ve gelişmeden yoksun bırakmak üzere yaratımda bulunuyordu.’’ (Lenin)
Rahipler sınıfının sınıfsal üstünlüklerinin en büyük güvencesi haline gelen evrene ilişkin gözlem ve kayıtlarla biriktirilen bilgi, ‘’dışarı’’ çıkmaması için okült (gizli) dönüşümlere uğratılarak inisiyasyon (erginlenme) denilen sert sınavlar uygulanmaya, yalnızca inisiyasyon aşamasını geçenler ‘’kardeş’’ kabul edilmeye başlanır. Rahipler sınıfından olmayanların anlayamayacağı bir biçimde şifrelenen insanlığın ortak mirası olan bilgi artık havassın elinde tutulacak, avama yalnızca birtakım gereksiz ayrıntılar verilecektir.
Gizem (mystery) kelimesinin etimolojik kökeni, ‘’gözleri ve ağzı kapamak, susmak, sükun bulmak’’ anlamına gelen Grekçedeki ‘’muein’’ kelimesi olarak gösterilmektedir; bu nedenle mecazi anlamda ‘’sır tutmak’’ anlamında kullanılmıştır. Kelimenin gizli erginlenme törenleriyle ilişkisi, onun ‘’erginlenmek’’ anlamındaki ‘’muein’’ kelimesinden geldiğini düşündürmüştür. Bu kelimenin bir türevi olan mustes ‘’erginlenmiş kişi’’ anlamına gelmekte; musterion ise ‘’gizli tören, gizli şey’’ demektir.
‘’Bütün pagan ulusların bir devlet dini vardı, bir de yalnızca filozof seçkinlerin girebildiği başka bir dini. Kadim dünyanın bütün şehirlerinde her yerde halkın tapınması için tapınaklar bulunurdu. Her toplumda ayrıca doğanın bilgisini derinden öğrenmiş felsefeciler ve mistikler bulunurdu.‘’ (Manly P. Hall)
M.Ö.15 yüzyılda Firavun III. Thothmes’in, yaşayan tüm bilginleri, din adamlarını ve düşünürleri biraraya topladığı ve Nil kıyılarındaki Karnak’ta inşa edilen bir tapınakta gizli inisiyeler tarikatı olarak örgütlediğinden bahsedilir. Firavun’un bu örgütünün adı ‘’Büyük Beyaz Kardeşlik’’ti ve amacı Tufan öncesinden kalan bilgelik öğretilerini korumaktı.
Çok sonraları krallıkların gücünü yitirmesi ve burjuva yönetiminin başlamasıyla klasik idealist ve romantik görüş iflas etmeye başlıyordu. Böylece Ortaçağ’da hüküm süren din ve tanrı merkezli toplumsal yapı yerini akıl odaklı düzenlemelere bırakıyor, devletin maaşlı memurlarından oluşan gerçek bir devlet idaresi kuruluyor, metafizik tamamen reddedilerek yalnızca akli olarak kavranabilen şeylerin kabul edilmeye başlanmasıyla aydınlanma fikri yeni bir kavram olarak tarih sahnesinde yerini almaya başlıyordu. 178t’de Mongolfier sıcak hava dolu bir balonla yeryüzünden göğe yükseliyor, 1802’de ilk buharlı gemi, 1803’te ilk buharlı lokomotif, 1809’da ilk telgraf kullanılıyor ve 1839’da Daguerre fotoğrafçılık alanında optik görüntüyü kâğıda geçiriyordu. Fotoğrafın keşfiyle Courbert’in kendisini ‘’ilk realist’’ olarak ilan etmesi aynı tarihe rastlamaktadır.
Aydınlanma ideolojisi gerçeği arıtmayı ve kuvvetlendirmeyi değil, olduğu gibi vermeyi istiyordu. Manzara, bir ruh halini değil, görünen ne ise onu belirtmeliydi. Gerçekçilik, günlük olanın ifadesini ele aldığından, asil değerlere, katharsis denilen temizliğe ve ıslaha, bir idealle yükselmeye, örnek sanata özlemi amaç edinmiyordu. Aydınlanma tarihsel bir motif olarak tarihin başlangıcına kadar ilerletilmiş, zorunluluğu tüm gelecek zamanların temeli diye yükselterek ve aklı idealist bir biçimde zirveye yerleştirip yozlaştırarak burjuva ideolojisinin sözcülüğüne soyunmuştur.
‘’Her çağda egemen düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir. Maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçları üzerinde de denetim sahibi olur; zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri genellikle buna bağımlıdır. Egemen sınıfı oluşturan bireyler egemen oldukları bir tarihsel çağı alabildiğine belirlerler. Örneğin krallık, aristokrasi ve burjuvazi, egemenliği ele geçirmek için çarpışmaktaysa yani bu yüzden egemenlik bölünmüşse, burada kuvvetler ayrılığı öğretisi egemen düşünce olarak ortaya çıkmakta ve bu bir ‘’ebedi yasa’’ olarak dile getirilmektedir. Örneğin aristokrasinin egemen olduğu çağda onur, bağlılık gibi kavramların, burjuvazi egemenliğinde özgürlük, eşitlik gibi kavramların egemen olduğunu söyleyebiliriz. Egemen sınıfın kendisi genel olarak bunu böyle hayal etmektedir. Çünkü kendinden önce egemen olan sınıfın yerine geçen her yeni sınıf, sırf kendi amacına ulaşabilmek için kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin otak çıkarı gibi göstermek zorundadır. Bunu yapma olanağı vardır çünkü başlangıçta, kendi çıkarı, egemen olmayan bütün öbür sınıfların ortak çıkarına gerçekten bağlıdır…’’ (Karl Marks, Friedrich Engels - Alman İdeolojisi)
“Hükmedenler kendi budalaca planlarını kimi zaman nesnel zorunluluk olarak tanımlasalar bile böyle bir nesnel zorunluluğa inanmazlar. Dünya tarihinin mühendisleri rolünü oynarlar. Makineleri işletmek için hala gereksinim duyulanların geçimlerinin, çalışma sürelerinin asgari biçimde karşılanması toplumun efendilerinin bir buyruğuna bakar. Bundan sonra artakalan gereksiz insanlar, o devasa kitle, sistemin büyük planlarına malzeme olarak bugün yarın hizmet edecek yedek muhafızlar olarak eğitilirler. Bu kitleler işsizler ordusu olarak beslenir. Dil ve algıya varana dek modern yaşamın her kesitini baştan biçimlendiren idari yapının salt birer nesnesi konumuna indirgenmeleri, onların karşısında hiçbir şey yapamayacaklarına inandıkları nesnel bir zorunlulukmuş gibi yansıtılır. İktisadın en tepedeki komuta kademelerinden en alttaki profesyonel çetecilere dek, süregelen durumun sınırsız devamlılığını sağlayan hizipler ve kurumlar ormanı, birey için nüfuz edilemezdir. Sendika ağasının gözünde proleter türün fazlalık oluşturan örneğinden başka bir şey değildir. Bu arada sendika ağası da bu taraftan bakıldığında kendisinin de bir gün tasfiye edileceği düşüncesiyle titreyecektir.” (Aydınlanmanın Diyalektiği)
Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım ve toplumsal bunalımları us yoluyla çözememekten doğan bir umutsuzlukla, dünyayı saçmaya indirgeyen, her şeyi yok etme, dini, ahlaki görüş, aile anlayışı, milli devlet sistemi gibi tüm değerleri yıkma arzusunda olan usdışı bir düşünce Fransa’da filizlenmeye başlıyordu. Kendilerini gerçek dışı anlamında değil aksine gerçeğin insandaki iz düşümünü arayanlar olarak niteleyen gerçeküstücüler ‘’kutsal deliliğe’’ varmayı amaçlıyorlardı. Uzakdoğulu Budistlerce bakış açıları onaylanmayan gerçeküstücüler kendilerine yakın buldukları Zen düşüncesini her türlü dogma ve kuraldan bağımsız bir aydınlanma deneyimi olarak sunmuş, Zen ile usdışı ve saçmalık arasında bir bağ kurulmuş, Zen, seküler hümanizm, entelektüel anarşizm ve hippilik birbirine karıştırılmış, herhangi bir kural ve ilke yerine içgüdülere dönük bir yaşam süren kimselerin Zen’in gerçeğine varmış aydınlanmış kişiler olduğu iddia edilmiş ve Zen öykülerindeki temalar usçu düşünceye aykırılığın bir delili olarak sunulmuştur. Freud’un etkisiyle Andre Breton tarafından kaleme alınarak 1924’te yayımlanan sürrealist manifesto şöyle diyordu: ‘’Sürrealizm, saf psikolojik iradesizlik olup bunun vasıtasıyla, sözlü, yazılı ya da tamamen başka bir biçimde, gerçek düşünce fonksiyonunun anlatımı tasarlanır. O, her türlü düşüncenin kontrolünden uzak, her çeşit estetik ya da ahlaki koşulların dışında hareket eder.’’ Günümüzde bazı yazarlar tarafından gerçeküstücülük ile tasavvuf arasında koşutluk kurulmaya çalışılmaktadır.
Bir filmin anlaşılabilmesi için nelerin bilinmesi gerekir, nasıl bir okuma yapılmalıdır, bilgi edinmenin bir sınırı var mıdır veya hiçbir şey yapılmazsa filmden alınacak ‘’zevk’’ azalır mı, yoksa filmi izlemeye başlamadan önce ciltler dolusu kitap okumak zorunlu mudur? Bu sorulara verilebilecek tek bir kestirme yanıt yoktur. Kutlu Kişi’nin (Buda) anlattığı ölüm döşeğindeyken tedavisi için cerrah çağrılan zehirli okla vurulan adamın öyküsü ile ifade etmek gerekirse; ‘’Bana bu oku kimin attığını, beni bir kşatriyanın mı yoksa bir brahmanın mı vurduğunu, ailesinin kimler olduğunu, kendisinin büyük mü, küçük mü yoksa orta boylu mu olduğunu, hangi köyden veya kentten olduğunu, bu okun hangi tür yayla atıldığını, yayda nasıl bir kiriş kullanıldığını, oka ne tür tüy takıldığını, okun temreninin ne şekilde yapıldığını öğrenmeden bu okun çıkartılmasına izin vermem.‘’ Kutlu Kişi, ‘’Bu adam bu şeyleri bilmeden ölüyordu.’’ diye devam eder, ‘’Tıpkı şu ya da bu felsefi sorunu çözmeden kutsiyet yoluna girmeyi reddeden kişi gibi.’’
Dans eden kız, elinde fotoğraf makinesi bulunan adam ve neşeli caz müziği ile başlayan filmde bir cipin üzerindeki kızlı erkekli pantomimciler grubu gürültüyle sokaklara dağılırken aynı anda görülen fabrikadan çıkan ve pantomimcilerin aksine tekdüze, yaşlı, renksiz, yoksul, sıradan görünüşlü işçiler dikkat çekmeyecek bir şekilde sokaklara dağılırlar. İşçilerin arasından birinin son model bir arabaya binmesi dikkatleri çekse de kısa süre sonra bu kişinin filmin kahramanı olan fotoğrafçı olduğu anlaşılır. Filmin ‘’…mış gibi’’ yapan pantomimcilerin görüntüleriyle başlaması, gerçekliğe ilişkin şüpheleri olduğunun ilk göstergesi sayılabilir.
Thomas fotoğraf stüdyosunun önüne geldiğinde, devasa bir ‘’39’’ rakamı gözümüze sokulurcasına gösterilir. Burada Hitchcock’un 1935 tarihli, cinayet işlemekten aranan masum bir adamın macerasının anlatıldığı ve gerçeğin her zaman göründüğü gibi olmayabileceği iddiasındaki ‘’The 39 Steps’’ filmine açık bir gönderme olabileceği düşüncesindeyim. Hitchock’un filmi milyonlarca bilgiyi hafızasında tutabildiği iddia edilen ‘’Bay Bellek’’ isimli bir adamın bilgisini ölçebilmek için herkesten istediği soruyu sorması istenerek başlıyordu. John Berger fotoğraf makinesi icat edilmeden önce fotoğrafın yerini neyin tuttuğunu soruyor, kendi sorusuna ‘’bellek’’ yanıtı veriyor ve ‘’Belleğin yitirilmesiyle birlikte, anlamın ve yargının süreklilikleri de yitip gider. Fotoğraf makinesi bizi belleğin yükünden kurtarır çünkü unutulsun diye kaydeder.’’ diye devam ediyordu.
