Hangi Mavi Beyazdır?

22 Mayıs 2024 Yazan:  
Kategori: Deneme, Edebiyat, Sanat

Beyaz, uçsuz bucaksız beyaz; alabildiğince sonsuz ve kırılgan; gözlerinizi yorar beyazın temizliği, insanın ruhuyla ters düşen bir yönü vardır. Ruhlarımız her şeye açık; oysa beyaz leke kaldırmaz. Anadolu’nun dört bir tarafında aynı iklimin yetiştirdiği, aynı kaderi paylaşacağı düşünülen, kendi halinde; onca yoksunluğa karşın içten içe köpüren ama sessiz… Ağır kış şartlarından sonra bir sabah yaşam, yağmurun gözyaşlarıyla uyanır. Baharla birlikte uyanış; uzun kıştan saklanan duygular bir bir gün yüzüne çıkar. Toprak o bozkırların sessizliğine can suyu olur. Doğa kendini yeniler, insanlar koşuşturmaca içindedir. Yüreklerde törpülenen hayaller için kapılar aralanır. Bozkırdaki ağaç herhangi bir ağaç değildir; hele şehirlerde özene bezene dikilen işlevinin süs olmaktan öteye gidemediği bir ağaç hiç değildir! Tazedir, doğal olandır, kendini gösterir, yorucu bir mevsimden dimdik çıkmıştır. Yakından bakıldığında Anadolu’nun kaderini görürsünüz, insanları gibi dimdik, dirençli… Samimidir selamlar, alıp veremedikleri ortada, niyetleri hemen belli olur, çoğu zaman da merhabaya ve yüze bakarlar, sözledir alışverişler.

Çoğu zaman gerçek dostluğun temelleri oralarda atılır, dışarıdan o şehre, köye, her ne amaçla gitmişsen önce bir tedirginlik yaşarsın; içinde acabalarla ürkersin. Yaşayacağım ya da iş hayatını devam ettireceğim yer burası mı dersin? Şaşırırsın sessizliğe. Geldiğin yerin izleri silinmemiştir. Etrafında tutunacak bir dal ararsın… Sonra bakarsın bozkıra; tek tük etrafta bulunan, rahatı kaçan ağaçlarla kendini özdeşleştirirsin. Zaman uzun değildir oralarda ya da her şeyi zamana bırakmana da gerek yoktur. Gülen, yüreği gülen insanlar sarar etrafını, bir umutla dolar sohbetlerin, anlattıkça anlatasın gelir, kendini bulursun, adam yerine konmanın ne demek olduğunu anlarsın, yol üstünde eve giderken karşılaşıp da “hele bir yol otur da bir çay içelim!” diyen Ali Dayı’nın anlattıklarının tadını hiçbir yer de bulamazsın. Dostluklar çabuk büyür Anadolu’da, paylaşılanlar günbegün içine oturur, katmerleşir, kendini oraya aitmiş gibi hissedersin, çareler ararsın seninle ilgisi olmayan dertlere, koşarsın sağa sola, içinde bir işe yaramanın saadeti, dönersin akşam evine… Ertesi güne yapılan hazırlıklar, dostlarınla sıcak muhabbetler kıştan kalma planlar bir bir harekete geçirilir, soğuk çeşmelerden içilen suların, serin çayların akışı bir başkadır. Su yataklarının kenarında, tek tük rastladığın nazenin söğüt ağaçlarının altında söylenen yanık Anadolu ezgileri benliğimizi sarar ve tek gerçeğin orası olduğu hissini verir.

Dağlar bir acayiptir, baharla birlikte uyanır, tanıyamazsın, kıştan kalan beyazlık gitmiş, toprak uyanmış; hele ot bile bitmez dediğin o kıraç topraklar nasıl da kendini bulur. Uzun yağmurlarla ilk güneş can olur doğaya, birkaç dostla beraber dağlara yapılan günübirlik gezilerde yükseltiler ve soğuk yaylalar alıverir seni; unutamazsın yediğin ekmeğin, içtiğin suyun tadını; ciğerlerinde ayrı bir hayat bulursun… Dağ başında rastladığın çobanların ayrı bir hüznü vardır, yüzlerinde doğallığı görürsün, sakallar uzamış, elleri kaba, kalem tutmaz ama onlardan sorulur oraların destanı… İyi tanırlar gelip geçenleri, ekmeğini de paylaşıverirler seninle; tüm servetleri o olsa da…

