Kadınlar Ne İster? (2000, Nancy Meyers)
14 Mart 2024 Yazan: Editör
Kategori: Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Sapına Kadar Erkekler, Feminizmi Def Ederler!
“Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok soru sormak niyetindeyiz.” (Sigmund Freud)
Kadınlar ne ister, hiç düşündünüz mü?
Freud’un bu soruyu sormuş olmasını (1) önemsemeyebilirsiniz. Bunun birçok geçerli nedeni var. Freud’un mesai arkadaşları ve bazı öğrencileri, post-freudcular, 1960’lardaki feminist kuramcılar ve daha birçok kanat onun tartışmalı buluşlarına (2) karşı-argümanlarda bulundular. Soruyu ve Freud’un öteki önermelerini sessizce geçiştirenler de oldu, duymazlıktan gelenler de. Elias Cannetti gibi nefretle karşılayanlar da. (3)
Tartışmalı doktor, “Kadın, kayıp kıta” nitelemesinde bulunarak uzun süre tartışılmaya devam edecek zincirleme bir argümantasyon dizgesi oluşturduğu günden bugüne akademik araştırmalar ve konferanslar da birbirini izledi. Kütüphaneler dolusu kitap, tezler, sevinmeler ve ilenmeler daha sonra geldi. Biz bu yazıda şu ünlü sorunun sinemasal yönüyle ilgileneceğiz. Nancy Meyers’ın (4) yönettiği What Women Want (2000, “Kadınlar Ne ister?”) isimli filmi, malum soru etrafında derinleştirmeye çalışacağız.
Bu film, tartışmalı doktorun sorusunu ödünç alarak bir erkeğin, Nick Marshall’ın (Mel Gibson) gözlerinden fantastik bir dünya inşa ediyor. Bir kaza sonucu kadınların düşüncelerini okumayı başaran Nick, içine uyandığı kâbustan kurtulmak istiyor ilkin, fakat daha sonra, psikologunun yardımıyla, mevcut yeni özelliğinin bir avantaj olduğunu keşfediyor. İnsan ilişkilerinde pek başarılı olmadığını ancak bu sayede tam ve kesin olarak kavrayan reklamcı, kızıyla (Ashley Johnson) olan yarı-travmatik ilişkisini gözden geçiriyor. Reklamcı olarak çalıştığı büyük şirketteki mesai arkadaşları, özellikle de kadınlar arasında popülerlik kazanıyor. Düşüncelerini okuduğu ve kendisine ilgisini fark ettiği Lola’yla (Marisa Tomei) yatıyor. Rakibi Darcy Maguire’i (Helen Hunt) ekarte ediyor ama ona âşık da oluyor. Bilirsiniz işte, filmlerde hep böyle olur…
Kadınların ne düşündüklerini bilmek, onların ne istediklerini bilmekle eşanlamlı mıdır? Eğer bir kadının aklından geçenleri bilseydik, ona bütünüyle sahip olabilir miydik? Böylelikle ikili ilişkilerdeki açmazlarımızı sorunsuzca veya önlem alarak çözümleyebilir miydik? Ya onların bizim hakkımızdaki düşüncelerini bilmenin bize acı verebileceğini keşfetseydik? Kuşkusuz Nick, çevresindeki kadınların, emri altında çalışan genç kadınların, sevdiği kadının veya kızının kendisi hakkında neler düşündüğünü korku ve şaşkınlıkla öğrenirken; bu yeni yeteneğini nasıl avantaja dönüştürebileceğinin ipuçlarını da kestirmeye, yakalamaya çalışıyor. Kadınları daha iyi anlayabilmek için onlar gibi giyinip onlar gibi düşünüyor. Güzellik salonlarına gidiyor. Spor salonlarında onlarla birlikte egzersiz yapıyor. Yolda yürürken ve koşarken, eğilip akıllarından neler geçtiğini dinliyor.
Karşı-cinsi dinlemek, onların sorunlarına eğilmekle de eşanlamlı. Daha önce göremediklerini daha iyi ve yeni bir gözle görmeye çalışan; anlamakta geç kaldığı insanları, sorunları bulunan ev kadınlarını, emri altında ya da üstünde çalışan kişileri daha iyi kavramaya başlayan Nick, tam da Hollywood’dan beklenebileceği gibi görece bir iyilik meleğine dönüşüyor. Bir gecelik ilişki yaşadığı ve çabucak unutmak istediği Lola’ya örneğin üzülmesin diye homoseksüel olduğunu itiraf ediyor (!). Kızı Alex ile alışverişe çıkıyor, sabahları işe gitmeden önce çocuklarını öpen Capracorn ebeveynler gibi davranmaya çalışıyor ama halen bir tarafında maço bir özellik bulunuyor. Yine de bu daha çok kızını merak eden düşünceli bir babanın kıskançlığı ve engelleyici metotları ile örtüşüyor.