Fotoğraf makinesi ve kameraların yaygınlaşmasıyla deneyimler ve yaşanmışlıklar yalnızca başkaları ‘’görüyorken’’ ya da başkalarının görebilmesi için ‘’kayıt yapılıyorken’’ değerli hale gelmeye başlamıştır. Kayıt ediliyorsa değeri vardır düşüncesi insan deneyimini öldürmüştür (son örneği God Bless America–2011). Katiller cinayetlerini, sıradan insanlar sevişmelerini, sevgililer güneşin batışını, kısaca insan ölümleri, kazaları, yoksulluğu kaydediyor, böylece insanın insana ve doğaya yabancılaşması artarak sürüyor. Kendini çekici bulmanın fotoğrafta güzel görünmek olduğunu ve fotoğraf çekmenin deneyimi gerçeklemenin bir yolu haline geldiğini söyleyen Susan Sontag şöyle diyor: ‘’Her turist kendisi ile olay arasına fotoğraf makinesini sokmaya başlamıştır. Günümüzde çoğu kişinin içindeki his, karşılaştıkları kayda değer durumlar ile kendileri arasına hemen kamerayı koyuvermektir. Başka türde nasıl tepki vereceklerinden emin olmayan bir ruh haliyle deklanşöre basarlar.’’
‘’Yoksulluk, zenginlikten daha sürreel değildir; iğrenç paçavralar içindeki bir beden, bir balo için özel olarak giyinip süslenmiş bir prensesten ya da el değmemiş bir çıplak kadından daha sürreel değildir. Sürreel olan, fotoğrafın dayattığı -ve kapattığı- mesafedir: toplumsal düzlemdeki mesafe ile zaman içindeki mesafe. Şöhretli insanlar paryalar kadar merak uyandırıcı gelir bize. Fotoğrafların, klişeleşmiş konuları/malzemelerine karşı ironik, zekice bir tutum sergilemeleri gerekmez. Özellikle çoğu geleneksel konuda geçerli olduğu üzere, inançtan gelen, hürmetkâr bir hayranlık da pekâlâ etkili sonuçlar verebilir.’’ (Susan Sontag)
Stüdyoya giren Thomas, uzun süredir beklediği bıkkın yüz ifadesinden anlaşılan model Verushka’nın fotoğraflarını çekmeye başlar. Hem fotoğraf çekmekte hem de üzerindeki işçi kıyafetlerinden kurtulmaktadır. Fabrikadan çıktığı sırada kuru olan ve henüz değiştiremediği gömleği fotoğraf çekerken terden sırılsıklam olur. Zaten fotoğraf çekiminden çok sevişmeyi andıran sahnenin sonunda kadın sırtüstü yerde uzanırken –sanki- doyuma ulaşarak rahatlayan Thomas bitkin bir şekilde kalkarak kendini kanepeye bırakır. Seyirci tam bu esnada sigara yakmasını bekler ama kahramanımız sigara içmemektedir. Fabrikada çektiği resimlerinin ‘’harika’’ çıktığını gördükten sonra artık işine yaramayacak olan kıyafetleri yardımcılarından birine vererek ‘’yakmasını’’ ister. Burjuva toplumsal düzeninin, örtmeye çalıştığı seks ve yoksulluktan ibaret olduğu art arda gelen bu iki sahneyle anlatılmış olur.
Hemen ardından diğer manken grubun çekimleri başlar. Mankenlerin üzerinde ve fotoğraflarda kusursuz bir biçimde görülen elbiselerin fiyat etiketleri görülmeyecek yerlere sokuşturulur, düğmelerin yeterli gelmediği yerlerde asıl işlevleri bambaşka olan mandallar devreye girer ve burjuva ideolojisinin mükemmel olarak sunduğu gerçekliğin aslında o kadar da mükemmel olmadığı gösterilir. Tek tip bir yüz ifadesine sahip ve gülmeyi bile beceremeyen kişiler olarak resmedilen mankenleri bir tecrit edilmişlik halinde yaşadıklarından tek kelime etmezler. Fotoğrafçının gözünde bir nesnedirler, kimlikleri yoktur. Thomas fotoğraf çekiminde birer eşya gibi oynar onlarla. Model kızlardan birinin kafasındaki tavus kuşu tüyleri Thomas’ın kibrini simgelemektedir. Yorulunca, kızlardan gözlerini kapatmalarını söyleyip onları, fotoğraf makinesini masanın üzerine bırakır gibi bırakarak çekip gider. Saatler sonra geldiğinde yardımcısına hala gözlerini kapatmış şekilde bekleyip beklemediklerini soracak kadar kendine güvenmektedir.
Fotoğrafları çekilen model kızlar sahip olunabilecek nesnelerden başka bir şey değildir aslında. İnsan, gücü arttıkça bu gücü uyguladıkları nesnelere yabancılaşır. Thomas’ın insanlara olan tutumunu aydınlanmanın nesnelere olan tutumuyla kıyasladığımızda her ikisinin de insanları güdümleyebildiği ölçüde tanıdığını söyleyebiliriz. Nesneler kendileri için var olmaktan çıkarak onlar için var olmaya başladıkları için yaşanan dönüşüm her defasında egemenliğin dayanağı olur. Parktaki kadının makineyi almak için çabalarken fotoğrafçının tek eli önünde nerdeyse diz çökmesi ve tüm gücünü kullanmasına karşın makineyi almayı başaramamasında da bu süreci tam anlamıyla görebiliriz.
Fotoğraf makinesinin 1839’da Talbot tarafından icat edilmesinin üzerinden kısa bir süre geçmesine karşın fotoğraf polis dosya kayıtları, savaş muhabirliği, askeri istihbarat, pornografi, aile albümleri, kartpostallar, gazete, dergi, ders kitapları ve ansiklopediler için kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca bürokratik işlemlerdeki zorunluluğu –önemli belgelerin üzerinde resim yoksa geçersiz sayılmaktadır- dışında aile albümleriyle en küçük birime kadar girmiş, önemli gün ve toplantılar, tatil günleri, özel yaşamın sünnet, evlilik gibi durakları fotoğrafla canlandırılması beklenen ‘’anılar’’ haline dönüşmüşlerdir.
Ağustos 1839′da Paris’te Daguerreotype’in açıklanışından iki yıl sonra, 15 Ağustos 1841 tarihinde Osmanlı topraklarında yayımlanan Ceride-i Havadis gazetesinde yayınlanan bir haber şöyledir. “Bir mahallin resm-i mücessemini almak için Avrupa’da Daguerre dedikleri zat bir alat icad edüp Daguerre’in basması manasına Dageryotip tesmiye etmiş ve mukaddema kitabı dahi İstanbul’a gelmiş ve tercüme edilmiş olmakla bilenlerin malumudur.” Aynı gazete, 17 Temmuz 1842 tarihli sayısında, açılan ilk fotoğraf stüdyosunun haberini de şöyle vermektedir: “Beyoğlu’nda Mösyö Dager’in şakirdanından Mösyö Kopma, icray-ı sanat eylemektedir. Ressamlar bir adamı resmedecekleri vakit birkaç günler kemal-i sabr-ü sükûnla karşılarına oturtup defa be defa nazar ederek haylü zahmetlü resmederler. Lakin bu alatla resmolunacak olduğu vakitte güneşte altı saniyede ve güneşsiz havada yarım dakikada ol alat vasıtasıyla resmedüp bitirirler.’’
“Kapitalist bir toplum, imgelere dayanan bir kültür gerektirir. Satın almayı hızlandırmak, sınıfsal, ırksal ve cinsel zedelenmeleri uyuşturmak için sonsuz miktarda eğlence sunmak zorundadır. Doğal kaynaklardan sonuna dek yararlanmak, üretimi hızlandırmak, düzeni korumak, savaşlar açmak, bürokratlara iş yaratmak için sonsuz miktarda bilgi toplama gereksinmesi içindedir. Fotoğraf makineleri, gerçekliği ileri sanayi toplumunun işleyişi açısından temel önem taşıyan iki yolla tanımlanır: (kitleler için) bir gösterim ve (yöneticiler için) bir gözetim nesnesi olarak. İmgelerin üretilmesi, aynı zamanda bir yönetim ideolojisi de sağlar. Toplumsal değişimin yerini imgelerin değişimi almıştır.” (Susan Sontag)
Kitle kültürü, kendine ilişkin gerçeği sürekli olarak görme ihtiyacını duyan çağdaş insana, seçkinlerin modern sanat ve edebiyatında var olan öz ve biçimle ilgili güçlüklerle boğuşmak zorunda kalmadan kendi öz sorunlarını tatmin etme aracını ihsan etmiştir. İnsana, hiçbir zahmete katlanmadan elde edebileceği bilgi sunulur. Kendi hayalinin esiri olmaktır bu.
Türkiye Cumhuriyeti iç ve dışta tanıtım amacıyla fotoğrafçılığa önem verir, hatta bu amaçla görevlendirilen Othmar Pferschy (1898–1984) uzun yıllar çalışarak fotoğrafçılığın gelişiminde etkili olur. Suretin günah olduğu düşüncesiyle fotoğraftan kaçınan halk, yasal işlemlerin zorunluluğu ile fotoğraf çektirmeye başlar ve fotoğraf stüdyoları Anadolu’da yaygınlaşır. Örneğin, Padişah Abdülhamid tahta çıkışının 25. yılı nedeniyle affedeceği mahkûmları seçmek üzere bütün mahkûmların fotoğraflarını içeren albümler hazırlatmış ve nihai kararını mahkûmların resimlerine bakarak karar vermiştir. Burada fotoğraf makinesinin ‘’objektifi’’ padişahın ‘’adil’’ karar verebilmesinde doğrudan etkili olmuştur. Güneş ışığı, doğru açı ve biraz gülümsemeyle en azılı mahkûmun serbest kalmasına veya tam tersi durumlara yol açmış, başka bir deyişle padişahın kararını vermesi ve ‘’adaletin’’ sağlanmasında çekilen fotoğrafın kalitesi ve fotoğrafçının profesyonelliği belirleyici olmuştur.
Yalnızca Abdülhamid tarafından değil tüm dünyada fotoğraf makinesinin ‘’gözü’’ her şeyi gören ve ilahi adaleti sağlayan gözle özdeşleştirilmiştir. İskandinav mitolojisinde hayat, zaman ve kaderin sembolü olan Yggdrasil ağacının Lerad denilen –barış veren anlamına gelir- en üst dalında bir kartal oturur. Kartalın gözleri ortasında Vedfolnir denilen şahin oturur, onun delici bakışları evrende meydana gelen her şeyi kaydeder. Mısır’da Ra’nın (Horus) gözü, görmeden gören ulu Vişnu, bin gözlü Indra, Fransız Devrimi’nin ardından sokakları süsleyen J.J. Rousseau’nun bir güneş gibi ışıklarını saçtığı afişlerde veya hemen her yerde karşımıza çıkan tamamlanmamış piramidin üzerindeki Masonik ‘’her şeyi gören göz’’, vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçamayacağını, insanın iç âlemindeki her niyetini ve yaşamdaki her davranışını gözden kaçırmayan yargıcın keskin bakışını sembolize eder.
