Salai’nin Kuşkuları (Rita Monaldi & Francesco Sorti)
Son zamanların modası, gerçek tarihi kişiliklerin rol aldığı dramatik ve çoğunlukla gerçekle ilişkisi olmayan öyküler… Eskiden ansiklopedi sayfalarında ruhsuz fotoğraflarından tanıdığımız kişiler; okuduğumuz romanlarda bir süper kahramana dönüverdi. Hatta bazılarının hayatı Dallas’a çevrilerek dizileştirildi. Buyrun, 8. Henry gayet yakışıklı manken gibi bir delikanlıymış da, kafalarını uçurmakta beis görmediği eşleriyle fırtınalı aşklar yaşıyormuş meğer (The Tudors). Ama bu tür yarı-tarihi öykülerin en popüler kahramanı Leonardo da Vinci sanırım. Ezoterik inanç sisteminden tutun, üstün zekasıyla tasarladığı acayip icatları, besteciliği, gizemi hala çözülemeyen resimleri sayesinde bir tür fenomene dönüştürülen sanatçı, yanlış hatırlamıyorsam, bir romanda dedektif rolüne bile soyunmuştu.
Gerçek kişilerin kurgusal olarak rol aldıkları romanlar dendiğinde ilk olarak aklıma, annemin muhtemelen genç kızken okuduğu (ama hala sakladığı) bazı romantik romanlar geliyor. Yanlış hatırlamıyorsam Anjelik ya da Stefani diye genç bir kızın yaşadığı, genelde cinsellik içeren bazı talihsiz olayları anlatan bu kitaplardan birini çocukken okumuştum. Soylu olduğu halde yatay pozisyondan daha yukarı çıkamayan bu kızımız Victor Hugo ile, pornografiye varan betimlemelerle aktarıldığı kadarıyla ateşli bir biçimde sevişiyordu. Evet, Victor Hugo! Bu kitapları yazan kişilerin ne düşündüklerini tahmin edebiliyorum. Şimdi kimse “Kardeşim, sen böyle yazmışsın ama bunlar tarihi gerçekler değil.” diyemez çünkü elde kanıt yok. Elbette Victor Hugo “Ben helaya kadar gidiyorum.” diyerek çıkmış ve komşunun karısına atlamış olabilir; bunun yazılı kaynaklarla kanıtlanamayacağı aşikar.
Daha önce, Türkçe’ye çevrilen “Imprimatur” ve “Secretum” adlı iki eşsiz romanını okuduğum karı-koca yazar Rita Monaldi ve Francesco Sorti’nin tarihi gerçekleri akademik kanıtlarla sunduğu bu seri (üçüncüsü “Veritas”) ile aynı sularda yüzen yeni romanları “Salai’nin Kuşkuları”nı bu düşüncelerle okudum. Fakat benzerlerinin aksine kendini ciddiye almayan bir tarihi-kurgu romanıyla karşılaştım. Bu olumlu bir şey çünkü yazarlar da anlattıklarının aslında kurgu olduğunu kabul ediyorlar. Romanı yazmaktaki amaçları hikaye örgüsünün gerçekliği değil zaten.
“Imprimatur”, “Secretum” ve “Veritas”daki Atto Melani’nin rolünü bu son romanda Salai devralmış. Gerçek adı Gian Giocomo Caprotti da Oreno olan Salai, Leonardo da Vinci’nin evlatlığı ve hayat arkadaşıdır (düşündüğünüz anlamda değil). Birçok metinde, 10 yaşında evlatlık olarak aldığı bu güzel delikanlıyla eşcinsel bir ilişki yaşadığı iddia edilen Leonardo da Vinci; eserlerindeki erkek kahramanlar için model olarak kullandığı Salai hakkında şöyle demiş: “Hırsız, yalancı, dikkafalı ve obur…”. Bunlar bir sevgiliye söylenecek sözler değil.