Sonra en sevdiğim yönü; içinde bir kapı açmanın bilinci, bütün zorluklara ve imkânsızlıklara haklı bir es geçme güdüsü daima mutlu eder onları. Başı diktir, kutsal bir görev olduğunun bilincindedir. “Okutmak, bize ait güzel bir kavramdır”, eğitim ve öğretimin en genel ifadesidir. Bilinçli aileler bu işin bu topraklarda vazgeçilmez bir olgu olduğunu iyi bilirler. Faklı bir coğrafyada olsa pek umurlarında da olmayabilir. Çocukların gözlerinde o ışığı görmek mümkün, bakışları esmerdir, yanık tenlidir, nedenleri ve soruları iyi bilirler, bilirler ki kurtuluş yolları okuldur… Yer yer Tanrının bile unuttuğunu doğrulatabilecek birçok imkânsızlıkların olduğu, kendilerini ifade edebilmenin, düşlerinde büyüttükleri kimliğe kavuşmanın, iyi bir iş ve meslek sahibi olmanın, umut bağlamış, kendini okutanın emeğini gerçeğe dönüştürmenin yolu, hep okullardan geçer. Dedim ya bu gözler, bu düşler insana güç aşılar, eğer sensen umutları, çare biraz da sendeyse; öğretmenindeyse… deme keyfine; cevher hazır, işle işleyebildiğin kadar, kazanılan bir okulda senin de payın varsa, daha ne istersin o topraklardan; bir ışık seninle beraber soracak güzel günlerin gecikmişliğini. Çoğalacağız atılan her bir tohumla, damla damla umut olacağız, Anadolu’nun sesiz çığlığını duyuracağız; kocaman kulaklı ama işitmeyen dev kılıklı başkalaşmışlara…

Okul

Derken yol bitmez; ama yol başka bir iklimde başka yüzlerle kesişmek için zamandan izin alır, Gün gelir vedalaşırsın o topraklarla. Ürettiklerin ve tükettiklerin hep aklında; muhasebesini iyi yapmışsındır her şeyin. Büyüttüğün ve şöyle böyle yaparım dediğin ve kafanda planlarını kurduğun bir gelecekle yeniden başlamak istersin. Ayrılık zordur, yapamayacağım dediğin coğrafya anan olmuştur, ana gibi ak, saf kanına işlemiştir ruhu. Hüzünler kaplar, geceden sabaha uyku tutmaz, son bir gece dersin ve alınanlar alınır; verilenler verilir. Ama bilirsin ki ta en içlerde, yüreğinin en derinlerinde; kimsenin işgal edemeyeceği sağlam kalelerinde yıllarca sürüp kuşaklarına aktaracağın anılar üretmişsindir Anadolu’ya dair. Senindir o izler ve herkesindir…

Giderken yol türküleri aralıksız çalar; yollar eğimli, kıvrıla kıvrıla su akar yatağını bulur misali; bildiğini sandığın bilinmezine doğru yol alırsın. Ezgiler sana ait değildir, onlarındır, onların içinden gelmişsen senindir de. Bir tepeden görünür Akdeniz, neler söylenmemiştir, bu coğrafya dair, ne şarkılara konu olmuştur, hüzünlere, yaşanmışlıklara, aşklara, söylenmemiş söz var mıdır acaba bu iklime ait? Akdeniz akşamları bir başka mı oluyor? Görünenlerin ardında kocaman bir görünmeyen var mıdır? Deniz tepeden masmavi çığlığını gözlerine haykırır insanın, ürperirsin, hayran hayran bakarsın maviye, kıvrılan tepeden uçuverip konmak istersin, tüm yorgunluğunun özgürce dağılması için. Kurgularsın kafanda bir sahil kasabası ya da kentinde yapacaklarını. Medeniyetin beşiğinde olduğunu düşünürsün, aklında yaşadığın soğuk iklimin sıcak insanları… Şaşırırsın önce, bakıp sahile o güneşin denizle bütünleşmesine. Öylece kalırsın bir an kumsalda… Sıcak, daha sıcak… Her şeyin sımsıcak olması bir umut verir sana. Sonra bir bir dökülür her şey; mavinin, düşlediğin mavi olmadığını anlarsın. Deniz mahzun ve durgun dalgalarını vururken sahile, arınmak için çırpındığını da hissedersin. Anlamlandıramazsın ilk önce doğanın bu kadar saflığının ve cömertliğinin boşa gidişini. İlişkilerdeki ürkeklik nedendir dersin. Selam verdiğin, yürekten bir merhabanın anlamsız bakışlarla geri çarpmasını sorgularsın. Acaba dersin, birden dostların gelir aklına, o beklentisiz, sırf gülümsediğin için yüzünde güller açan insanları. Sonra yine anlamaya çalışırsın değer yargılarını, turizmin beşiği dersin, denizi ve ticari kaygıları düşünür ve hak verirsin bir noktaya kadar… Zaman en güzel analizi yapmak için fırsat verir sana. Zıtlıkların çok fazla olduğunu görmen üzer seni…