Örneğin, Tanya Singer ve ekibi gönüllülerin yer aldığı bir deneyde, deneklere oyun oynayan bir grup insanın yer aldığı görüntü gösterirler. Burada bazı oyuncular hile yaparken diğerleri oyunu kuralına göre oynuyorlardı. Ancak böyle bir ayrıma gidildiğinden ne oyuncuların ne de gönüllü deneklerin haberi vardı. Bir süre sonra gönüllüler, oyuncuların bir kısmına hafif ama canlarını yakan bir elektrik şoku verildiğini izlerler. Hile yapmayan oyunculara elektrik verilirken gönüllülerde empati duygusunun belirdiğini ancak hile yapanlara şok uygulanırken beyinlerinin ödül merkezleri canlandığı görüldü. Başka bir deyişle insanlar, iyilerin başına kötü şeyler geldiğinde –hile yapmayan oyuncular- empati duyarken, kötülerin başına kötü işler geldiğinde –hile yapan oyuncular- bundan belli bir ölçüde, ‘’ilahi adaletin’’ yerine getirildiği düşüncesiyle zevk duyarlar.
‘’Fotoğrafları böylesine trajik ve olağanüstü kılan şey, onlara bakarken bunların generalleri hoşnut etmek, sivil halkın moralini yükseltmek, kahraman askerleri yüceltmek ya da dünya basınını sarsmak için çekilmediklerine inanmasıdır insanın.’’ (John Berger)
Sürrealist geleneğin temsilcilerinden Arbus, “Şimdiye kadar fotoğrafını çektiğim hiçbir konu ya da malzemeyi, üzerinde kafa yorunca bana bir mana ifade etsin diye seçmedim.” demiştir. Thomas da rastlantıları benimsemekte, davetsiz ve dağınık ögeleri aramaktadır. Sokakların fotoğraflarını çekerken kılık kıyafetleri ve rahat tavırlarından zengin olduklarını tahmin edebileceğimiz iki sevgilinin neşeyle parkta dolaştığını gören Thomas gizlice çiftin fotoğraflarını çekmeye başlar. Kadın genç ve cüretkâr, erkek yaşlı ve çekingendir. Fotoğraflarının çekildiğinden habersiz el ele dolaşmakta, gülüşmekte, öpüşmektedirler. Kadın, Thomas’ı görünce, izinsiz çekim yapamayacağını söyleyerek resimleri ister ancak kendisini ciddiye almayan Thomas’ın ukala tavırlarının kadını çıldırtması üzerine makineyi alabilmek için hamle yapar ama başarılı olamaz ve kızgınlıkla oradan uzaklaşır. Bu karışıklık sırasında erkeğin hiç gözükmemesi gariptir ancak evli olabileceğini ve skandal çıkmaması için gözden kaybolduğunu düşünürüz.
‘’Fotoğrafçı -ve fotoğraf tüketicisi- Baudelaire’in modern şiirdeki gözde figürlerinden birisi olan eskilerinin izini takip eder: O, büyük şehrin bir kenara fırlatıp attığı, kaybettiği, ayakları altında ezdiği şeyleri kataloglayıp koleksiyonunu yapar, endüstri tanrıçasının dişleri arasında çiğnenirken faydalı ya da tatlı nesnelere dönüşecek olan süprüntüleri toplar. Kasvetli fabrika binaları ve ilan panolarıyla karmakarışık bir görünüme bürünmüş olan meydanlar –fotoğraf makinesinin gözü sayesinde- kiliseler ve köylük manzaralar kadar güzel görünürler. Modern beğeni ölçüsüne vurulduğundaysa, onlardan daha güzel sayılırlar. Bu noktada, öncü beğeninin tapınağı olarak ikinci el mağazaları kat edenlerin ve bitpazarlarına uğramayı estetik bir hac ziyareti katına çıkaranların sürrealistler olduğunu hatırlamak gerekir. Sürrealist eskicinin keskin zekâsı, başka insanların çirkin buldukları ya da ilgiye değer saymadıkları şeyleri (ıvır zıvır süsleri, çocuksu ya da pop nesneleri, şehrin çerçöpünü) güzel görmeye odaklanmıştı.’’ (Susan Sontag)
Şehrin her türlü yüzünü gösterecek bir fotoğraf albümü (kitap) hazırlayan Thomas kitabının taslağı hakkında görüştüğü yayıncısına şöyle der: ‘’Müthiş bir şey var. Parkta. Bu sabah çektim. Daha banyo etmedim. Çok sakin. Çok sessiz. Kitap şiddet dolu olacak. Sonuna da huzur dolu bir şey koyalım.’’ Ayrıca Londra’dan uzaklaşmak istediğini, manken resimleri çekmekten bıktığını söyler ve ‘’Keşke çok param olsa, o zaman özgür olurdum.’’ der. Arkadaşı ise tam bu sırada kitap taslağından yoksul, evsiz barksız olduğu her halinden belli bir adamın fotoğrafını göstererek, ‘’Onun gibi mi olmak istiyorsun?’’ diye sorar. Özgür olmak için çok para olması gerektiğini düşünen Thomas’ın film boyunca lüks arabasıyla dolaşması içinde bulunduğu kısırdöngüden çıkmasını sağlayacak bilince sahip olmadığını gösterir. Thomas ‘’özgürlüğünü’’ satın almak için bir aldatmacanın yani modern toplum yaşantısının içine düşmüş olur çünkü aşağıladığı, alay ettiği ve insan yerine koymadığı manken kızların fotoğraflarını çekmeye mahkûm olmuştur. Fabrikaya ve işçilerin yaşamına ilişkin fotoğraf çekebilmek için onların arasına karışacak ve onların kıyafetlerini giyecek kadar ‘’fedakârlık’’ yaptığı kitabının satışından para kazanmayı düşünüyor olmalıdır. Oysa, ‘’Kitap para kazanma yolu değil, bir ifade biçimidir.’’ (Zerkalo, 1973)
Filmde yer alan simgelerden biri de Thomas’ın aldığı pervanedir. Tamamen gereksiz olan pervane nasıl uçakla bağlantısını yitirmiş ve işlevsiz hale gelmişse burjuvanın imgeleri ya da idrak etme mutluluğunu değil, yöntemleri ve başkalarının emeğini sömürmeyi, sermayeyi hedefleyen, her şeyi kuşatan iktisat aygıtının yardımcısı olan akıl da insandan koparılmış ve işlevselliğini yitirmiştir. Aydınlanmanın insan aklının kullanılmasına duyduğu ilgi ile özel sigorta biliminin insan ölümlerine olan ilgisi aynı şeydir diye bir metin okumuştum. Böylece her türlü aydınlanma aslında daha en başından engellenmektedir diyebiliriz. Örneğin, arabayla giderken karşılaştığı eylemcilerden birinin arabasının üzerine bir pankart sıkıştırmasına karşı çıkmayan hatta yardımcı olan Thomas pankartın arabadan düşmesine de aynı kayıtsızlıkla davranır ki bu ‘’aydınlanma ideolojisine’’ kayıtsızlığını gösterir.
‘’Üretim sistemine gerektiği gibi hizmet edebilmesi için insan bedenini çoktan kendine uygun hale getirmiş olan toplumsal, ekonomik ve bilimsel aygıt ne kadar karmaşık ve hassas hale gelirse, bedenin muktedir olduğu yaşantılar da o oranda fakirleşir. Kitlelerin bugünkü gerileyişi duyulmamış olanı kendi kulaklarıyla işitme, dokunulmamış olana kendi elleriyle dokunma becerisinden yoksun olmalarıdır. İnsanlar bütünsel olanın yani tüm ilişkileri ve devinimleri elinde tutan toplumun dolayımıyla, toplumun gelişim yasasının yani benlik ilkesinin karşı çıktığı varlıklar haline getirilirler: tecrit aracılığıyla uygulanan zorlanılma yönetilen kolektiflik içinde birbiriyle aynı, salt türsel varlıklar. Birbirleriyle konuşamayan kürekçilerin her biri; fabrika, sinema ya da kolektif içindeki modern işçininkiyle aynı ritimde kurulmuştur.’’ (Aydınlanmanın Diyalektiği)
İdeal bir karakter olmayan Thomas parkta fotoğrafını çektiği kadını görür gibi olur ve peşi sıra girdiği pasajda kendini bir rock konserinin ortasına bulur. Müziğin hareketli melodisine karşın insanlar tepkisiz, nerdeyse uykulu gözlerle konseri izlemektedir. Ses sisteminde meydana gelen arızaya sinirlenen gitarist gitarını parçaladıktan sonra izleyicilerin arasına atar. Az önceki ruhsuz, hissiz kalabalık birden hareket geçerek kırık parçaya sahip olmak için birbirlerine saldırmaya başlarlar. Bu parça da Thomas’ın satın aldığı pervana gibi asıl işlevini yitirmiştir. Gitarın parçası konserle hiçbir ilgisi olmayan Thomas’ın elinde kalır ve çılgınca üzerine gelen insanlardan koşarak uzaklaşır ancak bir müddet sonra kimsenin kendisini izlemediğini görünce tüm çekiciliğini yitirmeye başlayan elindeki gitar sapını yere atar. Bu sırada yoldan geçmekte olan bir adam merakla yerden alır ve işe yaramaz olduğunu görünce aldığı yere fırlatır. Konser anında uğruna onca insanın arbede çıkardığı gitar sapının dışarıdaki insanlara çöpten başka bir şey ifade etmemesi insanların ‘’popüler kültür’’ bağımlılığı eleştirisidir.
Thomas, cinayeti anlatmak istediği arkadaşını ararken Verushka’nın da olduğu bir uyuşturucu partisine rastlar. “Hani bugün Paris’e gidecektin?”diye sorusuna kadının, ‘’Paris’teyim.’’ yanıtı Paris kaynaklı gerçeküstücü akıma bir selam olarak değerlendirilebilir. Bazı yazarlar usu bastırıp tüm alanı hayal gücüne bırakmak, bilinçdışının derinliklerindeki şeyi yüzeye çıkarabilmek için haşhaş veya çeşitli uyuşturucu madde kullanmayı denemişlerdir. Breton ‘’salt ruhsal özdevim’’ adını verdiği yönetimini şöyle anlatır: ‘’Usun hiçbir denetime, hiçbir töresel ya da estetik tasaya bağlı olmaksızın, düşüncenin kendini olduğu gibi ortaya koyması için, düşüncenizin kendi üstüne kapanmasına en elverişli bir yerde oturun. Bütün bilgilerinizden ve yeteneklerinizden sıyrılın. Önceden bir konu düşünmeksizin, duraksamayarak ve yazdıklarınızı okuyup düzeltmeden, yapabildiğiniz kadar hızlı yazın. Sözcükleri, hiçbir düşünsel düzen katmadan, gelişigüzel art arda sıralayın. Elde edeceğiniz yapıt, gerçeküstücü bir yapıt olacaktır.’’ Kendiliğinden çizimin amacı rasgele hareketler, tesadüfler ve hatalar kullanılarak bilinçaltınıortaya çıkarmaktır. Thomas’ın yanına gittiği ressam arkadaşı yaptığı resmi anlamlandıramadığını şöyle ifade etmektedir: ‘’İlk yaptığımda bir şey ifade etmiyorlar, yalnızca karmaşa, sonradan bir şeyler görüyorum, şunun gibi… Şuradaki bacak gibi… O zaman toparlanıyor ve bir şeye dönüşüyor.’’
Parktaki kadının fotoğrafları alabilmek için onunla yatmaya bile razı olması şaşırtıcıdır. Seyirci kadının bir yasak aşk yaşadığı ve ilişkisinin ortaya çıkmaması için başka bir erkekle birlikte olmasını tuhaf karşılar. Thomas bu teklifi reddeder ancak resimlerde kendisinin göremediği hangi ‘’gerçekliğin’’ bulunabileceğini merak ettiğinden farklı negatifler vererek kadını gönderir ve kadın gittikten sonra fotoğrafları incelemeye başlar. Resimlere bakarken bir şeyler gördüğü hissine kapılır, sanki çalılıkların arasında kadın ve adamı gözleyen, elinde silah bulunan bir adam vardır. Ağaç dalları arasındaki ışığın yansıması, doğru açı ve piksellerin durumlarından yorum yapmaya çalışır. Beyazlar arasından beyaz seçmeye ve anlamlandırma kaygısına düşer.