Yazarlar Salai’yi şöyle tanımlıyorlar: “Popolino scarpe grosse e cervello fino” yani kaba görünüşünün altında genellikle uyanık bir ruh ve sağlıklı bir aklın bulunduğu sıradan insanın mükemmel bir örneği. Dediklerine göre İtalya’ya çok aşina olan bu karakterin başka kültürlerce anlaşılması biraz zor. Aynı bizim “Lazlar” gibi… Roman bu edepsiz gencin, ismi zikredilmeyen bir devlet büyüğüne yazdığı gizli mektuplardan oluşuyor. Leonardo gizli bir görev nedeniyle Roma’ya gitmiştir ve ona göz kulak olan (ve mektupları yazdığı kişiye gizlice bilgi veren) kişi Salai’nin ta kendisidir. Olaylar ilerledikçe başlarına gelmedik şey kalmaz ve en sonunda şu anki tarihi bilgilerimizi yerinden oynatacak bazı gerçeklere ulaşırlar.
Romanın en güzel taraflarından birini, Leonardo da Vinci’yi tanrı katından indirerek normal insanların seviyesine çekmesi oluşturuyor. Son zamanlarda çıkan, elyazmalarından yararlanılarak oluşturulmuş bazı görsel materyaller neticesinde neredeyse peygamber gibi görülen sanatçıyı; cahil, gösterişçi, beş parasız dolaşan, çağdaşları kadar itibar görmediği için iş alamayan, kıskanç, çizdiği kadın resimlerinin karşısında mastürbasyon yapacak kadar zavallı ve korkak olarak görmek okuyucu için değişik ve heyecan verici bir deneyim. Tabii ki bu özellikler, babalığını çok sevse de pek zeki bulmayan Salai’nin ağzından aktarılıyor.
Kitabın dili öncekilere nazaran daha kolay ve akıcı. Hatta adi bile denebilir. Çünkü taşralı bir abazan delikanlının kelimelerinden oluşuyor. Yazarlar, o dönemi ve dönemin kelimelerini aktarmakta çok ustalar. Yıllar süren araştırmalarının sonucunda Salai hakkında yazılı ne varsa gözden geçirip bir karakter analizi yapmışlar adeta. Sanki Salai’yi yeni baştan yaratmışlar. Bu heyecanlı delikanlının bazı el yazmalarındaki imla hataları ve mürekkep lekelerini bile taklit etmişler; mektuplardaki Salai boyuna yanlış yapıyor, telaffuz edemediği sözcüklerin üzerini çiziyor. Bu arada Rita Monaldi dinler tarihi üzerine yüksek lisans sahibi bir klasik filolog, kocası Francesco Sorti ise 17. yy. üzerine uzmanlaşmış bir müzikolog. İkisi de yazardan öte araştırmacılar. Romanlarında aktardıkları Roma şehri o kadar gerçek ki, satırları okurken tozlu sokaklarında dolaşıyorsunuz sanki. Benzerlerinde rastlanmayan, yapaylıktan uzak bu atmosferi yaratmadaki başarıları, akademik temellerine dayanıyor haliyle. Kitabın dili, Boccaccio’nun alaycı ve edepsiz tarzına çok benziyor çünkü Salai, Decameron’un karakterlerinden biri gibi duruyor. Yemek, içmek ve doyumsuz seksüel arzularını tatmin etmek dışında hırsızlık ve ajanlık konusunda da altta kalmayan bu delikanlının ağzından çıkanlara bir kulak verelim.
Papa Borgia’yı nasıl tanırsınız? Papalık tarihinin bilinen en ahlaksız, en acımasız ve dejenere üyesi, bu mertebeye erişmek için önündeki tüm engelleri bertaraf eden bir cürete sahiptir, aşikar. Üstelik Papalık mertebesine erişip VI. Alexander adını aldığında bile durulmamış, sarayında gerçekleştirdiği her türlü sapkınlığı içeren seks partileriyle de tarihe adını yazdırmıştır. Kardinal iken, onlarca metresinden birinden edindiği oğlu Cesare Borgia (Valentino) ve Lucrezia Borgia’nın da katıldığı ensest ilişkiyi içeren toplantılardı bunlar. Valentino sözde amcasının (Borgia gayrimeşru çocuklarını yeğen olarak tanıtmıştır) silahlı kuvveti olarak tanınmış, düşmanlarının t*şaklarını kesmekten hoşlanan bir caniydi. Lucrezia ise kritik siyasal pozisyonlardaki adamlarla evlenip, amcası (babası) için gerekli politik gücü elde ettikten sonra, artık işe yaramayan kocalarını zehirleyen bir katildi. Bu zehirli karadul, hem ağabeyi hem de amcası olarak tanıtılmış babasıyla da cinsel birliktelik içindeydi. Borgia, çocuklarını piyon olarak kullanıyordu.
