Bir Kedi Gibi Yabanıl, Yalnız ve Çekici: Katherine Mansfield
Kendini İngiliz Anton Çehov’u olarak tanımlayan, çağdaşı Virginia Woolf’un ölesiye kıskandığı Katherine Mansfield’ın öykülerinin tamamı ilk kez Türkçe’de… Katıksız Mutluluk, yazarın “bitmemiş öyküler”ini de içeriyor.
Okuma pratiğinin belli bir aşamasından sonra, hele ki feminist eleştirel okumalara yoğunluk vermeye başladığımdan bu yana kimi yazarları baştacı etmemin en önemli nedeninin, kimliklerini ve yazınlarını feminizm içinden kurmaları olmakla birlikte metinlerinden aldığım “haz“ olduğunu, Katherine Mansfield’ı yeniden okuduğumda anladım. Elaine Showalter’ın da belirttiği gibi protestocu kimliğiyle, sınıfsal fark ve toplumsal cinsiyet açısından kadının geleneksel konumunu yargılayan Mansfield, yazın anlayışını da bu zemin üzerine kurarak 19. yüzyıl İngiliz edebiyatında, kendine ait bir yazın tarzı geliştiren nadir kadın yazarlardan biriydi hiç kuşkusuz. Ancak cinsiyet kriterlerini, dildeki ayrımcılık, seksist tutum hassasiyetlerini yani eleştirel bakışı öncelikli olmaktan çıkardığımda, Mansfield’dan bana kalanın, metnin kendi zevki olduğunu bir kez daha gördüm. Barthes’ın “plaisir du text”; metindeki anlam oyunlarının oynanması yoluyla alınan haz veya mutluluk (jousisance) olarak tanımladığı metnin hazzı, her yazarda aranmayacak bir değer! Birbirine benzer kahramanlarla, hayatın sıradanlığından alınmış olay ve durumları, yalın, ekonomik bir dille anlatarak, hep aynı büyük hikâyenin içinde dolaşan Katherine Mansfield’dan alınan hazzı nerede aramalı öyleyse? Kısa öykünün bir edebiyat türü olarak yerleşmesine yadsınamayacak katkılarda bulunan Katherine Mansfield, 20. yüzyıl İngiliz kısa hikâyeciliğinde bir devrim yaratır. İlkin Yeni Zelandalı kimliğini reddetse de sonradan kimlik, aidiyet ve arzu üzerine yurtsama niteliği taşıyan öyküler yazan Mansfield, insanın içsel yaşamını, duyguların şiirselliğini ve kişiliğin sınırları kesin olmayan, bulanık doğasını aktarır. Sıradan yaşamları olduğu haliyle yansıtırken yorumlamada verdiği biçim, şüphesiz onun metinlerini haz verici kılar. Kendini olay örgüsü ve sonuç bölümünden bağımsız kılan Mansfield’ın kurgusu, Damien Wilkins’in deyimiyle açık sonluluğu sayesinde –kimlik, aidiyet ve tutku konusunda rahatsız edici soruları işlemedeki yetkinliğiyle– ilgiyi üzerine çekmiştir. Yazarken, kahramanlarının kimliğine bürünür; sadece insan değil, hayvanlar, bitkiler, nesneler ve doğanın kendisidir kahramanları. Ördekleri yazdığında, yuvarlak gözlü bir ördek olur, rüzgârı anlattığında saldıran bir esinti… İç dilden dış dile aktarma ile dıştan içe geri aktarım birliktedir; nesnelerin ve dünyanın dilinden insan diline aktarım yapar. Şiirsel bir ritm ve içsel bir sezişle yazılan Ah Bu Rüzgâr, bir olay örgüsünden çok bir mânâdan alır gücünü. Hayatın küskünlüğünü simgeleyen rüzgâr, dildeki yalınlığa da belli ölçüde şiirsellik katar. Virginia Woolf gibi Katherine Mansfield da düzyazıda “şiirselliği” savunurken, düzyazının -şiirinin mevcut konumuna bakarak- yazara daha büyük olanaklar sunduğu görüşünü ileri sürer; ona göre maskeli balodur şiir. Mansfield’ın çağdaşlarının yazdığı şiirden yakınma nedeni, Valerie Shaw’ın belirttiğine göre, kişilikten arınmışlık özelliğinin, maskenin arkasındakini görmemize hiçbir zaman olanak vermeyişidir. Bir olay örgüsü ya da keskin bir son olmadan, sadece hikâyenin anlatıldığı, bilinçakışının sürüklediği öyküler yazan Mansfield’ın hikâyelerinde klasik bir kurgu yoktur. Durum hikâyeciliği olarak adlandırılan ve Çehov’la özdeşleşen bu ekolün izinden gider Mansfield ve bir Çehov tutkunu olarak kendini “İngiliz Anton Çehov’u” olarak adlandırır.