‘’Her bakma ediminde bir anlam beklentisi vardır. Bu beklenti açıklama yapılması isteğinden ayırt edilmelidir. Hayatta anlam anlık değildir, anlam bağlantı kurulan şeyde keşfedilir, gelişim olmaksızın var olamaz. Bir hikâye yoksa anlam da yoktur. Bir olaya anlam verdiğinizde bu anlam yalnızca bilinene değil bilinmeyene de bir yanıttır. Anlam ve gizem birbirinden ayrılamaz, her ikisi de zamanın geçişi olmaksızın var olamaz. Kesinlik anlık olabilir, kuşkuysa sürem gerektirir, anlam bu ikisinden doğar. Bir fotoğrafı anlamlı bulduğumuzda, ona bir geçmiş ve gelecek atfediyoruz demektir.’’ (John Berger)
İlk anda kadının hayatını kurtardığını düşünürken sonra adamın öldürüldüğünü düşünmeye başlar. Seyirci nasıl kendine gösterildiği kadarıyla kadın ve adam hakkında fikir ileri sürebiliyorsa Thomas da fotoğrafın bir karesine bakarak aynı çabaya girişir. Thomas’ın aklına ilk gelen bir cinayettir. Kadının ve eli silahlı işbirlikçisinin zengin bir adamı baştan çıkarma numarasıyla tenha bir yere götürerek öldürmüş olabileceğini düşünür. Ancak böyle olmuş olsa bile gündüz vakti olması anlamsız gözükür. Belki öyledir, belki değildir. Kendi kurgusunu gözden geçirdikçe iyice çıkmaza girer, nerdeyse hayatının her anında olduğu gibi. Polise gidemeyişi bundandır.
Görüntü, gerçek bir şeye benzediği müddetçe, hakiki; benzerlikten öte bir şeyi temsil etmediği müddetçe, uydurmadır. Olay yerine gittiğinde yerde bir adam yattığını görür. Tuhaf bir ses duyarak korkuyla etrafına bakar. Nedenlerin bilgisinden yoksun olan insanlarda bulunan sürekli korkunun bir benzerini yaşar. Bir gün sonra yeniden parka gittiğinde hiçbir şey bulamaz. Elinde kalan tek şey soyut resimlerdekine benzer, cesedi belli belirsiz gösteren bir fotoğraf karesidir, tıpkı ressam arkadaşının resimlerindeki veya parktaki kadını caddede gördüğünü sandığı gibi.
Filmin sonunda Thomas, parka geri döndüğünde pantomimci gruptan ikisinin hayali bir topla tenis oynadığını görür. İlk anda bir ‘’…mış gibi yaptıklarından’’ emin bir halde bir oyun izlerken algısı değişmeye başlar. Diğer pantomimciler oyunu pür dikkat izlemekte, tezahüratlar yapmaktadır. Seyirci de raketin topa vururken çıkardığı sesleri duymaya başlar ki Thomas’ın da duyduğunu varsayabiliriz. Top sahadan çıkar, Thomas’ın önüne düşer. Herkes durur ve Thomas’ın topu atmasını bekler. Thomas düşünür, olmayan topa bakar, bekler, kendine doğrultulan bakışları görür, olmayan topu yerden alır ve onlara fırlatır. Bir süre sonra kendisi de yemyeşil parkın ortasında birdenbire gözden kaybolur. Belki de hiç var olmamıştır; sanki kadını caddede gördüğünü sandığı veya parkta çektiği resimlerde eli silahlı bir katil gördüğü gibi… Günümüzdeki sıradan insanın karşılaştığı her türlü olay ile arasına fotoğraf makinesinin objektifini soktuğu gibi aydınlanma da her türlü eylemle insan arasına aklı sokmuştur. Bu, aydınlanma ideolojisinin ilerleme adı altında gerçekliğe son vererek, gerçek olmayanı gerçekten daha gerçekmiş gibi göstermesine yapılan vurgudur.
Thomas bir yemek siparişi vermekten acizdir. Fiziki mekân değişiklikleri karakterlerin hapsoldukları ilişkilerin gerçekteki katılığını gizler. Bu dünyada salt zengin veya güzel olmak her şeye sahip olmak için yeterlidir. Hatırlarsak, Thomas para ile manken kızlar ise güzellikleriyle özgürlüklerini satın alabilecekleri yanılsaması içindedirler. İtalyan yönetmenin eleştirileri oklarını filmini İngiltere’de yani aydınlanmanın başladığı yerde çekerek daha en başından atmaya başladığını söyleyebiliriz. Film, içinde yaşanılan dünyanın gerçekliği üzerine bir sorgulama, bir “aydınlanma” eleştirisidir. Teknolojinin ilerlemesi hem özneyi, hem de aklı ortadan kaldırmış, bireyleri “şey”leştirmiştir. Teknolojinin olanakları “Aydınlanma Ütopyası”nın aksine insanlara mutluluğu getirmemiş aksine insan teknolojiyi kullanarak yarattıklarının esiri olmuştur. Peki, kimliğini kaybetmiş, nesne, “şey”leşmiş insan için gerçek nedir? Ya da yaşadığı dünya ne kadar gerçektir? Blowup bunlara bir yanıttır. Uzun bir alıntıyla devam edersek:
“İlkokul ders kitaplarında ‘’Eski insanlar dünyanın bir öküzün boynuzları üzespan style=”font-family: ‘Verdana’,'sans-serif’;”rinde durduğuna inanırlardı’’ dediklerini hep hatırlarım. O çocuk aklımızla uzak atalarımızı küçümsememize neden olan bu ‘’ilkelliğin’’ aslında bahar ekinoksunda güneşin Boğa Burcu hizasına denk geldiği bir dönemi vurgulayan farklı bir ‘’çağ işaretçisi’’ olduğunu çok sonra öğrenecektim. Yine o masum ilkokul günlerimizde ‘’dünyanın bir tepsi gibi düz’’ olduğuna inanan cahil eskiçağ insanlarından söz edilirdi bize. Merkezinde dümdüz bir dünyanın olduğu, güneş, ay ve diğer gök cisimlerinin onun çevresinde döndüğü bir evren anlayışını yıkmak için ‘’aydınlanma çağı’’ bilginlerinin nasıl uğraş verdiği anlatılırdı. Yine dünyanın yuvarlaklığını ortaya koyan en basit göstergenin, kıyıda oturup, uzaktan gelen bir gemiyi gözlemek olduğu söylenirdi. İlkin dumanlar, ardından direkler ve baca, son olarak da geminin gözükmesi, dünyanın yuvarlak olduğunu anlamak için yeterliydi.
Bu güçlü önyargılar ilkokul çağıyla sınırlı kalmayıp günümüz insanının yaşamı boyunca beynine çakılmaktadır. Tarihe ve ‘’uygarlık’’ kavramına bakışımızın ilke ve ölçütlerini belirleyen Batılı düşünce sistemi, günümüzde gelinen noktayı ‘’mümkün olan tek uygarlık’’ olarak görme eğilimini çok güçlü olarak yansıtmaktadır çünkü. Bu görüşe göre uygarlık yolunda ilerleyen insanlık, zorunlu birtakım aşamalardan geçerek ve bilimsel kazanımlarına yenilerini ekleyerek sanki ezelden beri var olan bir merdivenin basamaklarını tırmanmak zorundadır. Bundan üç yüz yıl öncesine dek Kutsal Kitapta anlatılanların, dünyanın tek ve en geçerli tarihini oluşturduğu düşünülüyordu Batı dünyasında. Yüz yıldan biraz fazla bir zaman öncesine kadar da, piskopos James Ussher’ın 17. yüzyılda yaptığı hesaba uygun olarak dünyanın İsa’dan önce 4004 yılında yaratıldığına inanılıyordu.
Ne ilginçtir ki, günümüzden dört bin yıl önce yaşayan antik Hint uygarlığının bilgeleri de evrenin yaşının 4 milyar 320 milyon yıl olduğunu ileri sürmüşlerdi. Beş bin yıl kadar önceyse, Mezopotamya’nın güneyindeki Sümer halkının astronomları, güneş sistemimizin ve göklerin eksiksiz bir haritasını çıkarabiliyorlardı. Peki, ne olmuş, nasıl olmuştu da aradan binlerce yıl geçtikten sonra bilgi ve birikimimizin çok daha ileri bir düzeye erişmiş olması gerekirken, on yedinci yüzyıl sonunda bile yaratılışın İ.Ö. 4004’te olduğunu kabul edebilecek denli gerilere gitmiştik?
Ne oldu da birden insan düşüncesinde dramatik bir değişim oldu ve dünyanın güneş çevresinde döndüğünü söyleyen Galilei, 500 yıl önce engizisyon işkenceleriyle karşı karşıya geldi. 5000 yıl önceki atalarımızın bile farkında olduğu, evrenle ilgili yalın ve temel bilgiler yok edilerek dünya nasıl iki bin yıl karanlıkta bırakıldı. Bunun sorumlusu Hıristiyan Roma’dır. Roma’nın Hıristiyanlığı kabul edip devlet dini haline getirmesiyle başlayan ‘’antik bilginin kaybı’’ süreci, dünyayı karanlığa düşürmüştür.”(Burak Eldem – 2024 Marduk’la Randevu)
Bilgiyi saklamanın sınıfsal üstünlüğe yol açtığının bilinmesinden itibaren neredeyse bütün gizli cemaatler, felsefi ve dini, ortaçağda ise genellikle dini ve siyasi esaslar üzerine kurulmuş, günümüzde ise özellikle Batı ülkelerinde genellikle siyasi kardeşlik örgütlerine dönüşmüşlerdir. Masonluk başta olmak üzere birkaç okulun kadim dini ve felsefi ilkeleri yaşatmaya devam ettiğini yazan ve kendisi de bir mason olan Manly P. Hall ‘’Tüm Çağların Gizli Öğretileri’’ isimli hacimli başucu kitabında şöyle demektedir:
“Zodyak kuşağının on iki burcunun ilk altısının iyicil olduğuna inanılırdı çünkü güneş bu burçlardayken Kuzey Yarımküre’de bulunmaktaydı. İkinci altı burç kötücül kabul edilirdi çünkü güneş Güney Yarımküre’yi dolaşırken Kuzeyde kış yaşanıyordu. Kış gündönümünün gerçekleştiği varsayılan Oğlak Takımyıldızına Ölüm Evi denirdi. Çünkü kışın Kuzey Yarımküre’de bütün hayat en düşük noktasına iner.
Güçlü bir akla sahip bireyler, akıl yürütme melekelerinin kullanılmasını gerektiren bir sorunla karşılaştıklarında dengelerini korur ve soruyla ilgili olguları toplayarak bir çözüme varmaya çalışırlar. Ham bir zihne sahip olanlar ise benzer bir güçlük karşısında ezilirler. Birinci tür insanlar kendi kaderlerinin bulmacasını çözme ehliyetine sahip olabilirken, bu ikinci tür insanlar bir koyun sürüsü gibi güdülmeli ve basit bir dille öğretilmelidir. Fakat ne yazık ki kemale ermiş zihinler az bulunurlar; işte bu yüzden paganların felsefi-dini öğretileri, biri felsefi diğeri hayatın derin gizemlerini idrak etmeden uzak bu iki insan grubunun akli ihtiyaçlarını karşılamak için ikiye ayrılmıştı. Gelişmiş zekalara ezoterik yani ruhani öğretiler açıklanırken yeterli ehliyete sahip olmayanlara sadece lafzi, zahiri ekzoterik yorumlarını öğretmişlerdir.”