Düşününki bütün dünyanın çeşitli halklarından, farklı kültüre sahip binlerce insanın buraları görmek için koştuğu; etkileşimin, doğanın ve denizin kendini gösterdiği bir sahil kasabasındasınız… Beklentileriniz üst seviyede olur, ilişkilerin daha olumlayıcı, insan tanımanın verdiği hazla daha sevecen olmasını beklersiniz. İlk aklıma gelen Makyavelli’nin “Amaçlara giden yolda her şey araçtır ve ahlakidir.” yaklaşımının ne kadar da su götürmez bir gerçek olduğudur. Anlıyorsun tek gerçeğin kar etme güdüsü olduğunu, selamlardan ve bakışlardan para kokusu çıkmıyorsa, değerler sıfırlanmış demektir. Her şey duygudan arındırılmalı ve ticari bir nesneye dönüştürülmeli. Karma bir yapı çıkar karşına ülkenin farklı yörelerinden, farklı kimlikler aynı amaç doğrultusunda oradadırlar, kimi düşlerini burada büyütür, kimi ekmeğinin ve geçiminin derdindedir, gelenlerin sınıf farkı göze hemen çarpar. Hizmet edenler ve hizmet edilenler, bu da doğal olan mıdır, yaşamak için birileri bir şeyleri yerine getirmeli midir? Elbette öyle ama önemli olan kimin, neyi, nasıl ve hangi değerler ölçüsünde yerine getirdiğidir.

Sorular

Akdeniz, ismi ne güzel ama neden kim koymuştur bu ismi? Suları gibi berrak ve mavi bir yaşam çok yakışır bu coğrafyaya, al getir Anadolu’nun samimiyetini deniz de gülsün… Gün gelir haliyle gelenler bir bir çekilir giderler, denizden ve kumsaldan paylarına düşenleri almışlardır; kimi ürkmüştür, kimi mutlu, kimi de ortada şaşkınlıklarıyla bir daha diyerek yolunu tutarlar kendi gerçeklerinin ve deniz kendi türküsüyle baş başa kalır, kocaman bir yazın yorgunluğunu ağır ağır salınarak atmaya çalışır, herkes getirip mavinin üzerine çalmıştır nesi varsa ve bırakıp gitmişlerdir öylece; kolay mı kaldırmak bunca kirlenmişliği…

