Ulysses ve James Joyce
Bazı yapıtlar vardır edebiyat âleminde, hak ettiğince yer işgal eden. Onları tek bir türe hapsedebilme cesaretini kendimizde bulamayız. Niteliksiz Adam bir roman mıdır, yoksa bir deneme mi? Ulysses, Yüzyıllık Yalnızlık ne ola ki; hangi edebi kapsama girmeli dersiniz? Bir İrlandalı, James Augustine Aloysius Joyce, bu satırlarda modern yazının 20. yüzyıldaki büyük temsilcilerinden James Joyce’un Ulysses adlı eseri üzerinden keşmekeş zengini bir labirenti keşfe çıkacağız.
Öncelikle şunu söylemeliyiz; Niteliksiz Adam, Yüzyıllık Yalnızlık ve Ulysses –ve hatta Marcel Proust’un 7 ciltlik devasa Yitirilmiş Zamanın Ardında’sı- edebi anlamda modern epik örneği sayılabilecek yapıtlardır. Epik diyebilmemizde temel kıstas, uzak bir geçmişle kurulan yapısal benzerlikler ve eş duyumlardır. Bir üst tür olarak incelediğimizde, estetik alanın ötesinde bir algı yaratmalı, çokseslilik, bilinç akışı, karmaşıklık, kolaj, ihtiraslar ve yaratıcılık da yapacağımız tanımı genişletmeli. Peki, niçin modern olduklarının cevabına gelince, bir çarpıcı ince ayrım aklımızda yer etmeli. Bu eserlerde –ve özellikle Ulysses’de- okura tuhaf gelebilecek zamansal bir hengâme söz konusu, bir süreksizlik var ki bu tüm şüpheleri ortadan kaldırıyor.
Eserin müellifinden bir parça bahsetmek gerekirse, James Joyce(1882–1940) gençlik çağından itibaren Katolikliğe ve İrlanda’ya soğuk ve ilgisizdir, kendisini yaşadığı zamandan ve diyardan mütemadiyen memnuniyetsizlik içinde görmektedir. 1914 senesinde yarı otobiyografik bir çalışma olarak görülebilecek ilk romanı, A Portrait of the Artisty as a Young Man’i(ilk defa Murat Belge’nin nitelikli çevirisiyle yerli okurla tanışan Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi adlı roman) yayımlandı. Joyce’un bu yarı otobiyografik ilk romanında başkahramanımız, sanatçı Stephen Dedalus’tur.
Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi, sanatçı Stephen Dedalus’un iç yaşamına, kederlerine, ihtiraslarına ve ruhsal çalkantılarına dair bir romandır, genç ve yeni bir yazar olan Joyce için, hiç de fena olmayan bir ilk dönem ürünüdür. Bu eser içerdiği mitolojik ve destansı göndermelerle de epey ilgi çekici olup Ulysses’e giriş niteliğindedir. Stephen Dedalus ile tekrar karşılaşacağımızı söyleyelim, Ulysses’de.
James Joyce Ulysses’i yaratırken yapıtını bir başka büyük yapıtın omurgaları üzerinden, kendine has bir üslupla tasarladı/inşa etti: Odysseia. Joyce, İzmirli Homeros’un meşhur destanı Odysseia’yı bir çerçeve, bir plan olarak düşün dünyasına aldı ve orada kendi kaosunu, dehşetini, tepkisini bina etti. Mitolojik paralellikler ve yaşam-zaman sürekliliğiyle Ulysses adeta Odysseia’nın modern biçimi ve parodisi gibidir. Odysseia’da konu neydi, Homeros neyin çabasındaydı? Odysseia’da başkahraman Odysseus, İthake şehrinin kralıdır. Truva kuşatması için şehrini terk eder ve kuşatmaya katılır. Odysseus 10 sene sonra kralı olduğu İthake’ye geri döner. Odysseia 3 bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde kral Odysseus’un oğlu Telemakhos’un yolculuğu anlatılmaktadır. Telemakhos, Truva kuşatmasına katılan ve geri dönmeyen babasını aramak üzere yollara düşer ve çeşitli olaylar başından geçer, fakat babasını bulamaz. İkinci bölümde, Odysseus’un İthake’ye dönüş macerası anlatılmaktadır. Truva kuşatmasından sonra başka şehirlerde yaşayan ve 10 yıl sonra İthake’ye dönen Odysseus, bu 10 yılda çeşitli şehirlerde bulunur, birçok kadınla gönül ilişkisi yaşar, onca serüven tadar ve artık eve, İthake’ye dönüş vaktinin geldiğine karar kılar. Üçüncü bölümde Odysseus’un intikamı ele alınmıştır. Odysseus Truva kuşatmasına gittikten sonra karısı Penelope’ye birçok erkek talip olmuştur. İthake’ye dönen fakat kendini dilenci kılığına girerek gizleyen Odysseus, oğlu Telemakhos ile gizlice buluşur ve eşi Penelope’ye talip olan hainlerden intikam almaya, onları cezalandırmaya karar verir. Penelope taliplerinin baskılarına dayanamaz ve Odysseus’un yayını gerebilen erkekle evleneceğini söyler. Taliplerinin hiçbiri yayı geremez yalnızca dilencinin biri yayı gerer ki dilenci, Odysseus’un ta kendisidir. Karısına kavuşan, hainleri cezalandıran ve şehri İtake’ye yeniden kral olan Odysseus şanını asırlarca devam ettirir.
Odysseia versus Ulysses.. Hepsi iyi güzel de, James Joyce yazdığı modern Odysseia’ya niye Ulysses adını verdi? Odysseia’nın kahramanı Odysseus malumunuz, Grek uygarlığının bir unsuru ve ismi de Grekçe(eski yunanca) bir kelimeden geliyor. Yine malumunuz Avrupalı aydının Latinceye sadakati aşikârdır. Bunlar dayanamayıp İncil’i de Grekçe orijinalinden Latinceye çevirip öyle okumadılar mı? Efendim, Odysseus’un Latincedeki karşılığıdır Ulysses.
Joyce’un Ulysses’inin Homeros’un Odysseia’sı ile ilişkisine tekrar dönmeye ve şu önemli noktayı vurgulamaya ihtiyaç var. Joyce’un yapıtının Odysseia ile olan paralelliği sadece mekaniktir ve eserin edebi kıymeti bakımından bir yüksek anlam arz etmez. Odysseia, Joyce’un kendi kaosunu üzerine kurabileceği bir iskelet sistem mahiyetindedir. Ulysses’i bir benzetim çalışması olarak görmek iyi niyetli olmayacaktır.
