Okuribito / Departures (2008, Gidişler) - Yojiro Takita
10 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Modern Japon sineması veya geleneksel japon sineması, Gendai-geki veya Jidai-Geki, farklı sinemaları temsil eden kavramlardır. Bu görünürde öyledir ancak temsili olarak farklı dönemleri anlatsalar da Japon Sineması özünde ele adlığı konular ve anlattığı sorunlar açısından özünde aynı kapıya çıkan bir sinemadır. Buradaki mesele bu sinema kavramlarını birbirinin karşıtı görmekten çok, birbirlerinin devamı niteliğinde algılayabilmektir. Bu filmlerde anlatılan modernizm-gelenek, meteryalizm-maneviyat, yaşam-ölüm, geçmiş-gelecek gibi kavramların aslında birbirinin devamı niteliğinde olduklarıdır. Bu nedenle japon filmlerinde gördüğümüz yaşlı-çocuk, usta-çırak, modern binalar-eski dönem yapıtlar, kılıçlar-tabancalar bu anlatımın altındaki en önemli sembolleridir. Bunu eski kuşak Japon yönetmenlere baktığımızda kolayca anlayabiliriz.
Okuribito / Departures (2008, Gidişler, Yojiro Takita) filmi tam da meselesine buradan başlıyor. 2024 yılında en iyi yabancı film oskarı alan film, bu alanda birçok kavramı yeniden irdeliyor. Belki de günümüz japon sinemasının ihtiyacı olan sıçrayışı göstermesine sırt veriyor.
Ölüm. İnsanların hakkında en az şey bildikleri, kimi zaman dile getirmeye, konuşmaya korktukları bir kavram. Bunun ardında yatan en önemli nedenlerden biri, sonraki aşamada ne olacağıdır? İnsanlık tarihi boyunca bu soruya cevap bulma peşinde koşsa da halen büyük bir gizem bir muamma. Bilinmeyen her şey haliyle insanı korkutacaktır insanın böylesine bilinçli bir korkuyla yaşaması bunu bastırması bana göre büyük bir trajedidir. Ölüm korkusu olmasaydı dünya şüphesiz farklı bir yer olurdu belki de. Ancak insanın bilinçaltında yine ölme arzusu olduğunu, var olduğu maddeye geri dönme isteğinin olduğunu Freud’un kuramlarından çıkarmaktayız. Genel itibariyle düşündüğümüzde öldükten sonra tasvir edilen cennetin yeşillikler içinde olması, ırmakların şalelerin olması ve bunun nerdeyse yeryüzündeki doğa betimlerine uyması ne garip. Bu da yapımızdaki çamurun tekrar toprak olması isteğiyle açıklanabilir herhal.
1946 yapımı belki de sinema tarihinde insana en çok umut veren filmlerden biridir Frank Capra’nın, It’s A Wonderfull Life / Şahane Hayat filmi. Konumuzu hatırlayacak olursak, doğmamış olmayı dileyen George Bailey (James Stewart), yaşamı alt üst olmuştur, köprüden atladığı sırada kendisine bir meleğin yardım edip isteğini gerçekleştirmesi, bunun sonucunda doğmadığı için yaşadığı kasabanın bir tür cehenneme döndüğünü görmesi ve her şeye rağmen hayat güzeldir düsturunu edinip, tekrar yaşama bağlanması bir nevi yaşamın kendisini yüceltmesini anlatan güzide bir filmdi. Okuribito filmi ise aynı şeyi ölüm teması üzerinden yaparak insana aynı anda hem ölüm ile yüzleştirip hem de aynı umudu aşılayan bir film. Bu açıdan ciddi anlamda revizyonist, bir o kadar maneviyata yönelmiş olmasının yanında, bu dünyayı da yaşanılacak olan güzel bir yer olarak betimliyor.