Evet, buraya kadar şunları söyleyebiliriz: Görece başarılı ve parlak bir kariyere ve iş yaşamına sahip Nick, kadınların beynini okumaya başladıktan sonra işinde doruğa tırmanıyor. Görüyoruz ki, önce sarsıcı bir orgazmla doruğa çıkıyor, ardından kadınlar arasında bir popülerlik elde ediyor, nihayet iş yaşamında hızlı bir yükseliş… Entrika elde etme, sahip olma biçiminde örgenleştiriliyor. Kadınlara hâkim olmak, iyi bir aile yaşamına sahip olmak ve iş yaşamında yüksek mevkiler elde etmenin, Hollywood’da anlatı yapı ve kurgusunun genel olarak yükseliş ve düşüş temasına koşut inşa edilegeldiğini mimleyebiliriz bu noktada. Şu klasik üçlü formülasyon (5) birçok popüler anlatıya mührünü vurmuştur.
Sadece bu mu? Bir Hollywood filminde ikonlar ve ikonalar, kısacası, seyircinin özdeşleşim kurabileceği figürler, dürüst ve ahlaklı olmalıdırlar. (6) Eğer çapraz bir adım attılarsa, hatalarını anlayıp doğru yola girmelidirler. What Women Want’ın ardındaki beyinler bunun fazlasıyla farkında ve üçlü formülasyonu kurgulamak için harekete geçiyorlar. Nick, beynini okuduğu ve sırlarını çalarak sükse elde ettiği sevgilisi Darcy’nin ayağını kaydırdığı için vicdan azabı duyuyor; onun başarısını bir hırsız gibi çaldığı için üzülüyor. Öyle ya, bir özdeşleşim figürü, bir star olduğu için, dahası, seyirci nezdinde örnek bir tipolojiye ait olduğu için hatasının farkına varmalıdır. Olan-biteni düzeltmelidir.
Erkeğin, ayağını kaydırdığı dişinin başarısını teslim etmesi, beyninin ışığını kutsaması, bir kadın yönetmen olarak Nancy Meyers’in feminist bir çözüm yolu olabilir mi? İş yaşamında yaratıcılığını kanıtlayan dişi, erkeğin başarısını sollayarak bağımsızlığını ve ulaşılmazlığını mı elde etmiş oluyor? “Bakın!” diyor What Women Want, “Bir kadın, iş yaşamında erkeği sollayabilecek yeteneklere sahip.” İşin karşı-kutbu: “Erkek ise bu başarı, azim ve parlak yaratıcılığın üstüne yatıyor.”
“Feminist bir çözüm”den bahsettik az önce. Filmin öyküsü erkek-öznenin bakışına göre inşa edildiğinden, ilk başta bu bir sorun yaratıyor ancak kuşkusuz feminist bir vizyon ya da manifesto için entrikanın illa ki dişiliğin bakış açısına göre kurgulanmasına gerek yok. (7) Filmde erkeğin gözlerinin ödünç alınması, başta sorduğumuz soruyla alakalı: Kadınlar ne ister?
Öyleyse, kadınlar ne ister? What Women Want’a göre kadınlar şunu ister:
Nick’in kızı Alex: İletişim kurabileceği anlayışlı bir baba.
Lola: Sevip, tarafınca sevilebileceği bir erkek.
Darcy: Güvenebileceği bir sevgili.
Alex’in kız arkadaşları: Sevimli bir baba.
Nick’in mesai arkadaşları: Mutlu olabilecekleri bir eş.
Nick’in işyerindeki dosya dağıtan kız: Çevresindeki insanların kendisinin farkına varmalarını. (8)
“Eee, bir erkek de bunları isteyemez mi yani?” diye sorduğunuzu işitir gibiyim. Elbette. O zaman bu filmin çekilme nedeni nedir? Hah, şaka mı yapıyorsunuz! İşte parlak bir çözüm: Kadınlar da erkeklerden fazla bir şey istemiyorlar, ah evet. Erkekler ne istiyorlarsa, kadınlar da benzer şeyleri istiyorlar; ama dikkatli bakmayınca gözden kaçırılabilecek kimi nüanslar var: Kadınlar, kırılgan yaratıklardır. Anlayış beklerler. Şefkat isterler. Karşısındakinin kendisini dinlemesini arzu ederler. Onların farkına varmalıyız. Gözlerinin içine bakmalıyız. Onları görmeliyiz. Daha da önemlisi empati kurup neler düşündüklerini kestirmeliyiz. Özetle: Kadınların neler istediklerini biz erkekler keşfetmeliyiz ki esaslıca baktığımızda, demin de çıtlattığımız gibi, öyle çok bir şey de istememektedirler. Sadece bakmayı, görmeyi, işitmeyi ve hissetmeyi bilelim yeter!