Ulysses
Olay(bu eserde anlatılanlara olay demek de tuhaf bir şey doğrusu!) Dublin’de 16 Haziran 1904 geçmektedir. Evet, 16 Haziran sabahı erken saatlerde başlayıp gece 02.30’larda son bulan 17 saat kadar süren bir zaman diliminde yaşananlar..
Kahramanlarımız: Yahudi tüccar Leopold Bloom(Ulysses simgesel kişiliği, farz et ki Odysseia’daki Odysseus), genç adam Stephen Dedalus(hani Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ndeki sanatçı, yani bir anlamda bir parça James Joyce’un kendi kişiliği, Odysseia’daki Odysseus’un oğlu Telemakhos simgesel kişiliği), Leopold Bloom’un karısı Penelope, Molly Bloom.
Stephen Dedalus’un annesi çok hastadır ve ölüm döşeğindedir. Dedaluslar aslen Dublinlidir. Fakat Stephen Paris’tedir, orda çalışmaktadır, işlerini yürüttüğü Paris’ten Dublin’e dönmek zorunda kalır çünkü annesinin durumu hiç de iyi değildir. Bu arada, Stephen Dedalus Katolikliğe isyanlı bir genç, din adı altında yaşanan yaşatılan zulme tahammülü kalmamıştır. Bu sebeple annesinin yanına Dublin’e geldiğinde onun başucunda diz çöküp iyileşmesi için dua etmeyi kendine yedirememiş, annesinin bu son arzusunu yerine getirememiştir. Tabii bunun getirdiği büyük de bir suçluluk duygusu var ve bunun acısını Stephen Dedalus enikonu yaşamaktadır. Dublin’de, Stephen Dedalus Leopold Bloom ile karşılaşır ve geceyi de Leopold Bloom’un evinde, İthake(Ithaca)’de geçirir. Yapıtta temel çatı Leopold Bloom ve O’nun hayat rutinleri, ilginçlikleri, imgelemleri, arzuları üzerine kuruludur. En önemlisi, tüm materyal, James Joyce’un kendine has üslubuna içerlediği bilinç akışı tekniğiyle derinden derine işlenmiş, pek çok yerde ihtişamlı çokseslilik okura yaşamın/insanlığın yüceliğini anımsatmıştır.
Bilinç akışı, bir anlamda düşünce-imge kasırgası; yazınsal olarak ihtimalin ideolojisidir. Her şey söz-bahis-olgu konusu olabilir. Modern çağda, kentsoylu bireyin antropolojik analizi ne de vahim tespitlere gebe, değil mi ey okur? Bloom’a bakınca ne görüyorsunuz? Gözlenebilen (fenomenolojik) tepkiden uzak, her şeyi düşünce dünyasında yaşayan ve çoğunlukla zihniyle tepki veren insan türü.. Kenarda, köşede, kapalı yerde kalmayı yeğler bu insanlar(bkz. Dedalus-Bloom). Athusser gibi aydınların ifadesiyle üretmeyen, pasif, tüketen, doğadan ırak insanlar.. Leopold Bloom, algıları çok gelişmiş insanı temsil eder. Aslında her şeyi ama her şeyi fark eder, duyumsar. Ama hiçbir şeye yoğunlaşmaz. Sokakta dalgın dalgın yürüyen, aynı anda her şeyi gören ve hiçbir şeyi görmeyen kişidir Bay Leopold Bloom. Şöyle bir bakıyor gibi yapar, hadi sizi mi kıralım bakıyor diyelim, akabinde yola devam eder. Dalgındır. Bu artar ve artar. Etkin bir dalgınlık, aslında her şeyi algılıyor Bloom. Okuduğunuz her cümle gelişime-devama açıktır. Hani bir şey olacak burada diyorsun, ama nerde, Bloom gerçekliğe tepkidir. Sürekli ve sürekli, ihtimallerdir söz konusu olan. Tabii bu da bilinç akışının gereğidir ey okur. Bu yöntemde algılanan her şeyi kendi içine alırsın. Bahsedilmeyen bir şey varsa endişelenme, o zaten ‘yok’ demektir bilinç akışında.
Leopold Bloom Beyefendi, mutlu, meraklı ve esnek düşünceli bir güzel ticaret insanıdır, kapitalist zamanlarda. Her şeyin mümkün olduğuna amentülüdür, demek ki hala bazı şeylere iman beslemektedir. Ama işte ne yaparsın, medeniyetten müphem zamanın insanları sarmış 16 Haziran 1904 günü Dublin’i. Leopold Bloom metropoldeki daha fazla zekâ ve daha fazla ahmaklığın sembolüdür. Müzmin salağa yatan insan mı, kronik mental retarde burjuva sendromu mu, belki. Bay Bloom’un yaşamındaki yegâne anlam, anlam yokluğunun anlamıdır. Ulysses’de her şey bize tanıdıktır. Sürekli onları biliriz, görürüz, oradadırlar. Bay Bloom öyle yoğun anlamsızlık ve sebepsizlik duygularının içindedir ki, asla bir şeyi iredeleyip üzerine gitmeye ihtiyaç duymaz. Kalabalıklar içinde, pasif olarak birbirinden korkan, uzak duran insanlar, görüngünün adı bile yok, maskeleri ise şeffaflık ve tarafsızlık. Erving Goffman’ın sivil dikkatsizlik diye bir kavram ortaya attığını duymuştum, eğer bu bir teoriyse Leopold Bloom’dan daha güzel pratiğe dökeni görülmedi.
Bay Bloom sabah uyanır, peki ne yapar, ne eder? Hiçbir şey.. Yürür, etrafına bakar, falanca alakasız şey hatırına gelir, hayaller kurar, bin bir hinlik düşünür. Bir çeşit güzel eylemsizlik; sadece kendi algı ve duyum aygıtlarını gözlemler, hayal gücü sık kullandığından gelişir de gelişir. Ama çok da başarılıdır topluma karışmakta Leopold Bloom; kendi içinde ve dışında sosyal uyumu pekiyi sağlar. Bay Bloom Dublin sokaklarında yürür. Fakat evde midir sokakta mıdır; anlamak zahmet işi, içerisi ile dışarısı arasındaki sınırlar belirsizdir.
Leopold Bloom’un bilinci her şeyi kaydediyor olmalı. Bunca şeyi tekil bir zihin düşünemez. Sanki biri kademeli olarak her şeyi hızlıca düşünüyor, tek ağız da devamlı bunları bakla misali çıkarıyor. Bir sürü şey anlatır ama nerde birazcık güdülenme, hareketi ara ki bulasın, ameli hak getire.