Filmimiz nerdeyse konusuna denk düşecek şekilde sisli bir gün ile başlar. Bu sisi delen iki araba farı görünür, uzaktan belki de böylesine bir uğursuzluğu dağıtan ışıklardır bu farlar. Arabayı süren genç kişinin içsesinden kulaklarımıza şu cümleler çalınır:
‘’Çocukken kış mevsimi beni bu kadar da üşütmezdi. Tokyo’dan Yamagata’ya döneli neredeyse iki hafta oldu. Şimdi düşünüyorum da, ne kadar da bayağı bir hayat sürmüşüm.’’
Karakterimiz Daigo Kobayashi (Masahiro Motoki), genç bir yaşta olmasına rağmen içsesinden yansıyanlar bize neler yaşamış olabileceği merakını uyandırır. Yanında oturan yaşlı adam Ikuei Sasaki (Tsutomu Yamazaki) ile olan yolculuklarında vardıkları yer bir cenazedir. İşleri ise ölen kişinin cesedini en iyi şekilde ölüme hazırlamaktır. Şüphesiz insanoğlu varolduğu tarih boyunca ölümden sonraki yaşama inanışın bir göstergesi olarak, ölen kişiyi mumyalama onu eşyaları, sevdiği şeylerle birlikte gömme geleneğini sürdürmüştür. Bunun herhangi bir dine inançla bir ilgisi yoktur, bunun insan olmayla ilgisi vardır. Dini inançlar sadece bu merasimin veya yolculuğun şeklini belirlemiş veya değiştirmiştir. Farklı topografyada yaşayan milletler bunu farklı ritüeller uygulayarak yapmaktadır. Bu bize Kabil’in Habil’i gömmesinden kalan en büyük mirastır!
Daigo, ölen kişiyi son yolculuğuna uğurlamak üzere işini yapmaktaki titizliği gösterir. Bunu bir iş olmaktan çok nerdeyse sanatsal bir kaygı içerisine düşmüş sanatçı ruhuyla yapmaktadır. Bu bir ölüye gösterilebilecek en büyük saygının ifadesidir. Nerdeyse ayinsel davranışlarla ölüyü temizlerken, ölen kişinin aslında kız olmadığının farkına varır. Bu yüzden ailesine ölünün temizlendikten sonra, erkek makyajı mı yoksa kadın makyajı yapılmasını istedikleri sorulur. Cinsiyetini değiştirmiş olmasına rağmen ailenin onu en son haliyle, yani bir kadın makyajıyla uğurlanmasını uygun görür, daha önce çocuklarını bu yüzden dışlamış aile çocuklarını bu şekilde kabul etmiştir. Bu belki de karşımızdaki insanı kabullenmek için ölümün sunduğu bir armağandır. Nietzsche’nin dediği gibi ‘’Ölümün son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır.’’ Var oluş açısından haklı bir tespit olmasına rağmen, ölümün başka iyiliklerini de bu film sayesinde görmüş oluruz.
“Sen ey tanrılar alevi ey eliziyum kızı
Biz mabedine gideriz mest olmuş halde senin
Âdetin ayırdığı şeyler hep sihrinde gizlenir
Daima kardeş olur insanlar gölgende seninMedeniyet insanlığa güneş gibi nur saçar
Bilgimizin ışıkları karanlıkta yol açar
Bu yol bizi mutluluğun kucağına götürür
Neşe ile bağlı dostluk insanlığı yürütürKardeş olun ey insanlar bunu ister tanrımız
Bu dünyada her şey geçer en son sana dost kalır
İnsanlığa doğruluğa göğsünü aç korkmadan
Hür doğmuştur insanoğlu hür yaşamak hakkıdır”Schiller
Evet, yukarıdaki mısralar, Schiller’in, Neşeye Övgü şiirinden. Ancak bize daha da tanıdık bir tınıyla sunulduğunu söylemek gerek. Beethoven’in 9. Senfonisinin 5. bölümünde söylenen tatlı sözlerdir ayrıca.