Onun öykülerine ayrıcalık katan bir başka unsur da ruhsal çatışmaları ve ikilemleri eksen almasıdır. Ki bu, onun kendi kişiliğinden kaynaklanır. İlgi çekicilik, büyüleyicilik ve savunmasızlık gibi zıt özellikleri barındıran Mansfield nereye gitse bölücü bir tavır sergilemiş, tanıyanlarda güçlü ama müphem bir etki bırakmıştır; insanı hem iter hem de çeker. Otuz beş yıl süren kısacık yaşamının, 1904’ten 1922’ye uzanan önemli bir kesitini kapsayan içsel ve dışsal çatışmalarla örülü Bir Hüzün Güncesi’nde, on sekiz yaşında yaşadığı, nefreti ve tapınmayı aynı anda barındıran bir aşk ilişkisinin hayatındaki boşluğu doldurduğunu anlatır. Ancak bir süre sonra boşluk, yazının büyülü gücüyle dolmaya başlar. 1911′de yayımlanan Alman Pansiyonu, orta sınıfın riyakârlığı kadar kendi yaşadığı hayal kırıklığını ve karamsarlığını; The Garden Party sınıfsal ve ekonomik uçurumlarla birlikte kırılmışlığı; Ölü Albayın Kızları, acıyı ve hüznü yansıtırken, tüm öykülerinde doldurulmak üzere bekleyen bir boşluk vardır Mansfield’ın. Başta kardeşi olmak üzere pek çok dostunu savaşta kaybeden yazarın öykülerinde ölüm belirgin bir temadır. Çok sevdiği kardeşinin 1915 Ekim’inde, bir el bombası taliminde ölmesi, onun edebiyatını da yeniden gözden geçirmesine neden olur. 1916′ların başında günlüğüne şöyle yazar:
“Bundan önceki hikâyelerimin konuları beni hiç ilgilendirmiyor. Şimdi… Şimdi kendi vatanım hakkında yazmak istiyorum. Dağarcığım tükenene kadar.”
Nitekim başyapıtı, kentten kıra taşınan bir ailenin hikâyesi olan Prelüd’de, Yeni Zelanda’da geçen çocukluğundan söz ederek terk ettiği vatanına duyduğu özlemi dile getirir. 1918′de basılan altmış sayfalık bu eserin dizgisini ise bizzat kendi elleriyle, ezeli rakibi Virginia Woolf yapmıştır.
Bataklık üzerine kurulu bir arkadaşlık
20 yaşında, yaşamını yazarak sürdürmeye karar vererek Londra’ya taşınan Mansfield, dönemin avant-garde aydınlarından oluşan Bloomsbury grubunun toplantılarına katılır. Gruptan T.S. Eliot’ın “Hem büyüleyici bir kişilik, hem de derisi kalın bir dalkavuk, tehlikeli bir kadın”diye bahsettiği Mansfield ile 1917’de tanışan Woolf da benzer duygulara sahiptir, kızkardeşi Vanessa’ya yazdığı mektupta rahatsızlığını şöyle ifade eder:
“Katherine Mansfield’le biraz yakınlaştık; onun nahoş fakat güçlü ve ahlâktan tamamen yoksun bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüyorum.”