İşte bu rezilliğe bir dur demek isteyen Germenler/Alamanlar/Strazburglular; aslında kendi ırklarının Roma ırkından daha kadim ve üstün olduğunu kanıtlayan bir belge buldular: Tacitus’un Germania’sı. Bu tür tarihi belgelerin keşfedilmesinde o tarihte adlandırılmamış Hümanistler’in payı büyüktü. O zamanın İtalyan kentlerinin üyeleri birbirlerinden hazzetmiyordu. Bu nedenle Alamanlar çeşitli işlere, sırf çekememezlik nedeniyle diğer bir İtalyan’ın alınmadığı mertebelere kolaylıkla geldiler. Belge düzenleme, kayıt işlemleri, matbaa ve bankacılık konusunda neredeyse tüm koltuklar Alamanlar tarafından işgal edildi (bu fırsatçılık size de tanıdık geldi mi?). Papa hakkındaki dedikodular ayyuka çıkınca, Roma’da yeterince kuvvetlenen Alamanlar kilise içinde bir hizip yarattılar ve Luther ortaya çıktı.
Yukarıdaki bilgilere istediğiniz kaynaktan ulaşabilirsiniz. Wikipedia gibi internet ansiklopedileri de yararlı olacaktır. Ben kesin bir kaynak adı belirtmeyeceğim çünkü zaten yaygın olarak bilinen tarihi “gerçek”ler bunlar (?). Borgia ve dönemi hakkındaki tüm iç gıcıklayıcı olaylar birçok edebi esere ve filme konu olmuştur. Bunlardan örnek vermek gerekirse Walerian Borowczyk’in 1974 tarihli “Contes Immoraux (Ahlaksız Öyküler)” filminin adını anabiliriz. Buradaki öykülerin birinde Lucrezia, babası Borgia ve abisi Valentino ile sevişmektedir. Diğer yandan ünlü yönetmen Alejandro Jodorowsky’nin öyküleyip Milo Manara’nın resimlediği “I Borgia” adlı çizgi roman dizisini de unutmamak gerekir. Burada Borgia ailesinin iktidara gelişi ve kendi içlerindeki onaylanmaz ilişkileri daha açık bir biçimde aktarılmıştır. Yakın tarihli (2006) İspanyol yapımı Los Borgia (Yön: Antonio Hernández) gibi örnekler artırılabilir ki tüm bunlar bu ailenin popüler kültürdeki yansımasının çerçevelerini gösterecektir. Borgia; Neron, Hitler, Mussolini gibi bir kötülük timsalidir, bu genel bir görüş olarak yerleşmiştir.
Rita Monaldi ve Francesco Sorti, işte bu noktada okurun gözünü açıyor ve şaşkınlıktan dilimizi yutturacak şekilde “Tarih yalanlardan ibarettir” diye haykırıyorlar. Tüm bu olanlar nasıl bir komplodur, kimler rol oynamıştır ve neden gerçekler göz ardı edilmiştir, belge belge önümüze sunuyorlar. Okuduğumuz her satırda daha da hayrete düşüyoruz. Özellikle de çok güvenilir akademik çevrelerin, hiç de bilimsel olmayan tavırlarla gerçekleri göz ardı ettiğini öğrenince… Gerçekten yazılı tarih çok yanıltıcı; o kadar ki neye güveneceğinizi bilemiyorsunuz. Nazizm kokan “Germania” gibi bir belgeyi nereden peydahladıkları belli olmayan Hümanistler konusuna hiç gelmiyorum.
Monaldi ve Sorti araştırmacı gazeteci yönleriyle elde ettikleriyle, bu tarihi yazan, aktaran ve kabul edilmesi konusunda rol oynayanların ipliğini pazara çıkarıyorlar. Çevrelerinde pek sevilmemelerini haklı buluyorum. Hem ne demişler: “Sürüden ayrılanı sürü sevmez.”