Daigo’nun daha önce belirttiği gibi iki hafta öncesine Tokyo’da olduğu bir konsere gidiyoruz Gidişler filmi bir ‘dönüşler’ filmine dönmüştür. Konser salonunda çalınan 9. senfoniyi dinleyenlerin sayısı oldukça az. Yönetmenin bu konuda ne kadar anlamlı bir ironi oluşturduğuna dikkat etmek gerek. Salonun boş olması her şeyi tüketmeye başlayan bir toplumun modernize olma çatısı altında, sanat kavramından bu denli uzak durması, şehir insanının zaman ayırdığı şeylerin bir parçası olması, özünden uzaklaşması, ‘’medeniyetin artık güneş gibi nur saçmaması’’ gibi kavramlar altından bize Tokyo şehrinin manzarasını göstermeden bir Tokyo şehri çizer yönetmen. Karakterimiz Daigo ise bu orkestrada çello çalmaktadır, bir anlamda bu sanatın bu mısraların bir parçası konumundadır. Ne kadar beyhude bir yaşam sürdüğünü söylemesi ve asıl yaşamın farkına memleketine döndükten sonra farkına varması önemlidir. Ki dinleyici çekmeyen orkestra konserden sonra dağıtılır. Daigo akşam sessiz bir şekilde ne yapacağını düşünürken, eşi akşam yemeği için komşulardan bir ahtapot aldığını söyler. Buradaki ahtapot metaforu oldukça dikkat çekicidir. Daigo’nun eşi ahtapotu pişirmeden önce ahtapotun canlandığını görür. Bu yüzden ahtapotu yeniden geldiği yere yani nehre atmaya karar verirler. Ancak her şey istedikleri gibi gitmez, ahtapot tekrar yaşadığı yere dönmesine rağmen hareket etmez ve yavaş yavaş dibe iner. Bunu görmek Daigo’nun kendine gelmesine ve memleketine geri dönme kararı vermesine neden olur, bu şekilde davranmadığı takdirde başına gelecek olan şey yarı ölmüş bir ahtapotun yaşamından farksızdır. Bunu konsere gelmeyen Tokyo’da yaşayan japonlar için kullanabiliriz. Aslında yarı ölmüş olan ahtapot şehirde yaşayan özünü unutmuş insanlardır.
Yazımızın ilk başlarında belirttiğim gibi özüne dönme, ölme isteği, yeniden toprak olma, toprağa karışma gibi kavramlar insanın içinde var olan kavramlardır. Burada karakterin memleketine- ki yeşil ve doğa içerisinde bir yer-dönme isteği sonradan uzaktan yakına ilişkisiyle bağlantılı olarak dönüşmeye evrilmeye devam edecektir.
Daigo, memleketi olan Yamagata’ya eşiyle birlikte geri döner. Annesinin ölümünden sonra bıraktığı evde yaşamaya başlar ve kendisini yeni bir iş aramaya koyulur. Gazetede gördüğü ‘’seyahat acentesi’’ işi için başvurmaya karar verir. Ancak işyerine gittiği zaman sanıldığının aksine bu acentenin diğer acentelerden farklı bir şekilde işleyiş tarzına sahip olduğunu öğrenir. Gazeteye ilanı veren ise Sasaki, muzipliğini kullanarak bu işi kimsenin istemeyeceğini bildiği için kelime oyununa girişmiş bunun sonucunda Daigo’da bu tuzağa düşmüştür. Buradaki seyahat aslında kişinin son yolculuğuna uğurlandığı bir seyahat acentesidir. Böylesine dolgun maaşlı ve kısa süreli iş imkânı olmasına rağmen bunu kabul etmekte zorlanan karakterimiz, yavaş yavaş işine adapte olmaya başlayacaktır. Sasaki karısını kaybettikten sonra bu işe başlamış ve ilk yolculuğa uğurladığı karısından sonra çevresi tarafından kabul görmüş ve gün geçtikçe yaşı başını almış bir karakterdir. Daigo ile arasında kurdukları bağ usta-çırak, yaşlı-genç, ölüm-yaşam ilişkisinden öte aynı zamanda bir arkadaşlık ilişkisidir.