Anlatının giriş sahnesinde Nick’in eski karısının ağzından işittiğimiz sitem dolu şu sözlere bakalım:
“Sapına kadar erkek ne demektir, bilir misiniz? O, sürünün başıdır. Diğerlerinin gıpta ettiği ve kendine örnek aldığı erkek tipidir. Sapına kadar erkek, kadınlar hakkında hiçbir şey bilmeyen biridir. Eski kocam Nick tam anlamıyla sapına kadar bir erkekti. Onunla hiç evlenmemeliydim. Beni bir nebze olsun anladığını sanmıyorum.”
Hanımlar ve beyler, son tümceye özel bir dikkat lütfen: “Beni bir nebze olsun anladığını sanmıyorum.” Bir kadını anlamanın yolu nedir? Empatik süreç bir kadını anlamanın başat bir göstergesi midir? Bir kadını anlamak, onun hislerini, düşüncelerini, arzularını anlamaktan mı geçiyor yoksa? Doğrusu öykünün tezi tam da burada düğümleniyor. “Kadınlar ne ister?” diye sorduğunuzda, peşi sıra empatik süreçleri devreye sokmanız gerekecektir. Ne denli basit değil mi?
Artık sinemadan mutlulukla, gözlerinizi gerçeğe açmış olarak ama en iyisi bir şeyler öğrenmiş olarak, huzurla ayrılabilirsiniz. Yeni bir gün ve yarın sizleri bekliyor. (9) Elbette ekonomik açmazlar ve sınıf çelişkileri, sosyo-psikolojik cinsiyet uçurumları ve kültürel çatışmalar üzerinde hiç durulmaz, birçok yüzeysel Hollywood yapıtında olduğu gibi. (10) Yeniden soralım: Kadınlar ne ister?
Notlar
1. Freud’un sözlerinin tam şekli şöyle: “Henüz yanıtlanamamış ve kadın ruhuyla ilgili otuz yıl süren araştırmalarıma karşın benim de yanıtlamayı başaramadığım çok önemli bir soru var: Kadınlar ne ister?”
2. Tartışmalı kuram ve görüşlerinden en bilinenleri: Psikoseksüel gelişim kuramı ve oedipus kompleksi, rüya incelemelerinin bilimselliğinin kuşkulu olması, ceza görebilmek için suç işlendiği görüşü, libido kuramı vb.
3. Bkz. Marakeş’te Sesler, Elias Canetti, Çev: Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, 1. Basım, 1999, İst.
4. Something’s Gotta Give (2003, Aşkta Her Şey Mümkün) ve The Holiday (2006, Tatil) gibi romantik-komedi sıfatıyla piyasaya sunulan tecimsel yapımların Amerikalı kadın yönetmeni.
5. Dizgenin inşa edilişi, dizgenin yerinden edilişi, dizgenin yeniden inşa edilişi. Bu formülasyon Hollywood kanalıyla Yeşilçam’a da ikame edilmiştir.
6. Hollywood yapım standardizasyonunun tipleme operasyonu hep aynı klişenin pratize edilmesini anlatır: İyiler ve kötüler. Özdeşim kurabileceğiniz ya da kuramayacağınız tipler galerisi. Majors’ler seyircinin yerine düşündükleri için iyi ve kötü anlayışı da tamamen onların kurguladıkları bir temsilî evreni ifade etmektedir.
7. Konuyla ilgili olarak bkz. Hitchcock Sineması, Robin Wood, Çev: Ertan Yılmaz, Kabalcı Yayınevi, 1. Basım, 2024, İst.
8. Görülebileceği gibi, para istemiyorlar. Lüks bir daire istemiyorlar. Spor araba istemiyorlar. Bakın işte, kadınlar çok şey mi istiyorlar allaşkına? Film bunu sistematik olarak kanıtlamaktadır. Kadınlar, “normal bir insanın isteyebileceği şeyleri” istiyorlar!
9. Mutlu son sinemasal dizgesi bunun için öngörülmüştür. Siz, “Seyirci mutlu sonları sever.” şeklinde de okuyabilirsiniz.