Ulysses’de anlatım açısından öznenin geri planda olması dikkat çekicidir. Bolca basit-parçalı cümleler, fazla cümleler, uyarıcı sıralı paragraflar, süreksiz-parçalı bir zihin alemi, düşlemsel akışlar, dalgalanmalar, birbirinden bağımsız-ayrı dünya cümleler, sonsuz melodi, pek çok tema, çift anlamlılıklar, kelime oyunları, talih ve olasılık ifadeli yan cümlecikler, anlamsız mimikler, geçici tutumlar, kelime fazlalığı, tek yönlü gizemsiz bir dil, ev-şehir gürültüleri, basmakalıp laflar, sayısız anılar, ses taklitleri, hazmedilmemiş çok sesli bir dil.. Joyce isteseydi, Ulysses’i çok daha uzun yazabilirdi, bu O’nun elinde idi.
Ulysses’in ilk kısımlarında bilinç akışı resmin merkezini işgal eder. Metropol üslubunun da etkisiyle olacak her halde; sadece Dedalus ve Bloom’un sesini hissediyoruz satırlarda. Bilinç akışının yapıttaki ayrımlarına baktığımızda, 3 şekilde ayrım söz konusu, Stephen’in mantığı-Bloom’un fantezileri-Molly’nin monologu. Üslupçu çoğulculuk eserin odak noktasındadır ve tüm esere aksetmiştir.
Kitabı bölümlere ayırmak gerekirse, Ulysses, kısa sayılabilecek bir giriş+12 bölüm+Molly Bloom’un uzun iç monologundan oluşmaktadır. Kitabın başlangıcı bilinç akışıdır. İlerleme ile birlikte Stephen Dedalus ve Leopold Bloom karakter boyutu ve derinliği açısından zenginleşmekte, büyümektedir. Bu şekilde bilinç akışı 6. bölüm, hatta 11. bölüme kadar baskındır. Ancak, 7. bölümden itibaren salt başına bilinç akışı değil, artarak gelen pek çok sesli araç devreye girmiştir. Kısa giriş bölümü(bilinç akışı barizdir) dışında konuşmak gerekirse 12 bölüm ve Molly Bloom’un uzun iç monologu(Molly hazretlerinin uykusu kaçar. Çeşitli devirler-halklar-toplumlar-medeniyetler ile ilgili bin çeşit rüya-düş-hatıra-saplantı-imaj ile okurun kafayı bir temiz ütüler. Kutsal kitap-talmud-kabala-güneş efsaneleri ile ilgili bir koca bülten sembolü benzetmelerinde sayıklar), 13 bölüm diyelim buna. İlk 6 bölümde bilinç akışı ve sonraki 7 bölümde çokseslilik baskın üslup olarak görülecektir. Yalnız böyle dedik diye şu da unutulmamalı ey sevgili okur, çoksesliliğin kökeninde de bilinç akışı vardır. Okuyucuya anlayabileceğinden daha fazla anlaşılır materyal sunarsan zenginliğin ıstırabı olarak da görebilirsin meseleyi.
Dünyada şu ana kadar hakkında en çok eleştiri ve deneme yazısı kaleme alınan, en çok incelenen romanların başında Ulysses gelir, ey bu kitap çok sıkıcı, tercümesi de hiç anlaşılmıyor diyen bedbaht okur! Bil ki, eserde kaçırmaman gereken esas nokta mekânla ilişkiler, önemli olan o sihirli Dublin sende ne uyandırıyor. Bay Joyce da yazarken buna dikkat etmiş, Proust gibi titiz bir anlatımla her şeyi ballandırarak anlatıyor. Şunu bil ki, eğer mekânda düşündüğün bir şeyin bahsi geçmiyorsa, o şey mekânda yoktur, bu edebiyatın raconunda bu var. Mekândaki her şey anlatılır. Leopold Bloom’u her şeyiyle yaşamak senin elinde. Ama dikkatli olmazsan duraklama ve geri dönüşlerde Leopold Bloom’un izini kaybedebilirsin, gerçi O seni tekrar bulacaktır. Bay Bloom utanıp burun kıvırdığın şeylere daha cesur bakmana yardım ediyor ve gözlemi kişisel alana indiriyor, tüm bunların kıymetini bilesin ey bilinçli okur!
Joyce hünerli kalemiyle Odysseia’daki Akdeniz-Ege serüvenini güncelleştiriyor ve Dublin’e ruhsal bir yolculuk yaptırırcasına bunu uyarlıyor. Hatta öyle ki, başkahraman Dublin’dir, sokaklarıdır. Ulysses pek çok ideoloji içeriyor, güçlü-başat bir ideoloji ise yok. Ulysses’in dünyası, genellemeler ve bütünlükler sağlayacak bir ‘mit’ten ya da kanundan mahrumdur. Odysseia’daki o sihirli antik havadan yararlanıp orijinalliğe ulaşmıştır James Joyce ve yeni bir roman tekniğine öncü isim olmuştur.
Evet, Ulysses 16 Haziran 1904’te geçiyor. 1904, James Joyce’un eşi Nora ile tanıştığı ve 1912’deki kısa bir ziyaret dışında bir daha ayak basmadığı İrlanda’yı terk ettiği yıl. Muhakkak, eseri yazdığı süreç manasında bunun bir anlamı olmalı. Söylemeden geçmeyelim, tek bir günü anlatan ve edebiyat alanında devrim yaratan bu eser, Ulysses 7 yılda yazıldı(1914–1921). Yapıt ilk kez 1922 senesinde Paris’teki Shakespeare and Company yayınevi tarafından tam metin olarak yayınlandı.
1918 senesinde, Ulysses’in ilk bölümleri Amerika’da The Little Review adlı bir edebiyat dergisinde tefrika edildi. Leopold Bloom’un havai fişek gösterisi izleyen genç bir kadının eteğinin altına bakıp mastürbasyon yaptığını anlatan kısımları nedeniyle New York’taki bazı sivil toplum kuruluşlarınca dava açıldı. Devamında; filanca muzır neşriyat kurulu da mevzuya intikal etti(Hani şu bizdekinden, sahi, Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu’na ne oldu?). Sebep; müstehcen/muzır/pornografik yayın.. Mahkeme, sivil toplum ve ileri demokrasiden yana karar verdi ve 1920’de Ulysses’in yayını Amerika’da yasaklandı. Random Hause’ın yıllarca süren adli mücadelesinden sonra mahkeme yasağı kaldırdı ve 1934’te Amerika’da ilk defa Ulysses tam metin halinde neşredildi.