Yeni bulduğu işin verdiği utançtan dolayı eşine bahsetmek istemeyen karakterimiz, eşine başka bir işte çalıştığı yalanını uydurur tıpkı ‘’çello’’sunu ilk aldığı zaman ki gibi. Daigo’nun yeni işine adapte olması zannettiği kadar kolay olmayacaktır. İlk işi 2 hafta önce ölen bir cesetledir, sonrasında yemek yerken bile et görmeye tahammül edememe durumuna ve ölülerin kokusu üzerine sinmeye başlar. Bu da Daigo’nun çocukken gittiği hamama gitmesine vesile olur. Daigo’nun annesi 2 yıl önce vefat etmiş olmasına karşın babası onu altı yaşında başka bir kadınla giderek terk etmiştir. Bu nedenle babasını hiçbir zaman affetmeyen Daigo için bu iş ‘’kendini bulma yolu’’na dönüşecektir.
Daigo’nun kendini bulma yolu ve kendini ifade etme yolu olarak çellosunu kullanması şaşırtıcı değildir. Bu kadar acı ve kederi yaşaması kendisinin bir tür sınavdan geçtiğine inanmasını sağlarken bir yandan da sanatçı kişiliğindeki ruhu da uyandırmayı başarıyor. Çocukluğunu gördüğü sahnede ise, kafasında sadece bulanık bir tablo olarak baba figürü görülmektedir bu da halen babasına karşı duyduğu nefretin simgesidir. Karakterimiz evindeki eski çelloyu tamir edip çalmaya başlar ve çellonun yer ile temasını sağlayan sivri demirin çıkarmış olduğu izleri görmemiz aslında, çocukluğunda yaşamış olduğu birçok şeyin izi haline gelmektedir. Bir nevi ölüm sayesinde yaşamın değerini ve uçup giden zamanın değerini anlayan karakterimiz bir köprüde nehrin akışını izlerken gözüne somon balıklarının görüntüsü takılır. Sonradan yanına yaklaşan yaşlı adam ile diyaloglar düşündürücüdür.
— Ne kadar acıklı, ölmek için çabalıyorlar. Her hâlükârda öleceksen neden bu kadar çabalarsın ki?
— Eminim ki, doğdukları yere geri dönmek istiyorlar.
Daigo’nun baba figürünü kaybetmesi ayrıca Tanrı’ya olan inancını da değiştirmiştir. Lakin patronun oradan geçerken, onu yemeğe davet etmesinin tesadüf mü yoksa kader mi sorusuna, tesadüf olarak cevap vermesi inancının da sorguladığı anlamına gelmektedir. Ancak bunun inanmadığı anlamına gelmemesi gerek, babasını sadece bir bulantı olarak hatırlaması ya da bu şekilde hatırlamak istemesi inanma ya da inanmama arasındaki bocalamanın tahayyüllüdür bir nevi.
İşleri yolunda giden karakterimizin, işinin ne olduğunu arkadaş çevresi ve eşinin öğrenmesi, bu yüzden eşinin onu işi ve kendisi arasında tercih yapması gerektiğini dayatması karşısında bocalamaya başlar. Eşi kendisini terk etmesine rağmen işine devam etme kararı alır, düşünceleri bu konuda tam oturmamıştır. Yaşamı boyunca yapacağı iş ölülerin makyajını mı yapmak? Bu gel-gitler bütün kış boyunca devam eder, lakin mevsimsel faktörler ile insani ilişkiler arasındaki kolerasyonu, Sonbahar adlı filmde işlemiştik. Kış mevsiminde ölülerin artması-ki sekreter ilk sahnelerde bunu belirtmişti- Daigo’nun da yavaş yavaş işe alışması, mide bulantılarının geçmesi, iştahlı bir şekilde et yemeye başlaması ölümü kabullenmesi daha önemlisi ölümü bir yolculuk olarak benimsemesi ruhunun onarılmasında yardımcı olacaktır. Çellosuyla notalarını artık ölüleri uğurlamak için kullanır Daigo. Yunan mitolojisindeki Charon gibi ölüleri karşı kıyıya geçmelerinde yardımcı olur. Daigo çellosunun sivri demirini betonlara, tahtalara değil doğanın tam ortasına, toprağın içine işletir, musikisi ve sanatçı ruhu bu işi sanatsal hale getirmesinde yardımcı olur.