I Dubbi di Salaí (2007) / Salai’nin Kuşkuları: Rita Monaldi & Francesco Sorti - Çeviren: Mehmet Barış Albayrak – Turkuvaz Yayınları – 480 Sayfa – Ocak 2024
Yazan: Wherearethevelvets
wherearethevelvets@sanatlog.com
Orhan Pamuk’un “Kar” Romanının Postmodern Kurgusu Üzerine
Orhan Pamuk, Kar’da (2002), Türkiye’nin siyasal haritasını, güncel ya da geleneksel dertlerini, Doğu-Batı problematiğini, “kendi” ya da “başkası olma”, kimlik kargaşası gibi sorunları yazınsal olarak kat ediyor. Türkiye’nin tüm sıkıntılarını kucaklama ve her şeyi anlatabilme kaygısı Kara Kitap’ta olduğu gibi bu kitapta da kendini belli ediyor. Bu bağlamda Kar’da Pamuk’un siyasete dolaysız ve içerden yaklaştığını kendi ağzından da dinleyebiliriz.
Kendisiyle 2024 yılında yapılan bir söyleşide şöyle diyor Pamuk:
“Şimdiye dek aslında bunun hep tersini savundum ben, güncel dertler, güncel siyasî sorunlar romancının dengesini bozar dedim. İnsan bunlara kitapları dışında enerji yetiştirmeli diye düşünüyorum çünkü. Ama uzun zamandır aklımı kurcalayan bir konu var. Güncel dertlerimize oturan bir konu. Biraz da kaçındığım bir şey yapmak istedim bu kez…” (Nilgün Cerrahoğlu ile Söyleşi, Milliyet, 2024)
Kara Kitap (1990), Yeni Hayat (1994) ve Benim Adım Kırmızı’da (1998) olduğu gibi polisiye atmosferin egemen olduğu Kar; siyasal partilerden (Refah ve ANAP); şeyhlerden, İslamcı örgütlerden; PKK ve Hizbullah’tan; Batı aydınlanmasından, Doğu-Batı sorunundan, postmodernistlerin yoğun olarak tartışageldikleri “özdeşlik” ve “farklılık” mantığından “ikizlik teması”na birçok konu üzerinde dönüp duruyor.
Peki, bu denli gerçekçi bir izlenim veren Kar, nasıl bir kurguya sahip ve Kar’da postmodern olarak nitelenebilecek biçim öğeleri neler? Buna geçmeden önce romandaki bazı göndermelere değinmek istiyorum.
Romanın daha ilk sayfalarında Yeni Hayat’a bir gönderme var:
“…belki de bütün hayatını değiştirecek bir yolculuğa çıkmış olduğunu ta baştan anlayıp geri dönebilirdi.” (s.10)
Yeni Hayat’ın anlatıcı-kahramanı da (Başkahramanın ismi, Pamuk’un ismi ile uyaklıdır: Osman) yolculuklara (taşrayı, sözümona Anadolu’yu boydan boya gezer) çıkar.
Kar’daki “Yeni Hayat pastanesi” de (s.2) isimsel bir anıştırma, dahası direkt bir göndermedir.
Yeni Hayat’a bir gönderme de, eski bir solcunun Ka’ya (Franz Kafka’nın Joseph K.’sından ödünç alınmış bir isim) söylediği biçimiyle şöyledir:
“Kitapçıdan bir namaz hocası aldım kendime. Önümde yeni bir hayat başlıyordu.” (s.59)
Anımsanacağı gibi Yeni Hayat , “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” tümcesiyle başlar. Osman ve üniversiteli arkadaşlarının bu esrarengiz kitabı (ki okudukları kitabın ismi de Yeni Hayat’tır) okumaları ve ardından kayıp ve gizemli bir serüvene yol almaları Yeni Hayat’ın konusudur. Üniversiteli gençlerin okudukları kitap nasıl romanın (Yeni Hayat) ta kendisi ise, Kar romanı da özdeş bir postmodern kurgu üzerine inşa edilmiştir.