İnsanlar yeni bir hayata merhaba derler. Öğrenciler okulların yolunu tutar, sonbahar okul mevsimi, eğitim öğretim düşleriyle başlayacaksın. Sen de oradasın, yeni yılın bir parçasısın, vereceğin çok şey var aklında… Yaşanmışlıklarının artıları, hele de hep o geldiğin iklimin insanları… İlk fark ettiğin şey öğrencilerin gözleri, donuk gözleri olacaktır. Şaşıracaksın, inanamayacaksın; çünkü denizin mavisini beklerken, kör edilmiş ruhlarla karşılaşacaksın. Aklıma Alman şair Friedrich Hölderlin’in “Tıpkı bir despot gibi doğu; orada çocuklar yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi; konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenirler.” sözü geliverdi. Anlattığın kişiler aklına gelen bu sözün abartı olduğunu düşünür. Haklı olarak bu yazıyı okuyan sizler de öyle düşünebilirsiniz. Ama gerçek acıdır, içinizi yakar, bir çocuğun ya da öğrencinin normal şartlarda rahat edebileceği en güzel yer anne babasının, yani ailesinin yanı değil midir? Evet öyledir. Bazı gruplar, dini değerlerimizin ve inanç sistemimizin tek sahibi kendileriymiş yanılsamasından hareket ederek duyguları ve aileleri sömürme düzenini iyi kurmuşlar. Konuştuğun aileler evi ve işi olmasına rağmen çocuklarını o yurt adı verilen ve “hoca” olarak yetiştirildiği düşünülen mekânlara seve seve teslim etmektedir. Karşılığında dini bütün inançlı insanlar yetişecekmiş. Kim hangi yasal dayanağa göre bu öğretileri üstlenmekte, bu misyonu yüklenenlerin eğitim seviyeleri nedir? Kaçı gerçek din bilgisine sahip? Olaylara ve durumlar karşısında objektif midirler? Bu soruları uzattıkça uzatabilirsiniz… Sorular karşısında aradığınız yanıtlar yine öğrencilerde gizlidir, yapacağınız ufak bir gözlem size her şeyi açıklayıverir. Okullarda ilköğretimden itibaren kız çocuklarını pek göremezsiniz. Kim demiş doğuda kız çocukları okutul muyor diye? Gel hele kardeşim, bir geliver de gör tatil için geldiğin Akdeniz kasabalarına; birini değil, bir kaçını geziver şöyle. Suratına çarpsın o küçük beldelerdeki aymazlık, ortaçağ zihniyetinin yansımaları. Mekanizma sağlam kurulmuş, kız çocukları okutulur mu? Okuyup da üstünü başını mı açsın? Sonra sokaklarda gezmeye başladığı zaman ne yapacaksın? Önünü hiç alamazsın valla… Sen bizim yurtlara ver, dinini bir güzel öğretelim ve hoca yapalım onları. Sahile mahile inip de cıbıldak karıları da görmezler. Sonra bir açıköğretim sınavında görürsün hepsini, dışarıdan diploma almaları için özel olarak yetiştirilmişler. Devlet okullarında kılık kıyafet yönetmeliği var ya… Kadının yeri kocasının yanıdır, döver de sever de, günü gelince bulunur hayırlısıyla bir koca. Oturup evine baksın, yemeğini yapsın. Erkek adam eve ekmek getirir. Belli bir iş potansiyeli olması nedeniyle başka illerden gelen ailelerin kız çocuklarına rastlarsın sınıflarda. Birkaç kişidirler. Onlar da tek başlarına sabahları okula nasıl gelebiliyor, evden yalnız nasıl çıkarlar; diye komşuları tarafından hayretle karşılanırlar ve dışlanırlar; iyi gözle bakılmaz, bizzat konuştuğunda okullu olmaktan ezildiklerini belirtirler. Ya o zihniyetin temsilcileri konumundaki erkekler eve nasıl ekmek getirirler?

Sorgulayalım: Birçoğunun umudu turizm ya da tarıma dayalıdır. Sezona göre kazançları iyidir, Bakarsın, eğitim seviyesi düşük kadınların evden çıkması hatta perdeyi açması gözünün morarma nedenidir, sağlam güzel bir ahlakçı anlayış (!) İlginçtir çoğu erkek iki evlidir, eğer tek eşliysen oranın yerlileri tarafından abes karşılanır. Erkek adamın bir karısı olur mu? Ya da kazançlar günü birlik geç saatlere kadar devam ettirilecek; turizme dayalı eğlenceler de harcanacaktır Ailelerinin denize girmesine yasak koyarlar (oysa elin gâvuru sahilde oturur, kitabını okur, bir yıl hayalini kurduğu denizin doya doya tadını çıkarır; çalışmıştır, eğlenmek ve dinlenmek hakkıdır, doğal olan da budur zaten.). Ertesi gün yine eli boş dönecektir. Lise seviyesindeki bir gencin bazen kimlik bilgilerine ulaşmakta güçlük çekersiniz, babası kaydettirmeye bile gerek görmemiş, şaşırırsın!