İngiltere’de ise, 1919’da, The Egoist dergisi kitaptan bölümler yayımlandı. Müstehcen/muzır/pornografik yayın olduğu gerekçesiyle o sene aldığı yayın yasağı 1936’ya değin sürdü. 1936’da ilk defa, tam metin Ulysses Birleşik Krallıkta neşredildi.
İrlanda’da Ulysses hiç yasaklanmadı. Joyce severler 16 Haziranı “Bloom Günü” olarak anarlar ve özellikle Dublin’de birçok etkinlik gerçekleştirirler.
Ulysses, post modernist edebiyat kuramcıların en çok sahip çıktığı metinlerden biridir. Nihayetinde, biçim ve içerik olarak farklı bir çalışma olduğu açıktır. T. S. Eliot, Ulysses’i kargaşaya davet, sapık ve yanlı duyguların ifadesi ve gerçekliğin çarpıtılmış şekli olarak tanımlar ve yerden yere vurur. T. S. Eliot, Ulysses için “bir roman değil” der. Ama aynı zamanda çağdaş romana etkisinin büyük olacağını ve öncü post modernist bir yapıt olduğunu belirterek över, bir yerde James Joyce’a hakkını teslim eder.
Ulysses geleneksel romanın biçim estetiğini, üslubunu ve içeriğini kökten değiştirmiştir. Joyce kendi yaratıcılığını ve dehasını Homeros’un Odysseia’sı ile harmanlamıştır. Mitler ve antik unsurlar kullanarak güncel ve geçmiş deneyimleri okura gösterip fark ve benzerlikleri ele alır bu dev yapıt. Her bireyin kendine anlam çıkarabileceği, hayata beklenti ve ümit ile bakabileceği bir yaşamı gösterir okuruna Joyce.
James Joyce’un etkisiyle sonraki pek çok romancı “hikâye etme” yerine “mit kullanma” yoluna gitmiştir(Umberto Eco, G. G. Marquez…). Mit kullanma antik uygarlıklar, rüya yorumları, efsaneler, dinler, arketipler-kolektif bilinçaltı materyalleri(bkz. C. G. Jung) gibi malzemelerden oluşabilmektedir. Böylece, yeni ve köklü bir edebi üslup oluşturma yolunda, hem sıradan malzemeler hem de bilinçaltı-tinsel malzemeler tüm zenginliğiyle yazınsal kullanıma sunulmuştur.
Şahin Aybay
Çukurova Üniversitesi
Psikolojik Danışma ve Rehberlik Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi
saybay19072@hotmail.com - Mart, 2024
James Joyce - Yakarış
13 Nisan 2024 Yazan: Editör
Kategori: Edebiyat, Sanat, Siir, Ustalara Saygı
Yine!
Gel, ver, teslim et bana bütün gücünü!
Uzaklardan sessiz bir kelime fısıldar dağılmaktaki beyne
Kaderi yazılmış bir ruha dair duyulan korkuyu yumuşatan
Zalim sükunetini, itaatin sefaletini
Son ver, sessiz aşk! Benim bet bahtım!
Kör et beni esmer yakınlığınla, insaf et, niyetimin aziz düşmanı!
Ben, kalkışmam karşı koymaya o soğuk dokunuşa beni deli ürperten.
Öylece çek al benden
Usul yaşantımı! Eğil daha derinden üzerime tehditkâr başınla,
Gurur duy çöküşümle, hatırlayarak, acıyarak
Kim ki o? Kimdi o?
Yine!
Hep birlikte, bürünmüş geceyle, serilirler toprağa. Duyarım
Uzaklardan sessiz kelimesini fısıldar dağılmaktaki beynime:
Gel! Çöktüm. Eğil daha derinden üzerime! Buradayım.
Boyunduruk, beni bırakma! Yalnızca zevk al, ıstırap duy yalnızca,
Al beni, koru beni, dindir beni, aman esirge beni!
James Joyce
Yakarış
Michelangelo Antonioni Klasikleri (1) - L’eclisse (1962)
9 Nisan 2024 Yazan: Editör
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
7 yorum
L’eclisse filmi, Michelangelo Antonioni’nin yalnızlık üçlemesinin önemli (Alienation Trilogy) halkalarından birisidir. Bazı kritiklere göre bu üçlemeye “Red Desert” (Il Deserto rosso / Kızıl Çöl) filmi de eklenir. Film 1962 yapımı olup başrollerini Monica Vitti ve Alain Delon canlandırmaktadır. Filmin konusu bir yazarla ilişki yaşayan çevirmenin onunla ilişkisini bitirmesi, borsa simsarı ile yeni bir ilişkiye yelken açmasını konu eder. Bu meyanda filmde, İtalya’nın geçirdiği ekonomik mucize, kapitalizm, yabancılaşma, iletişimsizlik, insan ilişkilerinin metalaşması ve öznelerarası ilişkilerdeki kopuş konu edilir.
Antonioni diğer yönetmenlere göre modern sinemaya -modern sinemadan kastım, Antonioni’nin sineması geçmişin sinemasından çok bilinçli bir şekilde ayrılır- daha da yakındır. Daha çok modern hayatın sesini, duyumsanmasını, ona ait özellikleri ortaya çıkarır ve ifade eder. Modern sinemanın ortaya çıkışı bir anlamda ikinci dünya savaşının getirilerinden birisidir ve yaşanılan hayat da hiçbir şekilde ikinci dünya savaşından önceki gibi değildir. Dünya savaşları düz bir çizgiden ibaret olan tarih anlayışını da sorgulatmıştır. Bu ilerleme ise Kant, Herder, Hegel ve Alman Tarih Okulu ile gördüğümüz aydınlanma düşüncesinin bir ürünüdür. Aydınlanma ise akıl, bilim, özgürlük, adalet gibi kavramların evrenselliğine inanır. Bilimin bir ideoloji olarak kullanımı, bazı toplumların üzerinde bir baskı aracına dönüşmesi, bu düşüncenin üstesinden gelinmesi gereken bir handikap olduğu gibi insanların akıl, bilim, ilerleme adalet gibi “tutamak”lara da güvenci kalmamıştır. Sinema da bir anlamda hayatın bir yansısı olduğuna göre onda da hissedilecektir. Bu meyanda, Ingmar Bergman ile birlikte modern sinemanın Avrupa’daki öncülerindendir Antonioni.