Yeni Hayat ve Kar romanlarını şöyle karşılaştırabiliriz:
YENİ HAYAT:
1) Güncel Hayat
2) Bayiler İmparatorluğu
3) Şifreli isimler: Serkisof, Zenith, Omega
4) Şiddet/Araba Kazaları
5) Kapitalist Göstergeler: Arçelik/OPA
6) Politik kurumlar: CIA/Özel Ajanlar
7) Paranoya
KAR:
1) Güncel Hayat ve Yakın Tarih
2) Siyasal Örgütler
3) Lacivert
4) İşkence/Terör/İntihar
5) Coca-Cola/Aygaz
6) MIT/Darbeciler
7) Vurulma Korkusu
Kar’da medya kişiliklerine, öldürülen aydınlara örtük ya da örtüsüz göndermeler de var: Güner Ümit’e, Ahmet Taner Kışlalı’ya, Turan Dursun’a, Çetin Emeç’e… Ve postmodern yapıtların olmazsa olmazı metinlerarası göndermeler: Ivan Turgenyev’in roman kahramanları… Sessiz Ev’deki (1983) Nilgün de Babalar ve Oğullar’ı okuyor… Ayrıyeten Hegel’in “özdeşlik mantığı” da sorunsallaştırılıyor…
Şimdi Kar’ın postmodern kurgusunu inceleyelim…
Anlatıcı, romanın 11. sayfasında okuru uyarıyor:
“Ka’nın eski bir arkadaşıyım ve başına gelecekleri daha bu hikâyeyi anlatmaya başlamadan önce biliyorum ben.”
Böylece Ka’nın, anlatıcının yazınsal serüveninde ya da yapıtın kurmaca biçiminde bir araç olduğunu öğreniyoruz:
“Bir içgüdüyle ve o günlerde içimden sık sık geçen ifadeyle ‘tıpkı Ka gibi’, çıkardığım bir deftere yazdıklarım okuduğunuz kitabın başlangıcı olabilir: Ka’dan ve onun İpek’e duyduğu aşktan kendi hikâyemmiş gibi söz etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Dumanlı aklımın bir köşesiyle de kendimi bir kitabın ya da yazının iç sorunlarına kaptırmanın aşktan uzak durmanın tecrübeyle edinilmiş bir yolu olduğunu düşünüyordum. Sanıldığının aksine insan isterse aşktan uzak durabilir.”
“Ama bunun için hem aklınızı çelen kadından, hem de sizi o aşka kışkırtan üçüncü kişinin hayaletinden kurtulmanız gerekir.” (S.382)
“Kars’ta kendisine gelen şiirleri Ka, bütünüyle kendi yazmış gibi hissetmiyordu. Bu şiirlerin kendi dışından bir yerden ‘geldiğini’, kendisinin onların yazılması (…) için yalnızca bir araç olduğuna inanıyordu.” Bu pasaj Ka’nın yazının ya da metnin kendisi olduğunu ima eder okura.
“Ka notlarını kendisinin bu ‘edilgenlik’ durumunu değiştirmek, yazdığı şiirlerin anlamını ve gizli simetrisini çözmek için tuttuğunu birkaç yerde yazmıştı.”
Şiirleri biten, “altıgen kartanesini” tamamlayan Ka, “yok olur”, bir başka deyişle, “yazının kendisi olur.” Şiir kitabı “Kar”, elimizdeki Kar adlı anlatıdır.
Anlatıcı:
“Bunların ne kadarı rastlantı, ne kadarı benim kurgumdu.” (S.413) ya da “…ama kahramanımızın orada söylediklerinin de hepsinin doğruluğundan emin değilim.” (S.73)
diyerek hem okuyucuyu üst-kurmaca bir metinle karşı karşıya olduğuna ikna eder hem de romancının çıplak ontolojik gerçeğe tümüyle ulaşamayacağını belirtir. Zaten özneler kendilerini romancıdan daha iyi tanırlar. Romancı onların ne düşündüğünü tam olarak kestiremez:
“…bu basmakalıp rollerin erkek yazarları da aslında kadın kahramanlarının erotizmi ve toplumsal görevleri konusunda ondan daha derin ve ince fikirlere sahip değillerdi.” (S.345)
Ayrıca “…sanatla gerçeğin karıştırılmaması gerektiğini…” savunur anlatıcı.