Eğitim

Sosyal hayatın (bir olgudan [din] yola çıkılarak yerli ve kırsal kesim insanlarını kastediyorum) tamamı bir şekilde yönlendirilmiş; alış-verişler dahi belirlenen marketlerden yapılı; falanca marka yağı kullanacaksın, şu marka bisküvi, şeker, deterjan al, vs. öğütleri uzar gider; telkinlerle insanlar yönlendirilmiştir. Seçim zamanı oylar gelen telefonla belirlenir, kime oy vereceksin senin değil, onların kararıyla olur. Kasabaların en hâkim tepe noktasına kurulmuş olan mekânlar, ruhani öğretinin simgesidir; şatafatlı yükselir oralardan. Denize karşı, herkesin görebileceği bir noktadan hâkim bakar. Neler düşlenmiştir o mekânların içinde, kimler nasıl, ne eğitimi görürler? Her şey programlanmıştır. Kırk elli kişilik koğuşlarda, belli zamanlarda belli uygulamalarla, herkesin aynı telden çalması istenir, bir sürünün parçasıdır herkes. Oysa birey olabilmek farklıdır, her birinin ayrı istekleri vardır, gazete okumalı, film izlemeli, denize girmeli, gülmeli, eğlenmeli, sevdiği şarkıları dinleyip kendini bulmalı değil mi? Bir çocuğun konuşmasından daha güzel ne vardır, soru sorarak nedenlerini bulmalı her şeyin, cevaplar, cevaplar aramalı; aramalı ki daha güzel bir dünya düşlemeli. Gerektiğinde adımlarını atabilmeli…

Öylece bakarlar gözlerine, sevimlidirler, cana yakın ama eksik bir şey var, ruh göremezsin, uykuludur gözler, konuşamazlar, ağızlarından çıksa çıksa birkaç kelime… O da güvensiz, umutsuz, çok çabalarsan açılıverirler, ama akıllarında hâkim tepenin dev binaları (!) eksik değildir, ona göre konuşurlar. Aileleri teslim etmiştir oraya, eti senin kemiği benim misali… Bir mengenenin içinde, genç beyinler aynı tornadan çıkıyorlar, yarın hepsi bugün olduğu gibi aynı şarkıyı söyleyecekler, nerde özgür düşünen beyinler? On sekiz yaşına gelmiş bir genç neler düşlemez, dünyanın kendi etrafında döndüğü gerçeği kanının daha da hızlı akmasını sağlar. Son sınıf, on yedi, on sekiz yaş, en büyük zevkleri okul bahçesinde top oynayarak kendilerini ispat etmektir, hepsi bu… Ellerine verilen estetikten yoksun birkaç kitap, sanattan uzak, ideolojilerinde boğulan fikirler bu gençlerin dünyası olmuş, ağır ağır yol alınmakta, kurgulanan güzel gelecekleri için her şey hazır…

Kasabalar ikiye bölünmüş, hatta üç bölüm düşünün. En uzak köyler yirmi beş kilometre deyin, sahil şeridi ne kadar medeni olduğumuzun göstergesi: ağaçlar, ışıklandırmalar, kaldırımlar, deniz harika, insanlar şık giyimli, yol mükemmel, modern bir görüntü, yolun hemen kuzey kısmı değişiktir, kimliğini ele verir, aralarında iki yüz üç yüz metre ya vardır ya da yoktur, çöpler yerde, yollar bozuk, evler dökük, oysa hemen karşıda bir çöp bulamazsın; ya daha ileride düşünün, ömründe bir kez sahile inmemiş insanlar bulursun, inmişse de iki “cıbıldak karı” görelim diye gelmişler, hâlâ da şaşırırlar bunca insan niye gelir buralara diye… Zihniyet, gelen milyonlarca insandan nasıl olur da hiç etkilenmez!

Uzak iklimlerden, bozkırdan serin bir esinti gelir, gelir de ta yüreğinin ortasına oturuverir… Her şeyiyle sade, olduğu gibi, çıplak, içi dışı bir, ne söylenecek yalanları, ne gizlenecek yaşamları vardır. Beyaz ve mavi farklı mıdır her zaman? Renkleri kimler boyuyor, ne için? Bir tarafta Anadolu’nun kardelenleri, imkânsızlıkları yol bilip çırpınan insanları, bir tarafta açmadan soldurulan gülleri… Yine soruyorum: Akdeniz ak mıdır? Mavi beyaz mıdır?