10. Dev ahtapot Hollywood’un popülist-tecimsel öyküler anlatan filmlerinde genel olarak iş yaşamında zirvede bulunan özne, erkek-öznedir. Dişi ise beyaz ve muhteşem heteroseksüelin emri altında çalışır. Eğer dişi yüksek statüde ise genelde cinselliği körelmiş (gözlüklü, saçları arkadan topuz biçiminde bağlı) ve erkeksi (sert bakışlı, dik duruşlu bir frijit) bir şekilde tasvir edilir. Yok, eğer statüsü düşük bir dişi ise seksi bir arzu nesnesi olarak karikatürize edilir.
Hakan Bilge
hakanbilge@sanatlog.com
Kaos GL Dergisi – Sayı: 126, Sayfa: 53–54
Yazarın öteki film eleştirileri için bakınız.
The Wrestler (2008, Darren Aronofsky)
25 Şubat 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Güreşmek ya da Güreşmemek. İşte bütün mesele bu.”
Darren Aronofsky, günümüz sinemasının auteur olma yolunda ilerleyen ve yapmış olduğu bir avuç filmle sinemasının gücünü sürekli arttıran deyim yerindeyse, sürekli vites büyüten yönetmenlerden. Çok az film yapmasına rağmen, neredeyse her filmiyle türden türe atlamalar yaparak bu konudaki rüştünü ispatlamış bir sinemacı. İlk uzun metraj filmi Pi (1998) ile pyscho-noir sularına açılmış, Requem for a Dream (2000, Bir Rüya İçin Ağıt) filmi ile sert, keskin ve bir o kadar gerçekçi bir insan, bir sosyoloji portresi çizmiş, The Fountain (2006, Kaynak) filmi ile varoluş, evrim, aşk ve mitolojiyi tek bir potada harmanlayarak –her ne kadar bazı sevenlerini hayal kırıklığına uğratmış olsa da– oldukça düzgün bir kompozisyon ortaya çıkarmıştır. Kendisi de ruh-beden-akıl üçlemesi olarak beyan etmiştir önceki filmlerini. The Wrestler’in (2008, Güreşçi) ise yönetmenin ana akım Amerikan sinemasına oldukça yakın durduğu, hem konu hem de teknik açıdan klasik bir anlatıya sırtını dayamış yoğun bir drama olduğunu belirtmek gerek.
Sinema tarihine göz attığımız zaman ağırlıklı olarak çekilmiş spor veya sporcu filmlerinin, daha çok bireysel düzeyde olduğunu görürüz. Konuyu biraz daha açacak olursak: Takım oyunu oynanan sporlardan çok, bireysel amaç güden, kişisel yeteneklerin ön planda olduğu sporların malzeme olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle seyirci kendini perdede yansıtılan sporcunun başarılarını bir özdeşim kıyafeti olarak giyebilmektedir… Beyazperdeye yansıtılan bu sporların başında ise dövüş sporları gelmektedir. Daha çok madalyonun testosteron tarafına tekabül eden bu filmler, nadiren de olsa bayan izleyiciler için de yapılmıştır. Bunun en iyi örneği ise Clint Eastwood’un, Million Dolar Baby (2004, Milyon Dolarlık Bebek) filmidir diyebiliriz. Oldukça geniş bir inceleme konusu olan sportif faaliyetler üzerine yapılan filmleri, umarım ileri bir tarihte yeniden ele alabiliriz.
The Wrestler filmi, yukarda bahsettiğimiz, kişisel zaferleri, hünerleri, başarıları, onurları anlatan bir film olmaktan oldukça uzak bir kıyıda seyretmektedir… Bu açıdan Martin Scorsese’nin Raging Bull (1980, Kızgın Boğa), Clint Eastwood’un Million Dolar Baby filmleriyle organik bir bağ kurmak mümkündür.