Yazımızın başından beri söylediğimiz toprağa geri dönme isteği Daigo’nun hem ölüleri son yolculuğa uğurlarken hem de çellosunu doğanın içine yerleştirdiği sahnelerde görmek mümkündür. Aynı anda yediği etli yemeklere ayrıca yeşillik katar kahramanımız. Sonrasında eşi evine geri dönmüştür ve bir çocukları olacağının haberini verir ama haberi verdiği anda telefonu çalan Daigo hamamın sahibi kadının vefat ettiğini öğrenir. Belki aynı zaman içerisinde yaşam ve ölümün ne kadar iç içe olduklarını görmenin tezahürüdür bu sahne. Hamamın sahibi kadını son yolculuğuna uğurladıktan sonra krematoryumda, daha önce köprüde karşılaştığı yaşlı adamla karşılaşan Daigo, belki de sürekli ölümün içerisinde olanların hayata daha farklı gözlerle baktığını kavramıştır. Yaşlı adamın işi, gelen ölüleri yakma işinde yardımcı olmaktır.
Daigo gördüğü ölümler sayesinde yaşamın değerini anlamış, ölümü artık bir tür kapı olarak görmesine rağmen, babasının öldüğü haberinin gelmesi halen içersinde olduğu baba hesaplaşması sorunu ortaya çıkarır. Bütün çelişki ve sorunlara rağmen kendi içerisindeki hesaplaşma, eşinin ve dostlarının telkinleri sayesinde babasını cenazesini almak için yola çıkar. Babasının cesedi, karşısında boylu boyuna uzanmaktadır, yıllar sonra artık babasıyla hesaplaşabilecektir, neden terk ettiğini ona sorabilecektir ama cevap alamayacaktır. Kendisinin çello öğrenmesinde katkıda bulunan babası da aslında Daigo’yu unutmamıştır. Geri dönmek istemiş ancak dönememiştir. Yıllar önce oğluyla birlikte nehir kenarında birbirlerine verdikleri taşlardan biri babasının avucundan düşer. Ve bu hesaplaşma babasının cesedini bırakmaması, onu muntazam şekilde sonraki yaşama hazırlamasıyla babasıyla barışır Daigo. Bu aynı zamanda film boyunca görmeye çalışıp görmediği buğulanmış baba resminin açıkça görüldüğü bir sahnedir.