Yazan: Zebercet

Issız Adam’da Issızlığın Niteliği Üzerine

Başı öne eğik, yaşadıkları beyninde bir uğultu şeklinde sıralanıyor, sokağa doğru sessizce süzülüyor. Gittiği yön içindeki acelecilik ve sancıyla çelişiyor; tıpkı aldığı komutları bir mekanik arızadan dolayı yerine getiremeyen robot gibi, beyin ve yürekteki uyumsuzluğun çelişkisi adımlarına yansıyor. Varlığı ve yokluğu belli belirsiz bir duyguyu ve bulanıklığı yaşatmak istercesine gidiyor, geliyor, sonra aynı yöne tekrar dönüyor; bir yangın yerinde yüreği ateşlerde, kendi dışarıda acılı bir annenin her defasında uzaklaştırılıp tekrar kendini ateşlere atması gibi…

Alper (Cemal Hünal) ve Ada (Melis Birkan) her ikisi de aşk ve yaşam biçimi üzerine farklı gerçeklikle ilşkilendirilebilecek karakterlerdir. Kent yaşamı üzerine kurgulanmış ve bu yaşamda herkesin kendi payına düşeni aldığı bir anlatı diyemeyeceğim. Paylaşmak her şeyden önce adil olması gereken, insancıl birlikteliğe işaret eder. Filmimizde paylaşılanın ne olduğu ve izleyiciyi bu kadar etkileyen kurgunun ve dilin (hatta sinema büyüsünden sıyrılarak insanların öykündüğü durum) üzerinde durmak istiyorum. Filmin konusu üzerine biraz eğildiğimizde ortaya çıkan kahramanımızın çarpık yaşantısı, düzene sokamadığı duyguları; ilişkilerindeki yer yer sapkınlık derecesine varan gel-gitler; hepsi çağımızın insan üzerine düşmüş ağır gölgesidir.

Alper

Ada bir bakıma Alper tarafından kullanılmaya çalışılan bir denek rolündedir. Bir karşıtlığın sunumu gibi algılanabilir. Bir tarafta olanca saflığıyla başlangıçta sevmekten ve aşktan korkan; ama kendince büyülü dünyayı, aşkı keşfettiğini sanarak karşı tarafın akış yönüne teslim ettiği duyguları… İlişkiler yumağı izlence süresince insanda hem tiksinti hem de acıma dürtüsünü birçok kez harekete geçiriyor. Modern zamanlarda gerek edebiyat gerekse sinema ve sanatın birçok dalı tarafından sıkça işlenen kimlik karmaşası ve kent yaşamının çarpıklığının insan ruhu üzerindeki yansımaları derin bir izlek oluşturuyor. Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan’ın aynı adlı romanından uyarladığı Anayurt Oteli (1987) filmdeki Zebercet isimli hastalıklı karakterle yukarıda bahsettiğim çelişkili kimlik bir yönüyle uyuşmakta.

Yönetmenimizin (Çağan Irmak) filmin asıl yükünü son sahnelere bindirmesi ve birçok kişiyi duygu yüklü sahnelerle baş başa bırakarak ve gözyaşlarıyla mendili yine klasik biçimde buluşturması, Alper kahramanımızıa realite açısından hiç de hak etmediği bir üne kavuşturmuştur. Asıl sorgulanması gereken noktanın bu olduğu kanısındayım. Neden izleyici birden film boyunca yaşananları bir kenara atarak kendini bırakır? Hak edip etmediğini düşünmez ve kavuşamadıkları için üzülürüz. Yoksa üzüldüğümüz orada baskın olmayan Ada’nın düştüğü durum mudur acaba? Tutulan safta ortada modern bir aşk öyküsünün dramı olarak mı algılanmıştır izleyici tarafından? Yazının giriş paragrafında yapılan betimleme, aslında izleyici kitlesinin film sonundaki genel ruh halidir. Buradan da neyi ve nasıl izlediğimiz sorunsalı ortaya çıkıyor. Elbette ki insanların beğenisi ve nelere karşı tepki göstereceği farklıdır; ama beğeni ve etkileşim de yetişme tarzı ve kültürle alakalıdır. Yıllarca sinemamızda geniş izleyici kitlesine sunulan ve beğenilen filmler, arabesk bir çığırtkanlık ve yoğun bir duygu istismarı kimliğiyle öne çıktılar. (Sanatının doruk noktasına çıkmış ve belli başlı filmlerimizi de ayrı tutuyorum tabii ki.) İnsanın beğenisini sorgulamak haklı mıdır bu da ayrı bir soru; ama üretkenlik güdülen amaçsa tabii ki sorgulanabilir.