Antonioni’nin en karakteristik özelliklerinden birisi, filmlerinin aslında bir “sonlanma” ile başlangıcıdır. Bu L’eclisse filminde, Riccardo (Francisco Rabal) ile Vittoria (Monica Vitti) arasındaki ilişkinin can çekişip bitmesi olayı “sonlanma”nın başlangıcıdır. Antonioni burada “sessizliği” de “physical sense” olarak kullanır. Bununla birlikte bu elementin gelecekteki sahnelerin şekillenmesinde önemli payı olacaktır. Antonioni’nin sinemasında özellikle “space”nin (mekân) kullanılması oldukça ilginçtir. Bunu filmin başında, Ricardo’nun koltukta beklenmedik şekilde oturuşu ile anlayabiliriz. “Space”in kullanımı daha çok “fregmantery”/parçalı bir şekildedir. Mekânın bu şekilde kullanımı Antonioni sinemasının önemli bir özelliğidir ki bu onu hem sürrealistlerden hem de Amerikan eksperimentalistlerinden ayırır. Bununla birlikte Antonioni’nin kurguladığı dünya öyle ya da böyle belirli bir anlam üzerine kuruludur. Özellikle sürrealistlerin sinemasından ayrılan yönü burada ortaya çıkar.
Aslında Fragmentary olarak kullanılan mekân daha önce Robert Bresson sinemasında kullanılmıştır. Ama Bresson’daki bağlantılar, bağlantısız yerler ve mekân kırıntısı ile zenginleştirilir. Yönetmen bu mekânlardaki oyunu ile “önceden belirlenmemişlik” duygusunu yansıtır. Bu mekânlar arasındaki bağlantıyı sağlayan “El”dir. Bireyin içinin boşaltılıp özneleştiği, akıldan ziyade arzuların ön plana çıkmaya başladığı toplumda el aslında özneleşmenin bir belirtisi olarak da kabul edilebilir.
“Mekân”dan kopuş aslında modern dünyada mekânın paylaşılmış olmasının bir sonucudur. Bireye hiçbir şey kalmamıştır. Bu nedenle Franz Kafka’nın Das Schloß (Şato, 1926)’unda Kadastrocu’nun ölçüsüz bir dünyada ölçüp biçeceği bir şey kalmamıştır. Aslında onun kadastrocu olmasının da mantığı budur. Joseph K.’nın denetim toplumundaki devlet kurumlarında yarı baygın halini daha rahat anlayabiliriz.
Filmin çekim yılı 1962′dir. Birçok film gibi bu filmi de çekildiği zamandan soyutlayamayız. 1962 senesi tarihte Sovyet Rusya ile Amerika arasında gerçekleşen Küba’daki füze krizinin az öncesi ve nükleer tansiyonun en yüksek olduğu yıllardı. Soğuk savaş da tüm hızı ile devam ediyordu. Nükleer savaşın meşum gölgesi filmin her zaman üzerindedir. Filmin başında gördüğümüz ve birçok kez de Antonioni’nin bize gösterdiği mantarvari fiziksel yapıya sahip olan kule bir anlamda bu nükleer savaş ihtimalinin gerçekleşmesini çağrıştırdığı gibi Vittoria’nın Riccardo ile dışarı çıktığı sahnede dışarıda hiç kimsenin olmayışı da “sanki bir nükleer patlama sonrası dünyanın yalnız halini” gösterir gibidir. Keza Ricccardo ile Vittoria sabah yürürlerken önlerinden geçen çocuk bu “apocalyptic” durumun sembolik bir ifadesi gibidir. Aynı zamanda karakterlerinin de tecrit edilmişliğini ifade eder. Benzer yapıya Samuel Beckett’in Endgame isimli oyununda da tesadüf edilebilir.
Geleneksel toplumda insanların kimliklerini şekillendirmesine yardımcı olan araçlar vardır. Bunları din, milliyet, aile, vs. olarak kaba anlamda ifade edebiliriz. Fakat daha modern bir toplumda -Antonioni’nin yansıtmaya çalıştığı- bu çeşit bir kimlik anlayışı da zedelenir. Vittoria karakterinin kendi ailesinden kopukluğu, bilhassa annesi ile olan ilişkisi, daha doğrusu ilişkisizliği oldukça dikkate değerdir. Yaşadığı aşk ilişkisinin de onu bu manada çok fazla tatmin ettiği söylenemez. Bununla birlikte aslında yaşadığı kopukluk kelimenin tam anlamı ile “disconnectedness” haldiri -ki bu da modernin bir getirisidir. Bundan dolayı Vittoria kendisini sürekli bir güvensizlik, biteviye bir sürüklenmişlik içerisinde bulur. Bu ise sadece anlık mutluluk ile olumsuzlanır. Bunu ise Vittoria’nın etkili yüz ifadelerinden rahatça anlayabiliriz. Bir anlık mutluluk ile yüzü gülen Vittoria belirli bir süre sonra somurtmaya başlar ve yüzü birden ciddileşir.
Bunların yanında Antonioni filmin birçok sahnesinde Vittoria’nın kendi dünyasından kopukluğunu, bağlantısızlığını, varoluşunun temelindeki yalnızlığını vurgular. Vittoria mutluluğu ancak anlık heyecanlarda bulabilir. Bunu da zaten bir iki sahnedeki bu anlık mutluluk gel-gitleriyle göstermiştir. Bu bağlantısızlık, daha doğrusu “sense of connection” olarak ifade edeceğimiz kavramın asıl vurgulandığı yer ise, Piero’nun (Alain Delon) arabasını çalıp kaçan sarhoşun denizden ölüsünün çıkarıldığı sahnedir ki cansız bedenin arabadan dışarıya sarkan eli bu “connection” ihtiyacının somut ifadesidir. Aynı ihtiyacı Vittoria’nın Piero’ya telefon edip de konuşmadığında da hissederiz.
Vittoria’nın etrafındaki yalnızlık oldukça hissedilirdir. Onun filmdeki kısa mutluluk anları oldukça şaşırtıcıdır, çünkü bu durumlarda oldukça farklı bir karakter ile karşılaşırız. Geri kalan zamanlarda o genellikle tecrit edilmiş ve yalnız bir haldedir. Antonioni’nin bize yansıtmaya çalıştığı ise toplumdaki tüm yapıların çöküş (filmin ismi de aslında buradan geliyor) içerisinde olduğudur (insana kesinlik ve rahatlama duygusu veren yapıların bilhassa). Bu din olabileceği gibi, aile ve insan ilişkileri de olabilir. Bundan dolayı karakterler bir yalpalama dönemi, bir boşluk içerisindedirler. Bir “tutamak”ları kalmadığından bir nevi “tutunamayan”lardır. Bu nedenle sürekli sendelemektedirler. Vittorio’nun durumu da bu durumun bir yansımasıdır. Buna benzer bir olay L’avventura (1960, Serüven) isimli filmde Vitti’nin arkadaşının sevgilisi ile yaşadığı ilişki ve La Notte’deki (1961, Gece) Jeanne Moreau’nun kocasıyla arasındaki kopukluğu bu çöküş ve değerlerdeki çözülmenin güzel bir örneğidir.