Ve dedi: “En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka birşey değildir hayat. Yani ölüm… Fakat insanlar öykü kefelenmişlerdir. Ve kefelenen her şey öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı..” Ölüm Manifestosu / Tolstoy
Yazan: Kusagami
Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (Tim Burton)
Günümüz İngiltere’sinde, yaşayıp yaşamadığı halen tartışılan, The Demon Barber of Fleet Street (2007; Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi) adıyla efsaneleşen seri katil Sweeney Todd… Rivayete göre, 1700’lü yıllarda İngiltere’nin sefilliği içinde doğmuş olan ve ailesinin onu 12 yaşında terk etmesiyle tek başına yaşam mücadelesi veren Sweeney Todd, bıçak ve ustura imalatçısının yanına çırak olarak girmiştir. Daha sonraları bilinmeyen bir sebepten dolayı da kendini Newgate Hapishanesi’nde bulmuştur. Newgate Hapishanesi, zamanın şartlarına uygun olarak her yaştan suçlunun, parasız ve aç insanların bulunduğu karmaşık bir hapishanedir. Bu kaos içinde yaşam mücadelesi veren 14 yaşındaki Todd, kendini hapishane berberine çırak olarak kabul ettirerek hem hayatını bir nebze olsun kurtarmış, hem de berberlik zanaatı öğrenmiştir. Beş yılın ardından beraat eden Todd, seyyar berberlikle geçimini sağlasa da sevdiği kadına asıldığı için berber koltuğundaki sarhoş bir denizcinin boğazını kesip öldürerek ilk cinayetini işlemiş ve faili meçhul bir cinayetin müsebbibi olarak gazetelere geçmiştir. Bu cinayetten birkaç sene sonra, Fleet Sokağı’nda, üst katında kaldığı iki katlı binada kendi berber dükkânını açmıştır. Bundan sonraki süreçte gerçekleşen olaylar ise bahsedeceğim Hollywood uyarlaması müzikalle aynı doğrultudadır; ama rivayetten farklı bir sona sahiptir: Bayan Lovett, kendilerine insan eti yedirildiğini anlayan müşteriler tarafından linç edilme tehlikesi ile birlikte hakkında açılan dava ile idama gideceği kesinleşmiş ve kendini zehirleyerek öldürmüştür. Todd ise her ne kadar acımasız ve soğukkanlı hareket etse de etkili olamamıştır ve çocukken bir kez girdiği Newgate Hapishanesi’nde, 40 yıl sonra, 2 Ocak 1802’de idam edilmiştir. Yaklaşık 200 yıldır dilden dile dolaşan efsane Sweeney Todd, İngiliz yazar Peter Haining tarafından araştırma konusu olmuştur. Yazar, yoğun araştırmaları sonucunda böyle bir berberin varlığını doğrulayan verilere ulaşmıştır.
Sweeney Todd’un efsanesi 1846 yılında ilk kez roman olarak yayımlanmış, 1936 yılında da ilk kez filme çekilmiştir. Ayrıca 1973 yılında İngiliz oyun yazarı Chistopher Bond tarafından kaleme alınmıştır (anlatılanların yukarıda bahsettiğim rivayetle ilgisi yok). 1979 yılında da Stephen Sondhem ve Hugh Wheeler tarafından Brodway müzikaline dönüştürülmüştür.
Stephen Sondhem’ın 1979 yapımı ödüllü müzikal-gerilimine dayanan ve Tim Burton’ın yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanan 2024 yapımı Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007, Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi) adlı müzikal filmin başrollerinde: Johnny Depp (Benjamin Barker / Sweeney Todd) ve Helena Bonham Carter (Mrs. Nellie Lovett) oynamaktadır. DreamWorks Picture ve Warner Bros Picture işbirliği ile yapımcılığını Richard D. Zanuck, Walter Parkers, Lauire MacDonald ve John Logan üstlenmişlerdir.
Film, Yargıç Trupin (Alan Rickman) tarafından hapse atılan, karısı Lucy’nin ve küçük kızı Johanna’nın intikamını almak için yanıp tutuşan Fleet Sokağı’nın berberi Benjamin Barker (Johnny Depp)’ın, hapiste geçen on beş yılının ardından Sweeney Todd adıyla tekrar Fleet Sokağı’na dönmesiyle başlayan süreci anlatmaktadır. Benjamin Barker, Sweeney Todd kimliğiyle eskiden berber dükkânının bulunduğu yere gelir ve alt katındaki, pek de nezih olduğu söylenemeyen bir pastanenin işletmecisi olan dul Bayan Nellie Lovett ile tanışır. Bayan Lovett, burada yaşamış olan berber ve karısının acıklı hikâyesini Todd’a anlatır. Todd’un Barker olduğunu öğrenmesi üzerine kendisine, karısının, ona olan ihanetinden dolayı kendisini zehirleyerek öldürdüğünü ve küçük kızı Johanna’nın da Yargıç Trupin’in evlatlığı olarak yaşadığını anlatır. Artık Todd’un amacı, o alçak Yargıç Trupin’in elinden küçük kızını kurtarmaktır.