Ada

Yine Babam ve Oğlum (2005) filmini izleyenlerin gönlünde taht kuran sahneler duygu yüklü bölümlerdir. Demek istediğim sinemamızda işin içine biraz duygu yoğunluğu, biraz da aşk soslandığı zaman oluyor mu bu işler? İzleyici oranı kriter ise oluyor demek ki… Issız adam filminde de bu bakış açısından yer yer bölümler olduğunu da belirtmek isterim.

Her şeye rağmen film, “aslolan aşktır” felsefesini sağlam bir örgü ve müzikle süsleyerek ruhlarımıza “ıssız adam” motifini yüklemiş ve birçok izleyiciyi etkisi altına almıştır.

Yazan: Zebercet

Uzak (2002; Nuri Bilge Ceylan)

İstanbul: UZAK Yarim

İstanbul’a ne zaman insem kent uğultuyla üzerime gelir, beni bilmediğim köşelere alıp götürüverecekmiş hissi içime korkunç bir çığlık gibi dolar. Uğultular beynimde titreşimlerle ayaklarımı birbirine dolaştırır ve yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk ürkekliğiyle korkarım. Korkarım, kocaman avcı kentin ellerine düşmekten, ellerindeyim zaten; beni nereye isterse oraya savuracağını da iyi bilirim, uzağım bu kente, bir o kadar da yakın. İlk gençlik yıllarımın, duygusal patlamaların, kendimi ortaya koyuşların ta göbeğindeydi avuçlarını tarihle nasırlaştırmış büyülü kent… Aslında herkesin bir şehri vardır düşlerinde ve yaşanmışlığında büyüttüğü, ben bu kenti yüreğimde taşırken, Uzak beni benliğime attı.