Film eski bir güreşçi olan Randy Raobinson’ın (Biz kısaca Ram diyelim; Mickey Rourke) kişisel başarılarının en üst düzeyde olduğu 80’li yıllardan alınmış ve üzerlerinden 20 yıl geçmiş dergi kapakları, gazete kupürleri ve arka fonda hayran çığlıkları alkışları ile başlar. Ram başarılarını ringte kazanmış olmasına rağmen, geçen 20 yıl boyunca hayata karşı olan güreşinde yenilmiş ve kendi deyimiyle artık bir et parçasına dönüşmüştür. Yapayalnız, savrulmuş adeta filmin fon rengi olan sarı bir hüzünle boğuşmaktadır. Yönetmenin belki de sonbahar mevsimini kullanması aslında Ram için de bir sona yavaş yavaş yaklaşıldığını aksettirmektedir. Bir soygunu göstermeden nasıl soygun filmi yapılıyorsa, bir savaşı göstermeden nasıl savaş filmi yapılabiliyorsa, The Wrestler filmi, neredeyse güreş olmadan güreşi anlatan bir film mahiyetinde…
Ram’in ekmek teknesi olarak kullandığı vücudu artık teklemektedir. Ve yaşamını bu şekilde sürdürmesi mümkün olmayan bir durum haline gelmektedir. Ringleri bırakması kendisi için ne kadar zor olsa da bunu yapmak zorundadır. Aronofsky’nin hareket eden kamerası sayesinde, ağır bir anlatıma sahip olan film, dinamik bir şekilde hikâyesini anlatmaya devam ederken, Ram kaybetmiş olduğu değerleri, terk etmiş olduğu kızını, yaşam ile olan bağlarını tekrar kazanmak, hapsolduğu yalnızlık duvarlarını yıkarak tekrar elde etmek için seferber olur. Yönetmenin dinamik kamera kullanımına katkıda bulunan müziklerden bahsetmeden geçmek olmaz. Diğer filmlerinden de aşina olduğumuz Clint Mansell’in seçtiği parçalar… Özellikle Ac/Dc, Gun’s and Rose’s gibi grupların parçaları filmin bu konudaki tekniğine hizmet etmekte kalmayıp seyircinin kulağının da pasını silmektedir.
Daha önce bahsettiğimiz üzere The Wrestler bir testosteron filmi olmaktan oldukça uzakta seyretmektedir. Yönetmenin daha önceki filmlerinden aşina olduğumuz, alt tabakada yaşayan insanların öykülerine, Amerikan rüyalarını tersine çeviren banliyö yaşamlarına, sinmiş, et parçalarına dönüşmekte olan bir toplumun yaralarına adanmış bir ağıt diyebiliriz The Wrestler filmi için. Aynı şekilde vücudunu ekmek teknesi olarak kullanan sadece Ram değildir. Ram’in sürekli gittiği ve striptiz kulübünde çalışan Cassidy de (Marisa Tomei) yaşamını vücudunu kullanarak kazanmaktadır. Bu sadece Ram veya Cassidy öyküsü değildir aslında. Bu, makineleşen, sistemin bir vidası haline gelmeye başlayan, ruhunu, maneviyatını, mutluluklarını kaybeden, yalnızlığa mahkûm olmuş, aynı kaderi paylaşan insanların da öyküsüdür bir nevi.
“Bizim günahlarımız için delindin ve ahlaksızlığımız için ezildin, bize barış getiren ceza senin olacak ve yaralarınla biz iyileşeceğiz.”
Ram hayat ile olan bağlarına geri döner ve kendine bir iş bulur. Bulduğu iş aslında kendisine hiç de yabancı gelmeyecek olan et satma işidir. Ancak film sanıldığı gibi bir Amerikan rüyasına dönüşüyor gibi görünse de, ilerledikçe bir Amerikan kâbusuna dönüşecek, hayat ile olan mücadelesinde Ram bir kez daha tuş olmaktan kurtulamayacaktır. Kızı ile olan bağlarını düzeltmesi için bir şansı olsa da bunu kullanamaz. Cassidy ile birlikte yeni bir yaşama başlama hayalleri yine aynı şekilde hayal kırıklıklarıyla baş başa kalır. Ram’in tek bir çaresi kalmıştır o da yeniden ringlere dönmek ve şovunu kalbi hasta olmasına rağmen devam ettirmek… Dibe vurmuş ve hayatından başka kaybedecek bir şeyi olmayan yalnız bir adamın öyküsü The Wrestler. Ram ise Dostoyevski’nin tabiriyle “Allah’ın yalnız adamıdır.” Travis Bickle’dan bile daha yalnız…
“Tek incindiğim yer dışarısı, Dünyanın umurunda değilim.”
Darren Aronofsky filmin sonunu açık bırakmasına rağmen oldukça iyi bir film çıkarmış. Bunun yanında Mickey Rourke’un adeta kendini oynaması bir oyunculuk dersine dönüşüyor.
Son olarak finaldeki dövüş sahnesindeki “İranlı rakip, Amerikan rakibe karşı” metaforu pek hoşuma gitmese de (Rocky 4 filmini anımsattığı için) The Wrestler, modern klasikler arasına şimdiden adını yazdırmıştır.
Yazan: Kusagami