Kısa süren arkadaşlıkları bir bataklık üzerine kuruludur adeta. 1917 ve 1918 yıllarında Woolf’un günlüğünde en sık tekrarlanan temalar, hava saldırıları, Yeraltı Dünyası, 1917 Kulübü ve Katherine Mansfield’dır. Edebiyata olan bağlılıkları birleştirici ancak yazar olarak aralarındaki rekabet ayırıcı ve bölücü olduğu için ikisi de birbirine son derece cazip, ama aşırı derecede rahatsız edici gelir. Dünya tarafından incitilmişliğinin acısını, tüm kadınsı içgüdülerine tam bir serbestlik tanıyarak çıkaran Katherine, Quentin Bell’e göre, sokak kadını gibi giyinip, fahişe gibi davranan bir kadındır. Hayranlık kadar bir acıma hissi de uyandırır Woolf’ta bu durum. Tüm insanların en zayıf noktasının korkmak olduğuna inanan Katherine ise Virginia’dan hem korkar hem de onunla çok eğlenir. Rakibine keyif verebildiği gibi acı verdiğini bilmek de onu mutlu kılar. Özünde yalan ve iğrenç olarak tanımladığı Gece ve Gündüz üzerine yazdığı eleştiri son derece acımasızdır. Hastalığı nedeniyle Fransız Riviyerası ve Londra arasında mekik dokuyan Mansfield, 1920 Eylül’ünde, Menton’da, en üretken dönemini yaşar. 1922’de yayımlanan The Garden Party modernizmin dönüm noktası olarak gösterilirken o, 1923 Ocak’ında ölür. Hayatının son günlerini yaşadığı klinikte arkadaşına yazdığı mektup yılgınlığının, doğaya özleminin kanıtıdır adeta:
“Yaşam tarzımı tümüyle değiştirmeyi düşünüyorum. Her türlü işi ellerimle yapmayı amaçlıyorum. Hayvanları beslemek ve elle yapılabilecek her işi yapmak.”
Katherine Mansfield Kitaplığı:
Katıksız Mutluluk (Bütün Öyküler), Çev: Oya Dalgıç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2024
Ah Bu Rüzgâr, Çev: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 2024
Şarkı Söyleme Dersi, Çev: Orhan Düz, Şule Yayınları, 1998
Bir Hüzün Güncesi (Günce 1914-1922), Çev: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 1994
Ölü Albay’ın Kızları, Çev: Memet Fuat, Adam Yayınları, 1991
Yazan: Hande Öğüt
Dişil Enerji ve Kadının “Uyanış”ı
Adrienne Rich, kadınlarda ruhani ve aktivist uyanışın en yalın şekliyle baskının ve gücün, zararın ve güzelliğin etkileşimiyle olacağından söz eder. Tarih, “sıradışı”, “örnek teşkil eden”, “alışılmadık” ve elbette “emsal” kadınlarla dopdoludur ki “sıradan kadın” aslında karanlıkta kalmış milyonlarca kadındaki olağanüstü sağ çıkma isteğinin vücuda gelmiş halidir. Bu öyle bir yaşam gücüdür ki, çocuk doğurmanın da, evliliğin de ötesine geçer. Rich’in söz ettiği ruhsal, duygusal ve düşünsel uyanış, hiç şüphesiz dişil enerjiden mülhemdir. Amerikan öykü geleneğinin ve birinci dalga feminist yazınının önde gelen temsilcisi Kate Chopin’in hikâyelerini ve bir kadın yazar olarak kendi esinini, duruşunu açımlayan “Bir Tefekkür” başlıklı yazısında bahsettiği “hassas enerji” de, hayata tutunmak kadar deliliğe giden yolda bir nebze devindirici gücü temin etme hakkını kadına veren dişil güçtür ki bu enerjinin kaynağı, kadının kendi doğasından ve doğadan aldığı tinselliktir. Charlene Spretnak’ın tanımladığı üzere tinsellik, içimizde ve çevremizdeki gizli enerji güçlerini keşfeden ve bize en derindeki karşılıklı bağımlılığı gösteren yöndür.