Modern insan akılcı toplum içerisinde aklın baskısını yaşamaya başlamış olan insandır. Bu akılcılık ise burjuva hayatı içerisinde bilhassa belirginleşir. Modern toplumda aklın baskısı sınıfların birbiri üzerinde kurdukları güç olmaktan çıkmış tüm toplumu sarar hale gelmiştir. Tarihsel olarak insanın insana hükmetmesi evresinden aklın insana hükmetmesi evresine geçilmiştir. Hâkim de hâkimiyet kurulan da aklın kurallarına göre işleyen çarklar içerisindedirler. Akıl insan ve toplumun üzerine çıkarak, onu belirlemeye başlamış, tutku ve duygularını köreltmeye başlamıştır. İnsan bu baskı altında özgür değildir. Aydınlanma çağından beri, insanı daha fazla özgürleştireceğine inanılan akıl aslında insanı kısıtlar hale gelmiştir. Bir anlamda, bir ideolojiye bile dönüşmüştür diyebiliriz.
“Özgürlük tutkuların doyumundan geçer… Aklın egemenliğine başkaldırmak gereklidir.” (Theodore Adorno)
Antonioni’nin filmlerinde kadın erkek ilişkileri kopuş üzerindedir. La Notte’de olduğu gibi L’eclisse’de de böyledir. Film başlangıç olarak Riccardo ile Vittoria’nın ayrılığı ile başlar. Çünkü “eros is sick”tir (ki aşk hiçbir şekilde, özellikle içinde yaşadığımız modern dünyada yapmacıksız ve tabii bir şekilde yer alamaz). Sick Eros’u özellikle Antonioni bu filmde çok belirgin bir biçimde yansıtmıştır. Piero ile Vittoria arasındaki ilişkinin değişken yapısı bunun örneğidir. Mamafih, genellikle de filmlerinde “happy sex” olarak adlandırabileceğimiz kavram hemen hemen hiç yoktur. L’eclisse’de Piero ile Vittoria’nın son sahneleri dışında genellikle böyle bir olaya rastlamayız.
Bunların yanında Vittoria sürekli bir yabancılaşma yaşar. Sürekli “exploring space” halindedir. Hem Verona havalimanında hem de Piero ve Riccardo’nun apartmanında da böyledir. Sürekli etrafını tanıma süreci içerisindedir ve sürekli bir yabancı rolündedir (etrafına). İçerisinde yaşadığı topluma ve mekâna karşı olan bağlantısızlığı, yabancılığı birçok sahnede vurgulanır.
Antonioni sıkı bir neorealizm karşıtı olsa da neorealizmin etkileri onda bariz bir şekilde mevcuttur. Kullandığı aktörlerden tutun da senaryo metinlerine varana kadar yapılan kritikler iddialarında haklı olabilirler. Bu anlamda neorealist olmayabilir; fakat öte yandan, onun filmleri bir anlamda sahip olduğu güçlü kişilik, vizyon ve neorealizmin prensipleri arasındaki diyalogu temsil eder. O özellikle neorealizmin özünü temsil eden gerçeklikleri yani “sentimentality” ve işçi sınıfına bakış açısını almış ve daha çok üst-orta sınıfa uyarlamıştır. Red Desert’dan başlamak üzere Antonioni dokümentarist kimliğinden uzaklaşıp daha çok ekspresyonist anlayışa doğru ilerleyecektir.
Aslında Antonioni sinemaya hem dokümentarist hem de ekspresyonist anlamda yaklaşmaktadır. Hatta bazı sahnelerde bu ikilemi vurgulamaktadır. Özellikle Roma borsasından eve akşam saatinde dönen Vittoria eve girer ve ışığı açar. Işığı açmadan önce pencereden bir film afişi görürüz. Fakat burada ilginç bir şey söz konusudur; ilk bakışta bunun bir film afişi mi, yoksa bir sinema filminin başlangıcı mı yoksa bir fotoğraf mı olduğunu anlamakta tereddüt ederiz. Bundan dolayı Antonioni özellikle kendi mizansenini seyircinin yönünü şaşırtmak amacıyla kullanır. Seyircinin nerede olduğunu anlamaya çalışmasını ister. Daha sonraki sahnelerde anlamsız görünse de bu sahnenin hemen akabinde Vittoria bir bitki fosilini elinde tutar. Aslında bunu da sorgulamak gerekmektedir. Filmin 1962’de Cannes Film Festivali’ne katılmadan önce 7–8 dakikası kesilmiştir. Bu 7–8 dakikada da Anita (Rosanna Rory) ile Vittoria bir müze ziyaretinde bulunurlar. Burada da insan hayatının dünyanın hayatına göre ne kadar kısa olduğu vurgulanır, diğer bazı filmlerinde olduğu gibi.
Peki, filmin ismi neden L’eclisse (Batan Güneş şeklinde çevrilmiş olmakla birlikte “düşüş” ya da “çöküş” şeklinde de çevrilebilirdi)’dir? Bunu da düşünmek gerekmektedir. Bu, İtalya’da belirli bir sınıfın çöküşünün bir ifadesi olabildiği gibi, o zamanlar İtalya’da çok ünlü bir kitap olan Eclipse of Intelectual isimli kitaba da matuf olabilir. Eros’un çöküşü, modern hayattaki duyguların çöküşü ya da Avrupa’da çöküş halinde olan kolonyalizme bir referans da olabilir. Marta’nın (Mirella Ricciardi) evi bu meyanda birçok ipucu taşır. Daha çok İngiliz kolonyalizmi anlatılır. Marta da bu tip bireylerden biridir. Neden bir Mozambik ya da Kongo değil de Kenya anlatılmış? Çünkü o zamanın gündemdeki konularından birisi Kenya’nın kurtuluş savaşıdır. Ülke tam anlamı ile buna kilitlenmiştir. Çünkü İngiliz Kolonyalizmi’nin en son kalelerinden birisi de Kenya’dır ve İngiltere gerçekten de bu ülkeye ciddi anlamda yayılmıştır. Mücadele de bu oranda kanlı ve şiddetli cereyan etmiştir. Bunun sonucu olarak da yaklaşık 1964′te Kenya bağımsızlığını kazanır. Özetlemek gerekirse, anlatılan kolonyal dönemin ya da daha geniş ifade etmek gerekirse “Avrupalı Üstünlüğü”nün çöküşüdür.