Kar’daki kahramanlardan Kadife’nin şu sözleri kahramanların kişileşme arzularıyla ilgili bir fikir verir bize ve biz de onlar “kahraman olduklarının bilincindeler” gibi ironik bir durumla karşı karşıya kalırız:
“İnsan bazen tanımadığı ve bir daha hiç görmeyeceğine emin olduğu birisine bütün hikâyesini anlatmak ister ya, her şeyi. Eskiden Avrupa romanlarını okurken kahramanlar yazara hikâyelerini sanki böyle anlatmışlar gibi gelirdi bana. Avrupa’da üç beş kişi benim hikâyemi böyle okusun isterdim.” (S.235)
Şöyle de diyebiliriz:
19. yüzyılın realist ve natüralist roman anlayışını/geleneğini (Honore de Balzac’dan Emile Zola’ya) sorunsallaştıran Orhan Pamuk, gerçekle kurmaca arasındaki bağı sorgular. Metnin okuyucuya rağmen göreliliğini imler:
“Romancı Orhan, şair arkadaşının zor ve acı hayatındaki karanlığı ne kadar görebilir.” (S.261)
Pamuk, kitabının geleceğini, bir yazar olarak konumunu, eleştirmenlerin tavrını da sorunsallaştırır:
“Türk şiirine getireceği modernist yenilikten dolayı pek çok eleştiri ve saldırıya uğrayacağını (…) düşünürdü Ka.” (S.295) “İyi bir şairin, doğru bulduğu ama şiirini bozar diye inanmaktan korktuğu kuvvetli gerçeklerin yalnızca çevresinde dönmesi gerektiğini ve bu dönüşün gizli müziğinin onun sanatı olacağını Ka (…) bana söylemişti.” (S.226) “Beni ukalâ, entelektüel ve yarı deli bulan Türklerle de aram iyi değildi artık.” (S.39)
Pasajdan da anlaşılabileceği gibi, şair konumu vurgulanan Ka, aslında romancı Orhan Pamuk’tan başkası değildir.
Kar’da bir ansiklopedi maddesinin (S.213) yanında gazete yazıları da görürüz. (S.32–35, 294–295) Bunların varmak istediği telos, gerçek ile kurmaca, hayat ile sanat arasındaki ilişkileri betimlemektir.
Orhan Pamuk, kitabında belgesel araştırma kitaplarının biçimini de kullanır ve tarihsel romanların gerçekle kurgu arasındaki konumuna eğilerek türlerarası geçişliliği imler:
“Lacivert’in (…) ne düşündüğünü merak edenler kitabımızın (…) otuz beşinci bölümünün beşinci sayfasında ‘idamımın’ kelimesiyle başlayan kendi kısa hikayesine de bakabilirler…” (S.73)
Yanı sıra biyografik roman türü de sorunsallaştırılır Kar’da.
155. ve 159. sayfalar arasındaki kusursuz anlatım, genellikle postmodern yazarların yapıtlarında rastlandığı gibi hakikat ve oyun karşıtlığının birbirinin yerini aldığı, iç içe geçtiği sayfalardır.
Kar, “şimdiyi hayal gibi yaşayan” bir yazarın elinden çıkma bir metin. Güncel-siyasal havayı koklamasının yanında anlatının kendi iç sorunlarını da kuşatan Kar, Pamuk’un yeni biçim denemelerini sürdürdüğü, kimilerinin iddia ettiği gibi “yaşamasız bir yazar” olmadığının bir diğer kanıtı.
**********
Not: Alıntılar “Kar” romanının 2024’de İletişim Yayınlarınca yayımlanan ilk baskısına aittir.
Yazan: Hakan Bilge
Bu yazıyı 2024’de, Edebiyat Fakültesinde öğrenciyken yazmıştım. Edebiyatseverler (elbette Orhan Pamukseverler) ve SanatLog.com takipçileri ile özellikle paylaşmak istedim. Birkaç ufak ekleme dışında yazıda herhangi bir değişiklik yapmadım…