Yazıldığı dönem büyük yankılar uyandıran, bir kadının tinsel ve cinsel uyanışını dile getiren “Uyanış”ı da içeren Uyanış ve Seçme Öyküler’de Kate Chopin, 19. yüzyıl kadınının karşılaştığı sorunlarla birlikte kadınlık halleri ve kadın olmanın kadim güçlükleri ile çelişkilerini ortaya koyarken, kadının onu konuşan özne olarak kabul etmeyen bir düzenle savaşarak doğayla uyumlu hale gelişinin serüvenini de yansıtıyor. Öykü ve romanlarında Louisiana’nın yöresel özelliklerini canlandıran, bölge halklarının yaşayış biçimlerini, geleneklerini, lehçelerini, cinselliklerini cömertçe tema edinen Chopin’in edebiyatında önemli olan bir unsur da “Güneyli kadın”ı bilinçlendiren, yüreklendiren kavrayışı. 19. yüzyılda, ülkenin başka yörelerine kıyasla eril iktidar karşısında sıfırlanan Güneyli kadın, evlilik ile bastırılmış cinsellik, akıl ile içgüdü çatışmasını iç içe yaşar. Chopin’in, dilsiz kalpler ve yol kenarında bekleyenler diye nitelendirdiği bu kadınlar için kurtuluş genellikle intihardır. Katı toplumsal gelenekler karşısında kendi sesini duymanın bedeli son derece ağırdır.
Chopin’in eserlerine tarihi perspektifi içinde baktığımızda da yine, kolektif bir uyanış değil, bireysel direniş çabalarını görürüz. 20. yüzyıla doğru Hıristiyan mezheplerinde benimsenen liberal duruş ve doğum kontrolü hareketiyle Amerikalılar üreme odaklı evlilikten uzaklaşarak “tüketim, şükran ve zevk” egemenliği altına giren bir toplum bağlamında sevgi, dostluk ve cinsellikten zevk alma temeline oturan ideal birlikteliğe yönelirler. Çiftlerin seksten utanmak yerine zevk alması gerektiği düşüncesi, eşitlikçi evliliklerin itici güçlerindendir. Yeni filizlenen bu teori ve akımların Amerikalı evli kadınların cinsel duyarlılıklarını ve uygulamalarını nasıl etkilediğini araştıran Marilyn Yalom’a göre bu dönemde kadınların kaleminden çıkmış yazılarda da şahsi cinsel duyguları kâğıda dökme konusunda Viktorya döneminden daha fazla bir heves görülmüş değil. Geleneksel açıdan erkek egemenliğinde olagelmiş yazma biçimlerini, kadınların isteklerini dile getirecek biçimde uyarlamaları ancak kendilerine özgü bir dil geliştirmeleriyle mümkün olabilirdi ki Kate Chopin ve Radclyffe Hall bu konuda öncülük yapmış olsalar da kadınları hapseden yalnızca cinsiyete dayalı düzenlemeler değil, kadınları uyanma noktalarının ötesine taşıyabilecek, belirlenmiş senaryodan özgürleşme isteklerinde onları destekleyecek bir anlatının bulunmamasıydı. Chopin, Uyanış’ta katı evliliğin içinde sıkışıp kalmış “çocuklarını idolleştiren, kocalarına tapan ve bunu kendilerine değer katmak için ilahi bir ayrıcalık gibi gören” diğer evli kadınlardan farklı bir yazgı arzulayan tutkulu bir anne portresi çizerken pek çok evli kadının yüzyıl dönümünde hissettiği evlilik klostrofobisini ve iç karmaşasını dile getirdi ancak bu yazarların Carolyn G. Heilbrun’un da belirttiği gibi, pek çok kadının içinde yaşadığı konuları reddetme öykülerinden başka öyküleri, yalnız başına öğrendiklerini konuşabilecekleri başka kadınlarla ilişkileri yoktu. İkinci dalga feminizminin yükselişe geçmesine kadar, yayımlandığı dönemde Amerika’da edebiyat çevrelerinin eleştiri oklarını üstüne çeken öyküleriyle akılda kalan Kate Chopin’in toplumsal cinsiyetlerin şekillenişine işaret etmesi, ırk ve cinsiyet ayrımları etrafında yapılanan kadın ve erkek rollerini vurgulaması, doğalcı yazın tarzını kendine özgü olarak ele alışı elbette o dönem için hayli övgüye değer.