Tabii ki tüm bu açıklananlar ortaya bir soruyu getiriyor. Antonioni politik bir film yönetmeni mi? Tabii ki böyledir. Ama o da Jean-Luc Godard gibi bize cevap vermekten çok soru sorar ve bunu yaparken de herhangi bir taraf tutmaz. Filmleri modern toplum hakkında oldukça temel sorular sorar. Modernleşme sürecinin (daha geleneksel bir yaşam tarzından daha modern bir yaşam tarzına geçiş) maliyetinin ne olduğu gibi.
Antononi’nin ilginç bir yönüdür ki genellikle filmlerinde beklenmedik olaylar meydana gelir. (Bu beklenmedik olaylar ile birlikte konudan sapmalar da söz konusudur. Vittoria’nın büyük miktarda para kaybeden borsa yatırımcısını takip etmesi bunun bir örneğidir). Özellikle Marta ve Vittoria’nın önce dans etmesi, sonra kolonyalizmi tartışmaları ve daha sonra da dışarıdan gelen sesler ile köpekleri aramaları ile meydana gelen olaylar silsilesi örnek olarak verilebilir. Bu olaylar silsilesi birbirleriyle çok fazla bağlantılı değildir. Daha doğrusu birbirleri ile aralarında bariz bir bağlantı görülmez. Ondaki olayların geleneksel olarak teselsül etmesinden den ziyade (traditional narrative sense), sequence b sahnesinin a’ya, onun da c’ye neden olması şeklinde değildir. Bu daha çok contingency (vukuu belli olmayan olay) şeklindedir. Sequence b’nin sequence c ile bir bağlantısı vardır. Fakat bunlar arasındaki nedensellik ve bağlantıyı anlamak ise biraz zordur. Seyirciye daha çok birbirlerinden bağımsız, münferit sahneler olarak yansırlar.
Bununla birlikte Antonioni filmde keskin bir şekilde bir sahneden başka bir sahneye geçer. Aslında film puzzlevaridir. Özellikle Marta ve Vittoria’nın Verona’ya uçtukları sahnede bu görülebilir. Önce keskin bir geçiş ile uçağın pistten havalanmaya çalışırken sadece flaplarını görürüz ve daha sonra ise pilotun rapor verdiğine şahit oluruz. Daha önceki sahnelere gidildiğinde ise Anita’nın kocasının pilot olduğu ve Verona’ya “teslimat uçuşu” yapacağı aklımıza gelir. Daha sonra Anita ile Vittoria’nın uçak içerisindeki görüntüsü ile puzzle tamamlanır. Bu özellikle salt bir sahne için değil, tüm film için geçerli olmakla birlikte “narrative technic”in önemli bir parçasıdır. Filmin son 7 dakikası ise bu mantıkta bakılması gereken imajlar bütünü ile donatılmıştır. Filmin çekiminin yapıldığı ve karakterlerimizi gördüğümüz mekânlar sürekli geriye dönük olarak anıştırmalar halinde tekrar ve tekrar gözler önüne getirilir, seyircinin bu sahneler üzerinde tekrar düşünmesi sağlanır. Fakat bu son bölüm haliyle Amerikan seyircisini hayal kırıklığına uğratmıştır.
Aynı özellik Verona sahnesinde de görülebilir. Vittoria, Verona havalimanına indiğinde iki tane zenci görür ve bu zenciler havalimanı binası önünde oturmaktadırlar. Bu biraz da 60’ların başında kapılarını Afrikalı ve Arap mültecilere açan batı ülkelerine yönelik bir atıf olmakla birlikte Kolonyalizme dair bir atıf da olabilir ki daha önceki sahnelerde bu tip referanslar bolca yapılmaktadır. Daha önceki sahnelerde ise Vittoria ile Marta’nın Afrika dansı ve Afrikalılar konusundaki fikirleri söz konusu olmuştur. Antonioni havalimanı önündeki bu Afrikalıları gözler önüne getirerek geçmiş sahnelerde tartışılan, dalga geçilen insanların, film karakterlerinin kafalarında oluşan Afrikalılara dair stereotiplerin ne anlama geldiğini -daha doğrusu anlamsızlıklarını- göstermektedir. Filmi tam olarak anlayabilmek için sık sık geriye dönüş yapmak ve bu parçaları birleştirmek gerekmektedir.
Antonioni’nin filmlerinde sıkça gerçekleşen çekimlerden birisi de “false point of wiew shot” olarak isimlendirebileceğimiz çekimlerdir. Özellikle Vittoria’nın Verona’ya indiği sahnede bunu sık sık görebiliriz. Vittoria’nın bakış açısını yansıttığını düşündüğümüz sahneler aslında onun bakış açısı değildir. Verona’daki başka bir uçağın iniş yaptığı sahne bunu örneklendirir.
Bu film hakkında Antonioni’ye gelen en sık eleştirilerden birisi ise filmin “plotsuzluk”udur, “traditional plot”a sahip olmadığı ve hikâyenin gerçeği yansıtmadığı şeklindedir. Bununla birlikte film tam anlamı ile de soyut ya da gelişigüzel bir şekilde belirlenmiş bir plota sahip değildir. Filmin plotu da bir iki kelime ile ifade edilebilecek kadar da basit değildir. İlk bölümlerde daha çok Vittoria’nın filmi iken film daha sonraki bölümlerde Piero’ya doğru döner, filmin sonuna doğru ise iki karakter arasındaki ilişki ve yakınlaşmaya şahit oluruz. Daha daha sonra ise film hiç kimsenin filmi olur (son 7 dakika). Bununla birlikte filmde metinden sapmaların bolluğu konudan uzaklaşmaya da neden olmaktadır. Bu da seyircinin dikkati açısından yararlı bir şey değildir.
Filmi önemsiz gibi görünen olaylar (incident) meydana getirmektedir ki bunlar tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. Bunlar birbirine bağlı olmayan ve birbirlerinden kaynaklandıkları pek aşikâr olmayan olaylardır. Aralarındaki mantıksal bağ da pek yok gibidir, daha doğrusu öyle görünmez. Piero’nun bir hayat kadını ile birlikte randevusunun olması konudan sapma ya da münferit bir sahne gibi görülebilir; fakat bu hafif kadını saçlarını boyattığından dolayı beğenmemesi onun karakteri hakkında belirli fikirler verir. Antonioni’nin bu özelliği ise daha çok neorealist köklere kadar gider. Roberto Rosellini’nin 50′lerin başında çektiği Viaggio in Italia (İtalya’da Yolculuk) bu tip bir filmdir.