Filmi Ankara’nın memur ve bürokrasi kokan caddelerinde yapayalnız kendimi ararken bir sinema afişinde görmüştüm ilk defa; önünde durdum: UZAK dedim, düşündüm; o karda durup bütün çığlığını denize kusan beyaz ve siyahın içimde uyandırdığı dayanılmaz uzaklıktaki yalnız adamın anlam arayışını. Filmden sonra kendi kendime dedim ki, acaba Nuri Bilge Ceylan bu kadar doğal ve gerçekçi bir yapıyı nasıl oluşturabildi? Benim asıl çıkış noktam Yusuf (Mehmet Emin Toprak) üzerinden olacaktır. Çünkü Yusuf karakteri yukarıda da bahsettiğim gibi herkesin düşlerinde büyüttüğü kentte anlam arayışında bir yansımadır. Kendimle bağdaştırdığım birçok ortak noktası vardır, zaten insanlar da hep kendi duygularıyla eşdeğer bağdaşıklıklara daha yakın olurlar. Daha filmin başında başlıyor Yusuf’un dramı; köyden çıkışla birlikte atılan adımların yalnızlığa doğru kürek çektiği ayakizlerinde yansıyor… Sanatçı (fotoğraf sanatçısı) akrabasının yanına gelmesiyle daha apartman girişinde Yusuf’un benliği dışavuruluyor (ürkek, ses tonundaki doğallık ve beyninden geçenlerin tıpkı bir fotoğraf gibi ölümsüzleştirilmesi…) Hangimiz ev içindeki yaşanılanları yaşamadık? Karakterin davranışları, çekingenliği ve doğal bir gerçeklikle hareket etmesi, ev sahibine karşı tutuk olması, kendisinin orada adeta bir yabancı olduğunun hissettirilmesi… şehre karşı da yabancılık çekeceğinin göstegeleridir. Yusuf’un umutları vardır, hepimizin yüreğinde varolan gelecekle ilgili kaygılarının gölgesinde kalan… Yönetmenimiz Yusuf’u umutlarının peşinde koştururken bizi de kendimizle yüzleştiriyor aslında. Roller değişiyor, kahramanların yerine geçiveriyoruz, birden biz “onlar” oluyoruz. İlişkilerimizi, kenti ve insanları sorgulamaya başlıyoruz. Koskoca bir kentte boğulmamak için çırpınmak ne demek? Gemilerde iş bulabilmek için uğradığı liman, temas kurmaya çalıştığı insanlar, insanların yüzlerindeki tutum, sonra kendini kaptırış, şehre karşı koymaya çalışması, sokak sokak dolaşması, sokaklardaki yaşadıkları demeyeceğim; arayış içindeki yalnız bir adamın düştüğü durumlar… Bir ara sevmeye yeltenir, beğendiği bir kızı sürekli takip eder; bir türlü duygularını açıklamayı beceremez, yine Yusuf’un kırılgan bir yapısı da var; zaten filmde pek güldüğü görülmüyor. Bir ara Mahmut’la (Muzaffer Özdemir) çıkıp fotoğraf çekimi için dolaşması, kırlara gidip değişik kareler yakalamaya çalışmaları, sonunda kendisine verilen bir miktar paranın onu şaşırtması farklı ele alınabilir. Sanatçı akrabasının tutumu da, yapmak istedikleri de tam olarak belli değil; sanatla uğraşırken aslında derin bir arayış içinde olduğu, tutarsızlıklarla boğulduğu apaçıktır. Duruş olarak Yusuf’un yeri Mahmut’a göre daha sağlam. Mahmut, sanatçının içinde barındırması gereken insani duyguların dışına çıkmıştır, yer yer bencildir; kendisinin yardımına muhtaç Yusuf’u bir an önce evden uzaklaştırmak istemektedir. Çünkü oraya ve kente ait olmadığını düşündüğü Yusuf, sanatçı dostlarına ve dünyasına yakışmamaktadır.

Ceylan filmde diyaloglardan ve konuşmalardan kaçınmıştır; zaten böyle bir doğallıkta da söze gerek kalmamış. Sinemanın görselliğinin fotoğraf gibi canlı tutulması, konuşmalar yerine birkaç saniyelik fotoğraf sunulması, anlatıdaki derinliği sağlayan asıl unsur olsa gerek.

Filmin beni en etkileyen yönünü anlatabildiğimi düşünüyorum. Hiç bir kente gelip de yoksunluğunuz oldu mu? Sokakların diliyle dertleştiğiniz oldu mu? Dünyanın neresinde olursa olsun insani değerler ve yaşam kuralları soyut olarak birbirine yakındır; büyük çoğunluk aynı şeyler karşısında duygulanır, aynı olaylara yaklaşık tepkilerde bulunur, ağlar ve gülerler…

Amerikan sinemasından bağımsız olarak Ceylan’ın yönetmenliğini yaptığı filmin başarısının altında bence bu “doğal olan” yatmaktadır. Filmde herkes kendi payına düşeni yaşamıştır, bunca ödülü almasının ana nedenlerinden biri de sinema tekniğini sağlam motiflerle süsleyerek payımıza düşenlerin oranını çoğaltmasından geçer… Yukarıdaki soruya da verilmiş cevabım budur.

Film, Yusuf ve Mahmut karakterlerinin üzerinden bir yabancılaşmaya da işaret eder gibi olsa da bu uzak ihtimaldir.

Başta söylediğim gibi bu yazıyı ele alırken amacım bir film eleştirisi yapmak değildi. Kendimden yola çıkarak, izlediğim anda beynimde canlanan ve geçmişime ait izlere yapılan göndermeleri biraz olsun yazı vasıtasıyla aktarmaktı…

Koca şehirlerden kimler gelip geçmedi, ne dünyalar düşlendi, ne dünyalar pislendi; kimi tutsak, kimi yeni bir gül bahçesi… Hepsi de bizim ürettiklerimizdi. İstanbul Uzak diyorum: Büyüsünde kayboluyorum. İstanbul YARİM diyorum: Her şeye rağmen yine beni çağırıyor…

Yazan: Zebercet