Kendilerine kadim bilgeliğin temsilcisi diyen bu güruhun yalnızca güç olarak kullanabilecekleri bilgiyi sahiplendiklerini, nasıl olsa ‘’insan bile sayılmayan’’ ‘’Afrikalıların, Asyalıların, Latin Amerika uygarlıklarının, Müslümanların, Yerlilerin’’ kısaca Batılılar haricindeki herkesin umursanmadığı aşikârdır. Hemen her yerde, filmlerde, kitaplarda, dergilerde, beyaz olmayan insanların ‘’beyaz’’ insana veya ‘’beyaz insanın icadı makineye’’ tanrı muamelesinde bulunduğunu görmeyen yoktur. Beyaz adamın ‘’bildiği’’ ancak diğerinin ‘’bilmediği’’ basit şeylerin tanrısal bilgi olarak görülmesinin komikliği gösterilir. Benzeri pek çok örnek Indiana Jones serilerinde gözümüze sokulmuştur. Tipik bir aydınlanmacı olan ve gerçek hayatta pısırık ancak sahada mükemmel bir şekle bürünen profesörümüz kendi hizmetindeki yerlilerin totemler, mağaralar, sihirli bölgelerle karşılaştıklarında korkup kaçmalarına burun kıvırarak gülüp geçmektedir. Böylece aydınlanmayı başaramayan bu insanların yok edilmesine, sömürülmesine kimse itiraz etmez. Herhangi bir Afrika ülkesindeki açlık ve susuzluk haberi duyulduğunda ilk tepki insancıl değil, sorgulayıcı olmaktadır. Niçin suları yok, yıllardır ne yapmışlar, bir sürü yardım ediliyor hala niçin aynı durumdalar sözleri hemen her yerden işitilir. Dünya üzerindeki yoksulluk ve açlık sorununun çözülmesi için gereken para, silaha yatırılan paranın belki de yüzde biri kadar olduğunu herkes bilir ancak hiçbir şey yapılmaz.
“Zira burada, bu defa, sülükler örneği dillerini kullanır gibi görününce, kendilerini tanrı yerine koyan ve Latince bir nutukta, sözü bilmece haline sokan, birkaç Yunanca sözcüğü yersiz bir şekilde karıştırmayı harikulade bir şey sayan günümüzün retorik bilimi hocalarını taklit etmek istiyorum. Bunlar yabancı bir dil bilmezlerse eskimiş bir kitaptan birkaç kelime çıkarır ve okurların gözünü kamaştırırlar. Bunları anlayanlar, kendi engin bilgilerinden lezzet duymak fırsatını bulurlar. Böylece gururları okşanır; anlamayanlara anlaşılmaz görünmeleri oranında da hayranlık konusu olurlar. Uzaktan gelen şeylere hayran olmak dostlarım için bir zevktir. Eğer bu sonuncular arasında, bilgin geçinmek isteyecek kadar boş olanlar bulunursa, küçük bir memnuniyet gülümsemesi, bir onaylama işareti ve eşeklerinki gibi bir kulak hareketi, cehaletlerini başkalarının gözünden gizlemek için yeterli olacaktır.” (Deliliğe Övgü - Erasmus)
Oysa bu ‘’yeraltı dünyası’’ kavramı Kadim Doğu bilgeliğinde nasıl kullanılıyordu, görelim. Mısırlılara göre Orion takımyıldızı ve Sirius yıldızı, yaz başlarında ‘’yeraltında’’dır çünkü güneşe yakın oldukları bu dönemde geceleri gökyüzünde belirmezler. Yine çoğu toplumların düşüncesinde, güneşin akşamları kaybolarak ‘’yeraltına’’ gittiği düşüncesine rastlanır. Oysa sözcüğün gerçek anlamı yeraltı dünyası değil aşağı dünyadır yani ufkun altındaki dünya. Ancak insancıl bilginin ne olduğundan habersiz Batı dünyası ele geçirdiği tüm bilgiyi kendi tahakkümüne almış, alamadıklarını ise yakmış, yıkmıştır. İskenderiye Kütüphanesi (Plotemy Kütüphanesi) ilk kez M.Ö. 48’de Julius Sezar tarafından ateşe verilmiştir. İkinci kez yeni baştan İskenderiye Kütüphanesi (Kızkardeş Kütüphane) İmparator Teodosius’un emri ile MS. 389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir.
“Büyük Beyaz Kardeşlik bir bilim ve bilgelik ocağıydı. Birçok ünlü kişi bu örgüt tarafından yetiştirildi: Musa, Homeros, Kral Süleyman, Pitagoras, Solon, Platon, Plotinus, Kral Dagobert, İmparator Charlemagne, Dante, Leonardo da Vinci, Bacon, Shakespeare, Spinoza, St. Germain, Cagliostro, Böhme, Einstein ve sayısız ünlü kişi bu örgütün üyesiydiler. Rozikrusyenizm’in türevi diğer akım ve örgütler arasındaysa Gnostikler, Terapeutler, Esenseler, Druidler, Tapınakçılar, Masonluk ve daha birçokları bulunuyordu. İsa’yı bebekken ziyaret eden üç Büyücü Kral da Büyük Beyaz Kardeşlik üyesiydiler. Hatta İsa’nın kendisi de bir Essene olduğu için Rozikrusyen sayılırdı.” (Lewis H. Spencer)
Yukarıdaki tanım ve listenin nasıl oluşturulduğunu ve buna nasıl bir özgüvenin sebep olduğunu çok merak ediyorum. Ki benzer tanımlar yalnızca gizli örgütler için değil aydınlanmanın önderleri tarafından da, ‘’Felsefe tarihçileri klasik anlamda iki aydınlanmadan söz ederler. Bunlardan biri eski Yunan’da gerçekleşen antik aydınlanma, ikincisi 18. yüzyıl aydınlanmasıdır.‘’ diyerek yapılmıştır. Mısır tapınaklarının inanılmaz zenginliklere sahip olması ve rahiplerin yoksulları sömürmesi tepkilere yol açmış, Helenleşmiş kozmopolit üst sınıfların sürdürdüğü Mısır dinine karşı, Filistin’den gelen Hıristiyanlık yoksulları yanına almayı başarmıştı. Yahudiliğin ise ilk anından itibaren iki katmanlı bir yapıya sahip olduğu bilinmektedir. Örneğin Esensiler, sıradan insanlara hatta Kudüs’teki rahiplere bile verilmeyen bazı bilgilerin sahibi olduklarını iddia ediyorlardı. Daha sonra Hıristiyan Kilisesi de aynı yoldan giderek bilgiyi saklama yoluna gitmede en aşırı örneği sergilemekten çekinmemiştir. Düşünüyorum da, dinlerin ‘’gelmelerinde’’ bilginin saklanması ne kadar etkilidir acaba? İslam’ın ‘’bilgiyi saklayacak’’ ruhban sınıfı barındırmaması bu evrimin bir sonucu mudur?
Dünyanın sefaletine ve insanlığın felaketlerine aldırış etmeyen, elde ettiği bilgiyi insanlığı sömürmek için kullanan, dünya üzerinde faydalı ne varsa kendine mal etmeye çalışan, astronomi terimlerinin nerdeyse tamamı Arapça olmasına karşın bu bilimin kurucusu ‘’geleneğin’’ dünyanın yuvarlak olduğunu bile anlamadığı iddia eden ve Kant’ın ‘’aklını kullanabilme cesareti göster’’ haykırışıyla bütün ilgisini kesmiş bulunan aydınlanma ideolojisinin savunulacak bir yanı olmadığını söyleyerek son veriyorum.
Fotoğraf
Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Oktay, Orhan bir de Şinasi…
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar…
(…)
Lakin ben hiç böyle mahzun olmadım:
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.
(Melih Cevdet Anday)
Kaynakça
O Ana Adanmış – John Berger
Dünya Sanat Tarihi – Adnan Turani
Sanatın Öyküsü – E.H. Gombrich
Buy.ology – Martin Lindstrom
Fotoğraf Üzerine – Susan Sontag
Fotoğraf (Çerçevedeki Gizem) – Mary Price
Felsefe Ansiklopedisi - Orhan Hançerlioğlu
…İzmler (Sanatı Anlamak) – Stephen Little
Tüm Çağların Gizli Öğretileri – Manly P. Hall
Sanat ve Edebiyat – Sigmund Freud
Gündelik Hayatımızın Tarihi – Kudret Emiroğlu
Modern Sanat Üzerine – Paul Klee
Poetika – Aristoteles
Aydınlanmanın Diyalektiği – Theodor W. Adorno – Max Horkheimer
2012 Marduk’la Randevu – Burak Eldem
Fraternis – Burak Eldem
Psikanalitik Edebiyat Kuramı – Oğuz Cebeci
İlkel Mitoloji – Joseph Campbell
Deliliğe Övgü – Erasmus
Leviathan – Thomas Hobbes
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarımızın öteki incelemeleri için tıklayınız.
Pauline Marie Rosenau - Post-modernizm ve Toplum Bilimleri
4 Eylül 2024 Yazan: Editör
Kategori: İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
“Toplum biliminin başında post-modernizm hayaleti var bugün: Post-modern yaklaşımlar, bazılarının akla yatkın bazılarının abes olduğu söylenebilecek birçok açıdan, anadamar toplum biliminin temelinnde yatan varsayımları ve son otuz yıldaki araştırmalarının ürünlerini sorguluyorlar. Post-modernizmin meydan okumadığı şey yok gibi. Epistemolojik varsayımları reddediyor, metodolojik uzlaşımları çürütüyor, bilgi iddialarına direniyor, hakikatin her türlü versiyonunu bulanıklaştırıyor ve politika önerilerini bir kenara atıyor.” Rosenau’nun eldeki çalışması, toplum bilimlerindeki “post-modern kaynaklı anarşiyi anlamlandırmamıza” yardımcı olabilir.” (Arka Kapak)
Post-modernizm ve Toplum Bilimleri adlı yapıtın önsözünde yazar, amacını, post-modernizmin temel temalarını iletebilmek ve insanların kafa karıştırıcı olarak bulduğu çoğu konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak olarak açıklar.
Kitapta çeşitli bölümlemeler şeklinde, post-modernizmin toplum bilimleri üzerindeki etkileri incelenmektedir. Post-modernizme karşı yapılan karşıt düşüncelerin örneklenmesine gidilmiş, yazarın yorumlamaları ve özgünlüğü de çalışmada kendini var etmiştir.
Kitabın bölümlerine geçmeden önce, post-modernizmin temel kavramları sözlük şeklinde verilerek, okuyucunun yapıtta yer alan kavramsal belirlemeleri anlaması sağlanmıştır.
Bunalım, süreklilik ve çeşitlilik olarak belirlenen birinci bölümde yazar, toplum bilimlerinin temel yapısını ve yakın tarihte yapılan araştırmaları inceler. Modernist düşüncenin temel sistematiğine giriş yapıldıktan sonra, post-modernizmin düşünsel öncüllerinden, Nietzsche, Heidegger’den yola çıkılarak, günümüze kadar oluşan süreç özetlenir.
Olumlayıcı ve Şüpheci pos-modernizm alt başlığında, ayrılan özellikler ve uzlaşım noktaları açımlanır.
Yazarın terk edilmesi, metnin dönüştürülmesi ve okurun yeniden yönlendirilmesi adlı bölümde, yazar, metin ve okur arasında var olduğu kabul edilen ilişkinin post-modern bakış açısı ile nasıl görüldüğü incelenmektedir. Post-modern metnin açık ve nesnel bir içeriğinin olmadığı söylenerek, okurlara metnin anlamını tanımlama ve yaratma konusunda olağanüstü bir güç verildiği söylenmektedir. Çok çeşitli alanlarda (gazetecilik, uluslar arası ilişkiler, hukuk, siyaset bilimi) örnekler verilerek, her metnin post-modern bağlamada incelenebilir olduğu saptanmaya çalışılmıştır. Son olarak, post-modern metin ve okurun toplum bilimleri için yarattığı sonuçlar belirtilir.