Tekrar mesleğini icra etmek isteyen Todd, İtalyan berber Pirelli’ye (Sacha Baron Cohen) ondan daha iyi olduğunu ispatlamasıyla reklâmını yapmıştır. Müşteri olarak öncelikli hedefi Yargıç Trupin ve onun alçak yardımcısı Beadle Bamford’dur (Timothy Spall). Başarısının gölgelendiğini düşünen Pirelli, Todd’un gerçek kimliğini açıklayacağını söylemesi üzerine Todd tarafından boğazı kesilerek öldürülür. Cesedin ne olacağı konusunda Bayan Lovett, yapmış olduğu turtaların içini insan etiyle doldurmayı çözüm olarak sunar. Böylece turtaların lezzeti daha da artacak ve sallantıda olan pastanesi kurtulup daha iyi bir hayat sürecektir…
Film bundan sonra bu döngüde (Todd, müşterilerinin boğazını kesiyor, cesetlerini de hazırladığı bir düzenekle, dükkânın altındaki mahzene atıyor; sonra mahzende kıyma haline gelen cesetler, Bayan Lovett tarafından turtalarda kullanılıyor…) devam ederken Yargıç Trupin, genç ve güzel Johanna’yı evde hapis tutmakta ve ona yan gözle bakan erkekleri cezalandırmaktadır… Bu durumdan nasibini alan genç denizci Anthony (Jamie Campbell Bower), âşık olduğu Johanna’ya kavuşmak için zamanında denizden kurtardığı Todd’dan yardım ister. Todd, Yargıç Trupin müşteri olarak dükkânına geldiğinde Johanna’ya göz koyduğunu anlaması üzerine genç denizciye yardım edeceğine söz verir ve harekete geçerler. Böylece olaylar ilerlerken gerek Todd’un gerekse Bayan Lovett’in ünü bütün şehre yayılmıştır. İntikamı için yaşayan Todd’un sevgili suç ortağı ve âşığı şeytan ruhlu Bayan Lovett’ın tek hayali Todd ile evlenip yanındaki küçük yardımcısını da evlatlık alarak deniz kıyısında huzurlu bir hayat sürmektir. Todd’a aşkından dolayı ona yalan söylemiştir. Karısının intihar etmediğini, aklını yitirmiş bir dilenci olarak hayatta olduğunu ondan saklamıştır.
Trajik bir sonla biten filmde, Bayan Lovett sevdiği adam tarafından ateşe atılıp can verirken, kahramanımız Todd ise kendi silahının kurbanı olmuştur. Geride kalan ise, bazılarının üstünden eti sıyrılmamış kemikler, üst üste yığılmış sayısız ceset ve çürümüş kafatasları…
The Demon Barber of Fleet: Sweeney Todd, 65. Altın Küre Ödülleri’ne dört dalda aday olmuş, (Müzikal/Komedi -En İyi Aktör Johnny Depp, Müzikal/Komedi En İyi Aktris Helena Bonham Carter, En İyi Yönetmen Tim Burton ve En İyi Sinema Filmi Müzikal/Komedi), En İyi Aktör (Johnny Depp) ve En İyi Müzikal Film dallarında ödüle layık görülmüştür. Ayrıca film, En İyi Erkek Oyuncu (Johnny Depp), En İyi Sanat Yönetimi (Dante Ferretti ve Francesca Lo Schiavo) ve En İyi Kostüm Tasarımı (Colleen Atwood) olmak üzere üç dalda Oscar’a aday olmuş, En İyi Sanat Yönetimi (Dante Ferretti ve Francesca Lo Schiavo) dalında Oscar’ı kazanmıştır.
Yazan: Melike Karagül