Benim en çok hoşuma giden sahne ise Vittoria’nın annesinin Roma borsasına ulaştığında elindeki tuzları yere dökerek üzerine bastığı sahnedir ki bu özellikle Güney İtalyalılar tarafından gerçekleştirilen geleneksel bir davranıştır. Bu davranışın kötü şansı ve ruhları uzaklaştırdığına ve uğur getireceğine inanılır. Bu geleneksel davranışın özellikle modern endüstriyel bir toplumun merkezi olan Roma’da sergilenmesi modernin geleneksel ile olan karşıtlığını vurgulaması açısından dikkat çekicidir. Bunun yanında modern kelimesi İtalyanca’da da yer alan ve Latince bir kelime olan “modo”dan gelir. Romalılar kendilerini - Yunanlıların aksine- modern olarak nitelerler. Bunu yanında yeni ve eski arasındaki fark kökenlerini Roma’dan almıştır. Hadrianeum’un Roma borsasının olduğu tarihi binanın kullanılması bu açıdan oldukça anlamlıdır.
Antonioni hemen hemen filmde Soundtrack kullanmamıştır (sadece filmin başlangıcı ve bitişi dışında). Onun yerine diyaloglar, bağrışmalar ve sessizlik Antonioni tarafından en etkili kullanılan elementlerdir. Bunu Roma borsasındaki pagan ritüellerini andıran gürültü-sessizlik karşıtlığı ile Vittoria’nın sessizliğini gösteren sahneler en iyi şekilde vurgulamaktadır. Sessizlik önemli bir elementtir. Bu bağlamda bakıldığında Bergman’ın Persona’sına (1966) ya da The Silence (1963, Sessizlik) filmine kadar gidebiliriz. Büyük katastrofilere cevap veremeyen modern insanların bir serzenişi midir sessizlik?
Aslında sessizlik Modernden-postmoderne geçiş metinlerinde sık sık karşılaşılan bir elementtir. James Joyce’un Ulysses’indeki Mr. Bloom’un sessizliği bu meyanda oldukça ilgi çekicidir. Samuel Beckett’in Godot’sundaki ara sessizlikler ya da Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki C’nin eserin sonunda, bakışlara karşı “sessizlik” ile cevap vermesi… Bu aslında kitlenin emme ve notralize etme gücüne, bireyin özneleştirilip içinin boşaltılmasına karşı verilen bir tepkidir. Böylece, C’nin ikinci kez aynı mekâna gitmemesi daha rahat anlaşılabilir. Çünkü hiçbir zaman kitleden biri değildir.
Antonioni style’ının önemli elementlerinden birisi de “dead time”dır. “Dead time”ı (ölü zaman) bu filminde sıkça kullanılmıştır. Özellikle filmin sonlarına doğru Piero ile Vittoria’nın iki yaşlı çiftin arkalarında durduğu sahne bunun klasik bir örneğidir. Filmdeki ana karakterler bu iki yaşlı karakterin yanından ayrıldıktan sonra belirli bir süre kamera bu karakterlerin üzerindedir ve klasik müzik dinlenmektedir. Burada zaman, senaryonun gidişatı açısından vurgulanan zaman ya da başrol oyuncularından kaynaklanan ya da onların etrafında dönen zaman değildir. Antonioni burada sadece seyirciyi bundan sonra hikâyenin ne şekilde olabileceğinin ötesinde düşünmeye zorlar ve bizden sadece daha ileriye doğru bakmamızı ister. Filmdeki karakterlerde ilişkilerin boyutuna dair oluşan boşluk ise bu nedenledir.
Filme ve Antonioni’ye yapılan eleştirilere, bilhassa Bergman tarafından yapılan eleştirilere değinmek gerekirse; Bergman, Antonioni’yi amatör ve Monica Vitti’yi de yetenekli fakat güvenilmeyecek oyuncu olarak nitelemiştir. Bergman konvansiyonel film tekniğinin ustasıdır. Kurallara daha çok riayet eder, buna karşın Antonioni’nin bunu dikkate aldığı söylenemez. Onun tekniği alışılmışın dışındadır. Konvansiyonel olarak bakıldığında, kamera hâkimdir ve kamera seyircinin görmek istediğini gösterir. Antonioni’nin ise buna hiç riayet etmediğini düşünüyorum; onun kamerası her zaman alternatifi, alışılmışın dışında olanı, konudan sapanı gösterir.
Monica Vitti’ye gelince… Onunla Antonioni arasındaki ilişki oldukça farklıdır. Jean-Luc Godard-Anna Karina ya da Josef von Sternberg-Marlene Dietrich ilişkisi gibi kamera arkasındaki yönetmenin “güzellik sembolü”dür ya da “object of contemplation” (temaşa nesnesi)ni yansıtır. Bu karakterler, ister yönetmen ister seyirci olsun algılayan üzerinde hâkimiyetleri olmakla birlikte hükmeden konumunadırlar. Antonioni-Vitti ilişkisinde ise diğer aktrislerden farklı olarak “temaşa edildiği kadar müşahede eden”dir. O aynı zamanda kamera arkasındaki algılayan/temaşa eden yönetmen ile de özdeşleştirilir. Bu durumda “Male Gaze” iki kat etkili hale getirilir. Bu ise oldukça sıradışı bir yöntemdir.
Özet olarak ifade etmek gerekirse, dayanılması biraz zor bir film olsa da L’Eclisse, zeitgeist’i yansıtan ve modernleşme olgusuna bastığı parmak dolayısı ile defalarca seyredilip geriye dönük düşünerek üzerinde yoğunlaşılması gereken bir filmdir; tabii ki filmin kasavetine dayanılabilirse.
Yazan: Calderon de la barca
Kaynaklar:
DVD Review Of L’Eclisse by Dan Schneider
Criterion Collection DVD, Audio Commentary by Richard Peña, Program Director of the Film Society of Lincoln Center, in New York
Triumph of the Expert: Agrarian Doctrines of Development and the Legacies of British Colonialism, Hodge, Joseph Morgan
Postmodernizm, Gencay Şaylan, İmge Kitabevi Yayınları
Tarih Felsefesi, Doğan Özlem, İnkılâp Kitabevi