Geleneksel toplum bilimcilerin metni, yazarın amacını keşfemek için okudukları söylenerek, metni yeniden yazmayı düşünen bir okuma gerçekleştirmedikleri vurgulanır. Ve toplum bilimcilerin genellikle, dil oyunlarını sınırlayan okurun ulaşabileceği olası farklı yorumlamaları baştan kısıtlayan bir metin ürettikleri söylenir. Post-modern okuma tarzının ise, toplumsal analize yeni bir odak oluşturduğu belirtilerek örnekler sunulur.
Metne ilişkin oluşan post-modern görüşlerin, toplum analizi, yaş, cinsiyet gibi değişkenlerden ve buna bağlı olarak tarihsel materyalizm ile Marksist iktisattan uzaklaşmış oldukları söylenmektedir.
Bu bölümde, genel olarak, metin, okur gibi modern kavramların, post-modernlerce yapılan yeni tanımlamaların, toplum bilimlerine doğrudan uygulanabilir oldukları açımlanmıştır.
Öznenin tahribi başlıklı üçüncü bölümde, insan bilimleri alanındaki post-modernistlerin öznenin ölümünden bahsetmelerine değinilerek, bunun sonucunda öznesiz bir post-modern toplum bilimlerinin fena halde kısıtlanmış olduğu vurgulanır. Şüpheci post-modernistlerin, bütünlüklü ve tutarlı bir özneye direndikleri söylenerek, öznenin özgür bir iradeye sahip olmasını sağlayan varsayımları ve öznenin varoluşunu belirleyen felsefi hümanizmi kabul etmedikleri gösterilir.
Toplum bilimlerinin, öznenin ölümünden çok, post-modern bireyin doğuşu ile ilgilendikleri gösterilerek, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, siyaset bilimi ve kadın çalışmalarından örnekler verilir.
Sonuç olarak, öznenin post-modernizmin içerisinde birçok tartışma yarattığı gösterilir. Öznenin ölümü düşüncesinin toplum bilimlerinde, insan bilimleri kadar kabul görmemiş olduğu vurgulanır. Post-modernistlerin modern özneyi reddettikleri ancak öznesiz bir toplum biliminin hayatta kalıp kalmayacağının tartışmalı bir konu olarak kaldığı söylenir.
Dördüncü bölüm, Tarihin Burnunun Sürtülmesi, Zamanın Dönüştürülmesi ve Coğrafyanın (Mekanın) Tahrif Edilmesi başlığını taşır.
Klasik tarihe, çizgisel zamana ve öngörülebilir coğrafya ya da mekana karşı post-modern savların özetlendiği belirtilir. Post-modern bir yaklaşımda, tarihin çok düşük bir statüye sahip olduğu belirtilmektedir. Post-modernistlerin geçmişi bilme konusuna mesafeli yaklaştıkları ortaya konur. Şüpheci bir bakış açısıyla tarihi dün ile yarın arasındaki ‘an’ a yerleştirdikleri gösterilir. Zaman çizgisel bir şekilde değil, çok katmanlı ve hizası bozuk bir yapı olarak ele alınır. Post-modern hiper uzam yaratabilen ve yok edebilen şey olarak açımlanır. Post-modern planlamacılıktan, uluslar arası ilişkilerden, siyasetten, kent politikasından ve coğrafyadan örnekler verilmektedir. Bu bakış açısın da olan post-modernistlerin, toplum bilime bir meydan okumada bulundukları söylenir. Ele aldıkları savların tarihin sonu düşüncesi ile paralellik taşıdıkları üzerinde durulur.
Olumlayıcı post-modernistlerin, zaman, mekan ve tarihin daha baskıcı olarak gördükleri şeyleri dönüştürmek gerektiğine katıldıkları vurgulanır.
Özellikle Foucault’un tarihi post-yapısalcı açıdan ele almasına değinilir. Daha sonra, Jameson ve Derrida’nın düşüncelerine yer verilir. Toplum bilimci olan Giddens’ın post-modernistlerin ortaya koyduğu zaman ve mekan kullanımını yorumlaması ele alınır.
Sonuç olarak, post-modern tarihin zaman ve coğrafya görüşlerinin iç içe geçmiş olduğu belirtilir. Post-modernistlerin aydınlanma düşüncesinden kopmalarının çizgisel zamanının yeniden tanımlanmasıyla olan ilişkisi ortaya çıkar.
Teorinin Teorisi ve Hakikat Terörizmi adlı beşinci bölümde, teori ve hakikat kavramları üzerinde durulur. Post-modern tanımlamalar da teorinin artık masum olmadığı söylenir. Buna bağlı olarak gerçeğin, tarafsızlık ve nesnellik anlamında naif olmaktan çıktığı dile getirilir. Bu bölümde, kadın çalışmaları, sosyoloji, kamu yönetimi, siyaset bilimi ve psikoloji alanlarında, hakikat ve teori hakkındaki post-modern görüşlerin toplum bilimleri için yarattığı sonuçların incelendiği belirtilir.
Şüpheci post-modernistlerin hakikatı reddetmeleri üzerinde durularak Derrida’nın hakikat yoktur, söylemi açımlanır. Daha sonra gerçeklik konusuna radikal bir şekilde yaklaşan, Baudrillard ve Lyotard’ın düşüncelerine yer verilir.
Olumlayıcı düşüncedeki post-modernistlerin ise, hakikatı yeniden tanımladıkları söylenir.
Post-modernistlerin, “büyük” anlatıları, modernliği meşrulaştırmaya çalışan, hakikat, teori ve hegemonya laflarını benimseyen “üst” anlatıları ve bilimsel ve nesnel olma iddiasındaki anlatıları reddettiği üzerinde durulur.
Sonuç olarak, post-modernizmin hakikat ve teoriyi sorgulaması, modern toplum bilimine yönelttiği meydan okumanın boyutlarından sadece birini oluşturduğu söylenir.
Temsilin Reddi başlıklı altıncı bölümde, post-modern temsil anlayışı incelenmektedir. Post-modernistlerin modern temsili reddettikleri belirtilir. Şüpheci post-modernistlerin, temsilin, metodolojik ve tözsel olarak bir sahtekârlık olduğunu düşündükleri örneklenir. Lyotard’ın, en önemli şeyler asla temsil edilemeyeceği düşüncesi açımlanır. Olumlayıcıların da modern temsili kabul etmedikler, ancak epistemolojik temsil imkanını alıkoydukları çünkü onsuz bir şey yapılamayacağını saptamaları gösterilir. Bu bölümde, antropoloji, siyaset bilimi ve sosyolojide, temsilin bunalımına verilen yanıtların gözden geçirildiği söylenmektedir.
Öncelikle, Nietzsche’nin demokratik temsile karşı çıkma noktaları ele alınarak, daha sonra, Heidegger, Wittgenstein, Barthes, Foucault’un post-modern düşünce bağlamında temsilin reddedilmesi çözümlenir.
Temsil ve kamusal alanın çöküşü konusunda, Habermas’ın formüle ettiği biçim incelenir. Burada, bütün yurttaşların kamusal alana katılmaları ve temsil edilmelerinin şart olmadığı söylenir. Şart olanın kamuyu ilgilendiren konularda, ilgilenen herkesin genel bir konuşmaya katılabilmesi, bir konu hakkında mümkün olduğunca çok görüşün halkın önüne çıkarılabilmesi ve akıl yürütme kurallarının bilinçli olarak uygulanması olduğu belirtilir.
Habermas’a göre, yasama kurumları, propagandaların sunulması için platform yaratan tiyatrolara dönüşmüştür.
Bazı olumlayıcı post-modernistlere yakın olan Neo-Marksistlerin, öznelerarası iletişimin hala mümkün olduğu özerk kamusal alanlar yaratılması çağrısında bulundukları söylenir.
Yedinci bölümde, Epistemoloji ve Metodoloji: Post-modern Alternatifler başlığı altında, bu kavramlara ilişkin post-modern görüşler ele alınmakta ve post-modern yapıbozum ve sezgisel yorum yöntemleri betimlenmektedir. Bu bölümde hem şüphecilerin hem de olumlayıcıların, modern toplum biliminin, nesnellik, nedensellik, materyalist bir gerçeklik ve evrensel araştırma kurallarından yana olan versiyonlarına meydan okudukları belirtilir.
Bu bölümde, yapıbozumcu yöntemin temel ilke ve stratejileri ele alınarak, post-modernistlerin buna karşı getirdikleri eleştirilerine (Lyotard) yer verilir.
Sonuç olarak, modern toplum bilimin sunduğu analizin sınırlı kapsamda olduğu, getirdiği kanıtlar ve araştırma sonuçlarını değerlendirmek için getirdiği ölçütlerin çok dar olduğu söylenir. Basitleştirilmeyi gerektirir.
Buna karşın post-modernistlerin, başkalarını, kendi görüşlerinin en iyi, en doğru, görüş olduğu konusuna pek değinmedikleri ortaya serilir. Post-modernist toplum biliminin sorunu, istediğiniz her şeyi söyleyebilmeniz ve bunu yapma özgürlüğünün herkesinde yapabilmesidir.
Post-modern Siyasi Yönelimler ve Toplum Bilimi başlığı içerisinde, şüpheci ve olumlayıcı post-modernistlerin siyasi yönelimleri ve toplum bilimlerinin beklentileri açısından oluşan sonuçları tartışılır.
Şüphecilerin genel olarak toplumun değiştirilmesi konusunda kötümser oldukları vurgulanır. Siyasete katılmamanın post-modern çağda en devrimci tutum olarak niteleyen bazı isimler de örnek olarak sunulur.
Olumlayıcı post-modernistlerin ise, siyasi açıdan daha iyimser oldukları söylenir. Yeni oluşumları ve toplumsal hareketleri destekledikleri belirtilir. Ancak bazılarının sınırlı bir alanda olan ekoloji ve barış konularını destekledikleri ifade edilir.
Yapılan belirlemelerden sonra sonuç olarak, post-modernizmin her türlü siyasi yönelime uyabilecek kadar soyut ve bulanık bir şey olduğunun ortaya çıktığı saptamasında bulunulur.
Genel bir değerlendirmenin öğeleri başlığı altında önceki bölümlerde ele alınan konulara değinilerek okuyucuya yönelik bir değerlendirme yapılır.
Olumlayıcı post-modernistlerin düşünsel tutarlılık ve bağıntılılık arasında zor bir seçim yapmak durumunda oldukları belirtiliyor. Buna bağlı olarak, toplum bilimlerine yönelik post-modern yaklaşımın geleceği değerlendirilmektedir.
Post-modernizm ve toplum bilimleri adlı bu yapıt, post-modernizm alanında ortaya atılan düşüncelerin, sosyoloji, psikoloji, kamusal yaşam, siyaset, uluslararası ilişkiler, hukuk gibi alanlar ile olan ilişkisinin ayrıntılarını göstermesi bakımından önemli bir kaynak çalışma olarak nitelendirilmektedir.
Post-modernizm ve Toplum Bilimleri / Pauline Marie Rosenau / Çev: Tuncay Birkan / Bilim Sanat Yayınları / 2024 / 311 sayfa
SDÜ Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi
Kitaplarda Özgürlük
Seçenek mi Seçebilmek mi? Özgürlük Nedir? (1)
“Öz” olduğumuz gibi olmamızı sağlayan temel unsurdur. Özgürlük kelimesi bu bağlamda ele alınınca, “özün gürleşmesi durumun”u akla getirir. Batı dillerinde özgürlüğün karşılığı olarak iki farklı sözcük vardır. (ingilizcede) “liberty” ile “freedom”. Birbirlerinden farklı olmaları sizi şarşırtmasın, ikisinin de anlamı birebir aynıdır. “Freedom” sözcüğünün kökeni Avrupalı paganlara dayanır, “Liberty” latince kökenlidir. Şimdiye değin kullanımda, politik ve ekonomik özgürlükten kastedilirken “liberty” kelimesi daha çok kullanılmış, bireyin günlük yaşamdaki özgürlüğü anlatılırken “freedom” kelimesi tercih edilmiş. Ancak bundaki sebep aralarındaki anlam farkı değil, sadece kökenleri itibari ile yazarların kelimelere karşı tutunduğu tavırdır. Her iki kelime de bir yere bağlılığı veya yükümlülüğü olmayan kişiler veya şeyler için kullanılagelmiş, özellikle köle ve özgür insan arasındaki ayrımla doğmuş kelimelerdir. Bir anlamda özgürlük, kölelik kelimesinin karşı ucunda bulunan sözcüktür.