Kadınların Zamanı
Modernist kadın bilincindeki kırılmalarda ve uyanışlarda en büyük desteği ve gücü doğadan alır Chopin’in kahramanları. “Nehrin Ötesi” adlı öykünün siyahi kadın kahramanı La Folle, Cheri adlı küçük oğlan çocuğunu, kimsenin inanamadığı bir şeyi yaparak, nehri geçerek kurtarır. Irkçılığa dair bir öykü olan “Desiree’nin Bebeği”nde yerel bir sorunu, bir kadın üzerinden gözler önüne sererken, ötekileştirmenin evrensel boyutlarını değerlendirir Chopin. İki yaşlı kızkardeşin, genç yeğenlerinin yanlarına gelişiyle değişen hayatlarını tahkiye eden “Madam Pelagie”, Chopin’in zaman kavramını farklılaştırdığı ve önsözde yazdığı açıklayıcı notu da içselleştiren önemli metinlerden biri. Düşsel bir hayat süren iki kızkardeş, yeğenlerinin yanlarında kalabilmesi için bir gerçeklik inşa etmek zorundadırlar. Madam Pelagie, genç kızı bir kurtarıcı olarak gören, o giderse öleceğini düşünen kızkardeşi Pauline’i yaşatmak için düşlerinden kurtulmaya karar verir. Tüm çiftliğin uyuduğu bir gece vakti, o güne dek gecelerini ve gündüzlerini dolduran hayallerine elveda demeye gider. Düşleri, birer canlı yaratıkmış gibi onu beklemektedir, art arda sahneye çıkarlar. Öyküsel zamanı, dili geçmiş kipte kuran Chopin, hayalleri, şimdi ve şu anda kurgulayarak geçmişin hayaletlerinin, kadınların geleceğini ne denli ipotek altında tuttuğunu gösterirken, “Bir Çift İpek Çorap”ta zaman kavramı öyküsel bir teknik olmaktan çıkıp, kadın kahramanın duyumuna dönüşür. Bayan Sommers, marazi eski anılara kendini asla kaptırmayan, geçmişi anmak için bir dakikasını bile harcamayan, geleceği ise donuk, hiç gelmeyen bir zaman dilimi olarak yaşayan bir kadındır. Beklenmedik bir şekilde eline bir miktar para geçince, bu parayı kendi istekleri doğrultusunda harcarken kendini ne yargılar, ne de davranışındaki itici gücü kendisine açıklamak için didinir. Zorunluluklar sarmalından sıyrılıp özgürce vakit geçirir tek başına; alışveriş yapar, yemek yer, şarap içer, tiyatroya gider. “Uyanış”ın Edna’sı ise hayatında neyin eksik olduğunu fark ettiğinde onu asla tamamlayamayacağını, bir olamayacağını algılayarak intihar eder. Belki bir yoldaş, bir eş ruh, benzer bir dişil enerji bulsaydı ölüme gitmeyecekti Edna da, terk eden tüm diğer kadınlar da… Adrienne Rich’e yine kulak vermekte fayda var öyleyse:
“Nerede olursak olalım, ancak ve ancak birbirimizde var olan güce güvendiğimiz ve bu gücün ihtiyacımız olan her ân orada olacağını bildiğimiz ân, ancak o zaman terk etmeyi ve terk edilmeyi bir kenara bırakacağız.”
Uyanış ve Seçme Öyküler
Kate Chopin, Çev: Ayşe Bilge Aknam
Otonom Yayınları, 217 sayfa, 16 TL
Yazan: Hande Öğüt
Feminist Yazar ve Eleştirmen Hande Öğüt SanatLog.com’da…
Feminist Yazar ve Eleştirmen Hande Öğüt SanatLog.com’da…
Türk ve dünya edebiyatını yakından takip eden ama “okumalarını” daha çok feminist literatür üzerinden gerçekleştiren Hande Öğüt, yazı ve kitap incelemeleri ile artık bizlerle, SanatLog okuyucularıyla beraber…
Kadın edebiyatını, kadınlık duygu, düşünce ve hallerini; kısacası edebiyat eleştirisinin ince noktalarını onun kaleminden de izleyeceğiz artık…
Radikal-Kitap, Varlık, Mesele gibi yayın organlarında yazınsal metinleri yayımlanan Hande Öğüt, yazı ve incelemelerinde alabildiğine geniş bir perspektif çizerek ele aldığı metinleri feminist teori açısından sorguluyor ve sorgulatıyor.
Kendisine SanatLog.com’a hoş geldin diyoruz…