“Ölüm varsa da her zaman ikinci gelir. Çünkü her zaman en başta, özgürlük.” (Yannis Ritsos)
1960’lar, Hollywood Sineması’ndaki disipline yapının kırıldığı, fütursuz senaryoların arşa çıktığı ve yeni sinematografik deneyimlerin yaşandığı bir dönem. Vietnam Savaşı’na karşı gösterilen antimilitarist duruş, kadınların feminizmle haşır neşir oluşu, hippi hareketi, uyuşturucu kullanımındaki artış ve yaşattığı çarpık duygu-durumlara oluşan merak, ırkçılık protestoları ve cinsel tabuların yıkılması gibi birden fazla olgunun gerçekleştiği bu dönem aşırılıklarla doludur.
Prestij kaybı olarak nitelendirilen, oysaki çoğu eleştirmene göre günümüz sinema endüstrisine referans alınan 60’ların çalkantısına uyum sağlamak istemeyen yönetmenler 1970’lere gelindiğinde toplum kahramanlığına soyunan figürler eşliğinde ahlaki sorgulamalarla dolu filmler çekmeye başlarlar. General Patton (1970) ve Papillon (Kelebek) filmleri ile disiplin ayarını tutturmaya çalışan yönetmenlerden biri de Franklin Schaffner’dır.
Her ne kadar birebir olmasa da, Henri Charriere’nin gerçek yaşamını yazdığı romandan uyarlanan Papillon; mahkûmiyetin insanı unufak eden ağırlığını, otoritenin canı isterse ne kadar canavarlaşabileceğini, insan ruhu ve bedeninin özgürlüğe aç kalınca neler yapabileceğini gözler önüne seren bir yapım.
Suç dünyasının içerisinde olan ama işlemediği bir cinayetten ötürü ömür boyu hapse çarptırılan Papillon (Steve McQueen) Fransız Guyanası’na doğru yol aldıkları gemide devlet tahvillerini iç eden banker Louis Dega’ya (Dustin Hoffman) korumalık yapmayı teklif eder, çünkü kaçmak için onun vücudunda taşıdığı paraya ihtiyacı vardır. Dega ise, makus talihinin bunu kabul eder. Bu aynı zamanda bir kader birliğidir.
Dega ve Papillon arasındaki ilk başlarda para üzerine kurulu bu anlaşma, kanatlarındaki rengin Amerikan dolarında kullanıldığı mavi kelebeklerin mahkûmlara yakalatılması ve Papillon’un göğsüne işlenmiş bu kelebeğin dövmesi kapitalist sisteme de inceden gönderilen mesajlar.
Dega’yı döven gardiyanı yakarak onu ölümden kurtaran Papillon bu adamı aslında dostu olarak benimsediğinin ilk izlenimini verir. Kaçışını sağlayacağını düşündüğü tüccar onu adadaki yeni tahliye olmuş insan avcılarına sattığında ise tecrit başlayacaktır.
Mental açıdan güçlü kalabilmek için direnen Papillon, hayatının amacı olan özgürlük uğruna insanlık dışı bütün muamelelere rağmen ayakta kalmaya ant içmiştir. Açlık ve karanlıkla sınanan zihni delilik eşiğinde gidip gelmektedir. Gördüğü rüyayla beraber anlarız ki bilinçaltında hayatını boşa harcamışlık olan bir adamın pişmanlığı vardır. Schaffner’ın baş çekim kullandığı sahnelerde Steve McQueen’in her bir mimiğine işlediği ızdırabı, ışığa yabancılaşması irrite edicidir. Bu, gerçekçiliği verebildiğini gösterir. Uzak çekimi döndürerek betimlediği halüsinasyon sahnesinde ise yolun sonunda sağken gördüğü arkadaşlarının dönüş bitip karşı karşıya gelince kendisiyle beraber öldüklerini anlar. Buradaki dönüş, kötüye giden zamanın akışını sembolize eder. Seyirciye klostrofik bir deneyim yaşatıp basitliğe kaçmanın aksine, onu bir mahkûmun içinde bulunduğu korkunç çaresizliğe dahil etmek ise bu filmdeki esas kaygıdır.
Geçen iki yılın ardından bitap düşmüş halde geri dönen Papillon kaçış planlarına kaldığı yerden devam edecektir.
Kaçmak ya da sürünmek arasında tercih yapması gereken Dega ise Paris’teki karısının onu kurtarmak için hiçbir şey yapmayacağını bilir. Bu kanıksamışlık halinin ve içinde yaşadığı yere adapte olma çabalarının sebebi Papillon gibi ölümden önce özgürlüğü tercih edecek cesareti taşımadığındandır.
Clusiot (Woodrow Parfrey) ve Maturette (Robert Deman) ile birlikte yeni bir plan yapan Papillon, Dega’yı da yanına alarak bu kez Pigeon Adası’na kadar varabilmeyi başarır. Maturette karakterinin eşcinsel oluşu ve maruz kaldığı cinsel saldırılar ise üstü kapalı bir anlatımla geçiştirilmiştir.
Papillon cüzzamlı çete liderine gösterdiği canı pahasına nezaketiyle Honduras’a varabilecekleri yardımı alır, fakat iki arkadaşı yakalanmış, kendisi de Venezuela Kızılderilileri’nin yaşadığı kabilede sıkışıp kalmıştır. Burada kabile reisinin Papillon’un dövmesine duyduğu hayranlık ve kendi göğsüne de yaptırtması Kızılderili ırkının 20. yüzyıldaki dış etmenlerle tamamen kaybolma noktasına gelen kültürünü anımsatmıyor değil.
Filmin günahkârlığa çok da fazla takıntılı olduğu söylenemez ama felaketleri kendi günahları üstüne kurulu her insanın kurtuluş ümidinin olmayışını, varsa da bunu Tanrı’ya ve ceza sistemine doğru ya da yanlış havale edenin yine başka bir otorite olduğunu bildiği kesin. Manastırdaki başrahibenin Papillon’u ihbar edip tekrar yakalatması bunun kanıtı.
Tekrardan beş yıllık bir hücre hapsinin ertesinde Papillon, Dega’nın da orada bulunduğu Şeytan Adası’na gönderilir. Kısmen aklını kaybetmiş olan Dega için özgürlük buradaki bahçesinde domates yetiştirip barakasını güzelleştirmek, Maturette için verdiği son nefesi, Papillon için ise vazgeçmeyiş idealidir. Yaşayan tutsak bedeninin onun için bir önemi yoktur. Bunu bilerek atladığı denizden özgür bir adam olarak çıkar. Bu kez başarmıştır.
Sizce, son günlerde tekrardan çekileceği konuşulan yeni Papillon’da, Steve McQueen’in çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği ıslahevinden aşina olduğu duyguyu verişinin, Dustin Hoffman’ın hasta adam rollerindeki gerçekçiliğinin, Jerry Goldsmith’in gerilimi ve duygusallığı aynı anda tırmandıran müziğinin birleşimindeki bu havanın yakalanabilmesi mümkün mü? Bekleyip, göremeyeceğiz…
Hülya Ayazoğlu
hulyaayazoglu91@gmail.com