“Öz’ün gürleşmesi durumu” tanımı üzerinden gidersek, batı düşünüş tarihinde hasıl olan temel soruya varırız. Bu varış, kavramın kendisinde var olan uluslar arası bir önemi ve algılayışlardaki benzerliği de gösterir. Bu temel soru, bireyin potansiyelini ortaya çıkarırken, daha güçlü olmasının neye bağlı olduğunun araştırmasıdır. Yani potansiyellerin, olabildiğince fazla “ortaya çıkma seçeneğinin” olması mı önemlidir, yoksa özün kendisi için en iyi olan çıkışı bulması ve o yöne yönelebilme iradesinin olması mı? Bir benzetme ile şöyle göz önüne getirebiliriz durumu. Kapalı bir su deposu düşünelim. Mühim olan (suyun çıkışı için) bu su deposunda olabildiğince fazla musluk mu olmasıdır?; veyahut tek bir musluğun konumlandırılacağı en uygun yeri bulabilme ve onu kullanma iradesi midir? Birinci şekilde (çok fazla çıkış yeri olması) su her nereden çıkmak isterse istesin, ordan çıkma özgürlüğünü elde eder, diğer yandan ikincisinde “gür” akacağı en optimum noktayı seçmek ve oradan “çağlamak” özgürlüğünü bulur.
Isaiah Berlin bu soruyu cevaplamaya uğraşırken özgürlük kavramını anlamlı bir ayrımla ikiye böler. Aslında yaptığı, özgürlük algılayışını iki farklı scala üzerine oturtup en uç noktaları tanımlamak olmuştur. “Two Concepts of Liberty” adlı makalesinde, özgürlüğün bir negatif bir de pozitif boyutlarının olduğunu belirtir. Bu pozitiflik veya negatiflik olumluluk veya olumsuzluk manalarında değil, sadece farklı algılama boyutlarında olduğunu belirtmekle ilintilidir.
Negatif özgürlük, tüm seçeneklerin ulaşılabilir ve seçilebilir olduğu durumdur. Negatif özgürlüğü anlatmaya çalışırken kendisi uzun bir koridor örneğini verir. Bu koridorda sonsuzca kapı uzanmaktadır. Berlin’e göre bireyin ne kadar özgür olduğu, kaçını kullanıp kullanmadığından bağımsız olarak, kilitli olmayan kapılarla ilintilidir. Ne kadar çok açık kapı varsa, o kadar özgürüzdür. Yani seçip seçmememizden gayrı olarak, ne kadar çok seçeneğimiz varsa o kadar özgürüzdür.(2)
Pozitif özgürlük ise, seçeneklerin çokluğundan ziyade, seçimin efendisi olabilmekle ilgilidir. Seçimin kendisinde, potansiyelini tam anlamı ile gerçekleştirme ve bağlı bulunan zincirlerden bu yol ile kurtulabilmektir. Bu özgürlük algılayışı eski yunanın “bedeni” bir hapishane gibi gören anlayışıyla başlamış; Kant, Hegel, Marx ve sonrasında Frankfurt okulu ile sürekli geliştirilmiştir ve negatif özgürlüğe kıyasla anlaşılması daha zor ve uğraştırıcıdır. Negatif özgürlük ise, (belkide ilk defa) John Locke’un 1689’da yayınladığı “A Letter Concerning Toleration” adlı açık mektubunda ciddi olarak masaya yatırılmıştır. Sonrasında John Stuart Mill “On Liberty” ile bu görüşü iyice detaylandırır. Kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” görüşüyle, aynı zamanlarda kök salar ve onla beraber büyür. Bizim için bu nedenle anlaşılması ve algılanması, pozitif özgürlüğe kıyasla daha kolaydır, zira halihazırda bu kavramın kurumsallaştığı bir dünyada doğduk. Pozitif özgürlük ise tassavuftaki, “hakikati bulmak ve asıl özgürlüğe kavuşmak”, budizmdeki “nirvanaya ulaşmak” ya da Platonun bahsettiği “idealara vakıf olmak” gibi zorlu bir uğraşı, öğreti gerektirir.
Modern düşünüş tarihinde, bu ayrımın tam anlamıyla oturduğu iki özgün yaklaşımdan bahsedilebilinir. Alman yaklaşımı ve İngiliz yaklaşımı. Bunlara ek olarak kimi araştırmacılar çok tutarlı olmasa da bir Fransız yaklaşımından bahsederler.(3) Ancak Nigel Warburton gibi yazarlar Fransız düşünürleri, kendilerine ait fikri farklılıkları gözden kaçırmayarak, pozitif eksenine oturtmayı seçerler. Bunun en açık sebebi Fransızların Descartes ve Rousseau’dan sonra, Sartre ve Foucault’ya değin felsefi açılımlara yön verememiş olmaları, ve bu nedenle kendilerine ait bütünlüklü ve ilerleyen bir fikri alan oluşturamamış olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki (aynı zamanda yerin kısıtlı oluşu sebebiyle) bu yazıda özgürlük kavramı Alman ve İngiliz ekolleri üzerinden anlatılacak, belli başlı argümanlar tartışılacak ve belki de kişisel yaşamda uygulanabilir bir özgürlük anlayışı geliştirilecektir.
Pozitif Özgürlük; Plato, Kant, Marx, Marcuse ve Adorno
Alfred North Whitehead, “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir.”(4) der. Bir anlamda ya onun dediklerine karşı çıkarız ya da felsefesini geliştiririz. Kendisinin mağara metaforunu bilmeyen hemen yok gibidir. Ona göre biz insanlar bir mağaranın içinde duvara karşı oturmuş vaziyetteyizdir ve arkamamızda bir ışık vardır. Mağaranın dışında ise ideaların doğadaki formları gelip geçer ve biz ancak ve ancak onların, arkamızdaki ışık sayesinde önümüze vuran gölgelerini görebiliriz. Gerçek anlamda özgür olmak erdemle gerçekleştiğine göre ve erdemli olmak da hakikati bilmekle var olduğuna göre, özgür olabilmemizin tek yolu hakikata ulaşmaktır. Hakikat ise dil ile açıklanabilecek, günlük yaşamdaki formlara uygulanabilcek bir şey değildir, zira günlük yaşayış formlarımız ve kurguladığımız dil hakikatin kopyasının kopyasının kopyası üzerine kurulmuştur. Biz o mağaradan çıksak ve ideaların gerçek hallerini görebilsek bile, mağaraya dönüp onları anlatamayız. Bu da insan bilgisinin günlük yaşamda değersiz olduğunu gösterir ki bu bizi “daha iyi bir yaşamı” amaçlıyorsak, derin bir kısırdöngüye bırakır.
Kant, “What is Enlightenment?” adlı kısa makalesinde esas olarak, mağaranın dışına çıkıp görebilme seçeneğimiz olup olmadığından çok bir insanın aydınlanabilmesi ve özgür olmasını, o mağaradan çıkma kararı ve kararın başkasının rehberliği olmadan verebilmesi ekseninde açıklar. Kant’a göre bireyler olgun değildir ve bu olgun olmama durumu onları sürekli olarak başkalarının rehberliğine muhtaç eder. Aydınlanma bireyin bu olgun olmama durumundan, kendi iradesiyle çıkıp kendi düşüncesini kullanma cesaretini sergilemesidir. Bu cesaret ile özgürleşme olanağı sağlar. Marx ise emek kavramında, bireyin kendi potansiyellerini satışa çıkarması ile beraber özgürlükten vazgeçmiş olduğunu ve insan olmaktan çıktığını söyler.(5) Onun emek kavramı yunanlıların “askesis” kavramına dayanır. Yunanlılara göre “askesis” “psuche”yi geliştirir dönüştürür. “Psuche” ise insandaki potansiyellerdir. Yani “askesis” insanın kendi içindeki potansiyelleri kinetiğe (yani harekete) dönüştürme ve bu potansiyellerin kapasitelerini olabildiğince açığa çıkarma olayıdır. Bu insanın kendisi ile uğraştığı bir pratikler bütünü değil, pratiklerin diğer insanları, doğayı ve sonrasında evreni değiştirip dönüştürme dinamiğidir. Emeği bu kapsamda tanımlarsak, emek insanın kendi içerisindeki potansiyelleri ortaya çıkarması ve bu yolla olabildiğince kendini geliştirmesi, dönüştürmesi ve mükemelleştirmesidir. Mükemelleşme haline arete derdi eski yunanlılar. Kimileri bunu erdem (virtue), kimileri ise excellence (mükemmel olma durumu) diye çevirir. İşte bu hal özgürleşme halidir.
Kapitalizm ile beraber gelişen “her istediğini yapabilme” ve John Stuart Mill ile “zarar prensibine”(6) oturtulan özgürlük kavramı Marx’tan çok Frankfurt okulunun saldırısına uğrar. Herbert Marcuse “One-Dimensional Man” adlı kitabında insanların oldukça fazla seçeneklerinin olduğunu, ancak gerçekten neye ihtiyaçları olup olmadığını bilmediklerini vurgular. Ayrıca çok fazla seçeneğin olmasının sahici özgürlüğü kısıtladığını belirtir. Zira bir markete gidip on tane farklı marka arasından seçim yapmaya harcanan vakit, bireyi aslolan ihtiyacından uzaklaştırır ve onu reklamlara bağımlı, “istediğini yapar zanederken” başkalarının yönlendirilmeleriyle hareket eden birine dönüştürür.
Pozitif özgürlük kavramını daha iyi anlayabilmek için, bir Adorno anektodu anlatmak yerinde olur. Adorno’ya, gençlerin kendisinin özgürlük söylevleri üzerine sokağa döküldüğünü söyleyip, bohemleri gösterirler. Adorno ise “benim dediklerimin tersini anlamışlar” diye kısa bir cevap verir. Aslında Adorno ve diğerlerinin üzerinde durdukları şey, bireyin anlamlı seçeneği bulmak yerine, toplumsal hareketlerin, kitlesel yaklaşımların ve “kapitalizm çarklarının” esiri olmalarıdır. “Önemli olan istediğini yapabilmektir” anlayışı, her istediğini yapabilmek değil, anlamlı seçeneği bulma uğraşıdır ve bulunursa uygulamaktır.
Negatif Özgürlük; John Locke, John Stuart Mill, Isaiah Berlin
Isaiah Berlin “Two Concepts of Liberty” adlı makalesinde özgürlük kavramını ikiye ayırdıktan sonra, pozitif özgürlüğün ana paradoxunu çözümler. Ona göre kişi, anlamlı seçeneğin var olduğunu kabul edip onu en hakiki özgürlük olarak tanımladığında, kendi dışındakilerin bu bilgiyi hasıl olmadıklarını düşünür. Bir müddet sonra da onları özgürlüğe kavuşturmak adına, kendine onlar adına karar verme hakkı verir. Nasıl ki Platon yöneticilerin filozoflar olmasını gerektiğini söylüyorsa (çünkü hakikati bilen onlardır), hakikati bulduğunu sanan herkes bu duruma düşer. Berlin’e göre Sovyet Rusya statükosu, Alman faşizmi bu olgulara örnektir. Herhangi bir seçeneğin doğruluğu kabul edildiğinde ve bu doğruluk yayıldığında toplum her bireyinin “asılda” ne istediğini görmezden gelerek, “onun için en uygun olanı” zorlamaya başlar.
