İngiliz dilinin ve dünyanın en seçkin drama yazarı, şair William Shakespeare’in ölümünün 400. yıldönümü olması sebebiyle bu yıl Shakespeare Lives (Shakespeare Yaşıyor) adıyla dünya çapında düzenlenecek bir etkinlik gerçekleştirileceği haberini okuduğumda sevinmiştim. Ülkemizde de dört farklı şehirde yapılacak gösterimlerin içeriği iyi hoş da, kendi nezdimde konuşuyorum, biraz hayal kırıklığı oldu.
Kenneth Branagh’ın başrolünde oynadığı ve yönettiği Much Ado About Nothing (1993, Kuru Gürültü), III. Richard olarak izlediğimiz Ian Mckellen’ın başrolü üstlendiği, Richard Loncraine’in yönettiği III. Richard (1995), Michael Fassbender’in başrolünde oynadığı, Justin Kurzel’in yönettiği Macbeth (2015) ve kapalı gişe oynayan Maxime Peake’ten Hamlet olarak yoğun bir süzgeçten geçirilip bulunabilecek en yakın dönemin performanslarıyla nokta atışı yapıldığı düşünülerek hazırlandığı aşikâr olan program tamamıyla başarılı yapımlardan oluşuyor belki, ama Shakespeare uyarlaması nasıl yapılır ve sahneye konulur diye sorulduğunda akla gelen ilk öncü isimlerden olan, sinema ve tiyatro tarihinde koskoca bir yüzyıl kapsamında en büyük oyuncu olarak kabul gören, dönemin şartlarında ve Orson Welles gibi bir yönetmenin yorumundan sonra Shakespeare’in eserlerini yeniden sinemaya kazandırmaya cesaret edip dekoru tüm yaratıcılığını kullanarak fona çeviren İngiliz Ulusal Tiyatro’nun kurucularından Sir Laurence Olivier’nin katkısını anımsatabilecek bir yapımın olmaması sadece bana mı tuhaf geliyor? En güzeli hakkında bir yazı kaleme almak ve onu naçizane bu şekilde anmaktı.
Paul Czinner’in yönetmenliğinde As You Like It’in (1936, Size Nasıl Geliyorsa) Orlando’su olarak gördüğümüz Olivier, ilk Shakespeare filmi denemesini her ne kadar beğenmese de kendi yönetiminde çekilecek üçlemeyle ödüle doyamadığı bir süreç yaşadı. V. Henry (1944), İrlanda, Agincourt’ta çekildi ve filmin bütün maskülen duruşu içinde savaşta kazanması şansa kalmış bir ordunun yeni yetmelikten erkekliğe evrilen kralı rolünde oldukça başarılıydı. Senaryodaki küçük dokunuşlarına rağmen oyunun epik anlatımından ve Shakespeare’in natüralist yaklaşımından sapmadı. Elizabeth döneminin coşkunluğunu korudu ve yansıttı.
1948’de siyah beyaz çektiği Hamlet’te ise bir Shakespeare karakterini canlandırıp Oscar alan tek aktör olma özelliğini elde etti. Ahlaki boyutları sapkınlığa varan olaylar silsilesi içerisinde cinnetin eşiğindeki birinin sindirmek zorunda kaldığı onlarca karmaşık ruh yapısını sergilemek beyaz perdede sahnedekinden daha zor bir işti. Yüzyıllar boyu ikonografisi, felsefesi ve psikanalizi tartışılan bu maniyerist eserle ilgili Olivier’nin şu söyledikleri ise onun adanmışlığını anlatır nitelikte:
“Düşün hayatım boyunca, tüm zamanların en büyük oyun yazarı, bazılarına göre ise tüm zamanların en büyük şairi, filozofu ve insanı Shakespeare ile yaşadım. Shakespeare kaleminin bir dokunuşuyla seyirciyi kahkahaya boğup sonra da gözyaşlarına sürükleyebilir. Onun dehası eşsizdir. Öyle roller kaleme alır ki, işini hakkıyla yapan her oyuncu öyle ya da böyle, rolü canlandırmanın yolunu bulur. Anlayışı, yeteneği, imgelemi, coşkusu ve felsefesi benzersizdir. Benzersiz olduğu daha sonsuz sayıda şey bulabilirim. Ancak hepsinden öte sahip olduğu şey büyülü tiyatro zekasıdır. Birçoğu çalıntı ve daha önceden anlatılmış olsa da, hikâyelerini öyle bir kalıba sokar ve biçimlendirir ki, sanki daha bu sabah üretilmiş gibi ışıldarlar. Bir oyuncu bir şekilde Shakespeare oynamaya giriştiğinde, ona büyük bir açlık ve heyecanla yaklaşmalıdır. Eğer, beyninizden parmak uçlarınıza kadar, her yerinizi çalıştıran onun dili ise işinizi ehliyle yapıyorsunuz demektir. Aynı rolü canlandırırken Shakespeare’e tekrar tekrar geri dönebilirsiniz ve her seferinde mutlak keşfedilecek yeni bir şey olacaktır. Hamlet’i kötü bir oyuncu bile canlandırıyor olsa, mutlaka keşfettiği doğru bir şey olduğu söylenir.”
Şato içerisinde devamlı hareket halinde olan kamera ise diyaloglar ve sekansların aykırılığını doğuruyor diye eleştirilse de cesur bir sinematografik deneyimdi.
Shakespeare’in karakteristik yazımının başlıca özelliği olan mitolojik mistiklerden sıyrılmış ilk tragedyalarının bu sonuncu film olmuş hali; sürükleyici tiratların etkisindeki, Olivier’nin güçlü ses perdesine doyulan III. Richard (1955) ise olumlu eleştirilere rağmen iyi bir hasılat yapamadı. Bertolt Brecht’e göre oyunun birinci perdesindeki yas tutan birinin karşısında zafer kazanan hasta ruhlu sakat adamın sevinci ve bunu belli etmede yaşadığı tereddüt çoğu oyuncuya göre olması gereken performansın tam yakalanamadığı çetrefilli bir işti. Bu sorumluluğu aşıp ticari bir başarısızlıkla karşılaşmak Olivier’ye kendisini dinleyeceği on yıllık bir nadas dönemi olarak geri döndü.
Stuart Burge’in yönetmenliğinde 1965’te çekilen Othello’da ise ilk kez barok özellikler taşıyan başrolün farklı ırk yapısına bürünebilmek için vücut geliştirmeyle uğraştı, salt kıskançlıktan değil, tutkunun boyunduruğunda sevdiği kadını öldüren adam olduğunu seyirciye şüphe duyurtmadan sergiledi. Karakterin bir heykel gibi heybetli ama bir çocuk kadar saf ve dürüst özelliklerini değiştirmeyen Olivier, Shakespeare’in anlatımına sadık kalarak ardından çekilenler gibi eserin orjinalliğine zarar vermedi.
Kapanış, her zaman sinemaya uyarlamak isteyip tek hayal kırıklığı olarak kalan Machbet’ten olsun:
“Yarın, yarından sonra bir yarın, bir yarın daha
Sürüp gidiyor günden güne küçük adımlarla;
Geçmiş günlerimiz ise nice sersemlere ışık tutmuş
Ölüm yolunda, toz toprak olmadan önce.
Sön, cılız kandil, sön! Hayat dediğin ne ki:
Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla bu sahnede:
Bir saat gösterip, boyun kırıp gidecek!
Bir daha duyulmayacak artık sesi.
Bir aptalın anlattığı bir masal bu:
Kuru gürültüler, deli saçmalarıyla dolu…”
hulyaayazoglu91@gmail.com
Yazarın diğer yazıları.