Berlin’in bu söylemi olgulara dayanır ve gerçekten de tarihte hep böyle olmuştur. Ancak olgulara dayanan ve aklen ispat edilemeyen bu gerekçe herhangi bir şeyi reddetmeye yetmez. Çünkü Berlin’in söyledikleri tarihte gerçekleşmiş olabilir, ancak her zaman böyle gerçekleşeceği iddiası yanıltıcıdır. Belki de böyle yapmayan insanlar veya toplumlar olmuştur ve biz bilmiyoruzdur, ya da gelecekte olacaktır. Totaliter rejimin kaynağı olarak gördüğü “pozitif özgürlük” her koşulda ve durumda totaliter rejimi sağlamaz. (en azından sağladığına dair herhangi bir akli ispatımız yoktur.) Yani “pozitif özgürlük her zaman totaliter rejim doğurur”, argümanı yanlıştır.
John Locke “A Letter Concerning Toleration(1689)” adıyla kilise yetkililerine ve topluma açık bir mektup yazar ve üç temel argüman ile din alanında tanınması gereken özgürlüğü tartışır. Birinci argümanı, incilden örnekler vererek, diğer dinlere karşı yapılan zulümlerin, hristiyanlıkta olmadığıdır. Çünkü hristiyanlıkta, zor ile değil sevgi ile anlatılan dinin işlerliği vardır. Eğer ki bu takipçiler zulmettiklerini değil, bataklığa düşmüş ruhları kurtuluşa erdirdiklerini düşünüyorlarsa, bu seferde samimiyetten uzaklaşırlar ve çelişkiye düşerler. Çünkü eğer amaçları bataklığa düşenleri kurtarmaksa, tüm enerjilerini hıristiyanlıkta tanımlanmış yedi büyük günaha düşenleri kurtarmaya vermeliydiler. Bu ikinci argüman (tutarsızlık), yeterince anlamlı olsa da, Locke çok daha güçlü üçüncü bir argüman ortaya atar(7): “Irrationality” yani akılsızlık argümanı. Ona göre inanç, içsel bir olgudur ve ancak içsel değişimlere bağlıdır. İnanmak istemek ile inanmak arasındaki fark burda yatar. Kişi işkence gördüğünde, işkence yapanların dinine inanmak isteyebilir, hatta bunu çok ister, fakat kendini istediği kadar zorlasın, inancını iradesiyle değiştiremez. Bu argümanlardan özellikle üçüncü olanı, kişilerin seçimlerine uygulanacak baskı konusunda genelleşetirilebilinir. Pozitif özgürlüğün savunduğu “rasyonel seçeneği seçebilmeye” karşı olan bu argüman, rasyonel olanın zorlanmasının da özgürlüğü kısıtladığını savunur.
Mill bu çerçevede, özgürlüğü “utility” (mutluluk/refah/“elde edilen”) kavramıyla ilişkilendirir ve insanların neyi seçip seçmediklerinin onların kararı olduğunu belirtir. Ona göre birey hangi seçenekle mutlu olacağını düşünüyorsa onu seçer ve bu seçimi kimse engellememelidir. Böylesi bir tanımdan sonra, herkesin her istediğini yapabilmesinin temel bir hak olduğunu, bu hakkın toplum (veya devlet) tarafından engellenmesinin ancak ve ancak istenilen şeyin bir başkasına zarar vermesinin engellemek amacıyla meşrulaşacağını belirtir.(8) Şu nokta önemlidir ki Mill devletin her zarar verene müdahele etmesi gibi bir görevinin olduğunu söylemez, onun söylediği devletin müdahelesinin tek meşru noktasının böyle bir durum olduğudur. Diyelim ki evinizde yatıyorsunuz ve biri gelip garajınızın önüne arabasını park etti. O gün o evden çıkmayı hiç düşünmüyor olabilirsiniz. Garaj kapısını kullanmanız gerekmeyebilir. Bu kullanımdan bağımsız olarak garajınızın önüne arabasını park eden adam özgürlüğünüzü kısıtlıyordur. Bu kısıtlamaya devletin (veya özgürlüğü kısıtlanan olarak sizin) müdahelesi elbette ki şart değildir, ancak müdaheleniz meşrudur.
Mill’in temel argümanı sorunlarla doludur, çünkü “zarar prensibi” çoğu zaman işe yaramaz. Birçok insan artık her edimin dolaylı olarak kendisini de etkilediğini bilir/inanır. Örneğin kapalı mekanda sigara içilmesinin yasaklanması, zarar prensibiyle açıklanabilinir. Kapalı mekandaki diğer insanlar da sigara dumanından etkileniyorlardır. Ancak sigara kullanımı sağlık masraflarını arttırır ve bu da ülkenin refahını düşürür. Refah düşüşü sigara içmeyeni de içeni de aynı derecede etkiler. Bu durumda sigaranın tümden yasaklanması gerekir. Aynı argüman hemen tüm edimler için yapılabilir. Mesela şöyle absürd örnekler verilebilinir: “çok koşma!” (oksijen tüketimin artar ve dünyadaki kişi başına düşen oksijen miktarı azalır); “pasta yeme!” (gün içerisinde sana yetecek kadar kaloriden fazla tüketmen aslında, başkalarının aç kalmasını sağlar) vs… Bu örnekler Berlin’in pozitif özgürlüğün kötüye kullanıldığına dair söylemlerinin negatif özgürlüğü de uygulanabilir olduğunu gösterir. Burda aksırdığımızda aslında Çin’de bir şeyler değiştirdiğimizi varsayan “kelebek teorisini” kullanıp, her hareketimizin olası bir “zarar verme” nedeni olarak takip edilmesinin gerekliliğini savunmak da mümkündür. Elbette bu noktada “zarar” derken Mill’in tam olarak ne kastettiği de önemlidir. Çünkü ona göre şiddet içeren oyunlar dahi serbest bırakılmalıdır, mühim olan oyuna katılanların (katılımcı veya izleyici) bu oyunun nasıl olası zararlar getirebileceğini bilmesidir. Böyle bir bilgi mevcut ise, isteyen gider oynar veya izler (reşit olmayan çocukların tüm özgürlüklerden muaf tutulması gerektiğini ayrıca belirtir).
İfade özgürlüğünü savunan argümanlar vardır “On Liberty” kitabında. İlkin hiçkimsenin “yanılmaz” olmadığını söyler Mill. Karşı çıkılan ve engellenmesi istenen fikir doğru olabilir, bu nedenle baskı görmemelidir. Diyelim ki fikir yanlıştır. Bu olasılıkta dahi fikir engellenmemelidir, çünkü yanlış fikirlerdir doğru fikri doğru kılan. Diğer yandan eleştirilmesine izin verilmeyen (yüzde yüz doğru olsa dahi) fikirler, (yanlış da olsa) başka fikirlere karşı kendini savunma ihtiyacı görmezse, “doğru” olan doğru olmaktan çıkıp “tartışılmaz” bir ölü dogmaya döner. Bu da dördüncü temel sıkıntıyı yaratır. Ölü bir dogma sadece bir inanıştır. Farklı deneyimlerde uygulanabilecek şekillerde derinleştirilemez ve geliştirilemez.
Yeni Bir Özgürlük Anlayışı
Bir yandan Amerikan tarzı tüm kapıların açık olduğu, ancak onca kapı arasında gerek hegemonya, gerek iktidar söylemleri gerek fırsat eşitsizliğinden ötürü, “özgürce” seçim yapamama özgürlüğü, diğer yandan en rasyonel seçimde kendini gerçekleştirme ve iradeyi eline alma, ancak seçenek çeşitliliğinden yoksun derviş özgürlüğü… Peki hangisi? Seçeneklerimizin fazla olması aslında birilerinin fazla para kazanma isteğinden doğuyor. Hem ekonominin birinci kuralı gereği (zaman ve mekan başta olmak üzere dünyadaki kaynakların kısıtlı olmasından dolayı), tüm seçenekleri edimlemek gibi bir şansımız yok. Kendimiz için en iyiyi seçememiz ise “yanılmaz” olmadığımıza, ve hegemonyaya kurban olduğumuza göre imkansız gibi bir şey. Bu ciddi bir sorun yaratıyor, çünkü yaşamın en güzel ve belki de en gerekli duygusudur “özgür hissetmek”. Peki hangisi?
Bu soruya cevap verirken unutmamamız gereken şey şu ki pozitif özgürlük anlayışı her zaman için seçeneklerin çok fazla kişiye ulaşabilir olduğu rafah dönemlerinde (negatif özgürlüğün zaten asgari düzeyde var olduğu dönemlerde) popüler olmuştur. Mesela eski yunan aristokratlarında, Yükselme dönemindeki Osmanlı entellektüel çevresinde, Habsburg hanedanının güçlü kolları arasında ve ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ile Amerika orta kesiminde bu algılayış üzerine çok temel düşünürler çıkmıştır. Halbuki negatif özgürlüğün olmadığı dönem ve yerlerde pozitif özgürlüğün esamesi bile görülmez. Mesela eski yunanda kadınları ve köleleri, Avrupa’daki mülksüzleri, modern dünyanın az gelişmiş ülkelerinin biz garip insanları bu özgürlükten muafızdır. Kimi zaman da ekmek yerine “nirvana umudu” ile doyuruluruz. Peki “bizler için” hangisi?
Ferrariye sahip olamamışken “ferrarisini satan bilge” triplerinde dolaşmanın absürdlüğü aşikar. Bizim için en iyisi olabilecek seçeneklerin kapıları kilitliyken ve birçok alanda sınırlanmışken, kendi potansiyellerimizi ortaya çıkarmaya çalışmak “züğürdün tesellisi” olması kadar, imkansız da… Bu nedenle kanımca “hangisi?” diye sorarken bireyin ilkin kendi konumunu algılaması ve buna göre karar vermesi gerekir. Pozitif ve negatif özgürlükler boyutlarında nerede durduğumuzun bilincine varabilirsek, buna göre her iki boyuttan birinde veya ikisinde ilerlememiz gerekir. Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu civcivden çıkar sorusundan çok tavuk muyuz civciv mi sorusu daha anlamlı. Civcivsek olabildiğince sınırlarımızı ve fikri ufuklarımızı geliştirmeye çabalamalı, tavuksak yaşantımızın getirdiği deneyim ve bilgelikte, elbette “yeni”yi unutmadan ve yeniyi arama çabasını tümden kaybetmeden, yoğunlaşmalıyız. Sonuçta özgürlük, dünyanın göreceli olduğunun farkındalığında yatar. Platon için mağaranın dışına çıkmak kendisine özgürlük sağlıyor (veya sağlayamıyor) olabilir, ancak “benim” için özgürlük fikirlerimi ne kadar rahat ifade edebildiğimde yatıyordur. Doğudaki kız için özgürlük akşam üzeri kapısın önünü temizledikten sonra merdivenlerde oturup çekirdek çitletmektir, üniversiteyi bitirmiş sizin için sevdiğiniz işe girebilmektir.
Hasılı özgürlük denilen şey nerde durup nereye baktığınıza göre değişir. Önemli olan özgür hissetmenizdir.
Yazan: Emin Saydut
eminsaydut@sanatlog.com
Dipnotlar:
(1) Resim http://kerembeyit.deviantart.com/art/Liberty-81958146 adresinden alınmıştır.
(2) Berlin, 1969, p. Xlviii
(3) Cohen, Paul M. Freedom’s Moment. University of Chicago Press, USA. 1997
(4) Platon. Sokrates’in savunması. Çev. Gören, Erman. Kabalcı yayınevi, İstanbul
(5) Bu konu için bkz. Preface to the Contribution to Political Economy. January, 1859
(6) Bu prensip kısaca “özgürlük başkasının özgürlük alanına girdiğimiz yerde biter” şeklinde çevrilebilir. Ancak ayrıntılar için bkz. Mill, John Stuart. On Liberty. Penguin, London: 1982
(7) Warburton, Nigel. Freedom. Routledge, London: 2024. 29
(8) Mill, John Stuart. On Liberty. Penguin, London: 1982. 67-68