Anasayfa / Sinema / Magazin & Popüler Kültür / Ejderha Dövmeli Kız & Lezbiyenlik Temsili

Ejderha Dövmeli Kız & Lezbiyenlik Temsili

“Eşcinsellik, hastalıktır.” (Selma Aliye Kavaf, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı)

Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev’in (2009, Män som hatar kvinnor / The Girl with the Dragon Tattoo) adlı filmi sinemada eşcinsellik ve dolayısıyla da temsilini “okumak” için en yakın örneklerden biri olarak değerlendirilmeyi hak ediyor!… Çünkü 2024’li yıllarda, yani uygarlığın tavan yaptığı yıllarda yaşamamıza ve mağara adamlığı dönemlerimizi çoktan geride bırakmamıza karşılık doğal cinsel eğilimler baskı altına alınmaya devam ediyor ve erkeksi dayatma sinema sanatı eliyle fütursuzca dışavuruluyor.Acınası bir dünyada yaşıyoruz sevgili okur; hem de pek acınası…

Bu film, “geleneksel klişe”nin günümüze değin uzandığını yordamak için elzem bir film, denebilir her şeyden önce. Neydi o “geleneksel klişe?” Şöyle ki; burada da lezbiyen tiplemesi bütünüyle arızalı, yabanî, seksüel tercihleri gelgitli bir figür olarak resmedilmiştir. Erkeklerden korkan genç bir kadın oluşuyla Lisbeth (Noomi Rapace), ilk olarak bir görünüm çizmektedir. Erkeksi tavırları da handiyse kuvvetlendirir bu izlenimi. Erkeklerden korkma sebebi ise aynı tarz klişenin işlemesini sağlar. O da şu:

Küçük kız tacize uğrar ve artık erkeklerden ürken bir frijit hâline dönüşür. Bu kadar basit!…

Bütün anksiyetelerin, hastalıkların, nevrozların, konumuz icabı da seksüel tercihlerin dönüp dolaşıp çocuklukta ya da ilk gençlikte yaşanan kimi travmalara dayandırılması sizin de canınızı yeterince sıkmadı mı? Sinema daha ne kadar bu alanda vakit öldürmeye devam edecek sizce? Elbette bu tür klişe görüntüler Freud ve onun modernist terminolojisini de bulandırıyor. Psikanalitik paradigmayı örseliyor. Çünkü artık çocukluk travması denilince akla ilk olarak Freud ve tartışmalı teorileri (fallik dönemde fiksasyon ile oidipus ve elektra karmaşası burada anılabilir) geliyor. Cinsellik ise salt yatak odasında harcanan sıcak bir mesai olarak algılanıyor. Dolayısıyla da ve onun sofistike göstergeleri yeterince derinlikli bir bakış açısından betimlenemiyor. Vesaire vesaire.

Lisbeth’in, bir Hitchcock kahramanını (haksız yere suçlanan adam tipolojisi) çağrıştıran Mikael () ile ilineksel ilişkisine baktığımızda onun cinsel-psikolojik gelgitlerini daha iyi kavrarız. Özetle; Lisbeth, mazide kalan ama sık sık yüzeye çıkarak kendisini psikolojik olarak huzursuz eden travmasını –eğer çaba gösterirse– aşabilecektir. Bunu aşması için erkeklerle yatmayı denemesi gerektir! Yatar da… Eğer “travmatik geçmiş”i onu rahatsız etmese idi ya da böyle bir “ruhsal şok” yaşamasa idi zaten lezbiyen de olmayacaktı! Dolayısıyla tek ve “normal” olan, genelgeçer ve yerleşik diyebileceğimiz ilişki biçimi heteroseksüel ilişkidir. Normalliğin adıdır heteroseksüellik. Filmin tezi budur aşağı yukarı…

İşte bu noktada şu soru: Neden eşcinsellik doğal akışı içerisinde betimlenegelmemiştir? Neden eşcinseller hep patolojik olgular olarak karşımıza çıkmak zorunda ki? Eşcinsellik bir hastalık mıdır, patolojik bir mesele midir? Kuşkusuz hayır. Bugün eşcinsellik doğal bir cinsel eğilim olarak benimsenmektedir. Özellikle 60’lardaki feminist canlanma sonrası akademik çevrelerde de eşcinselliğin bir sapma ya da hastalık olmadığı, bilakis doğal bir cinsel eğilim olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. Kinsey’in araştırmalarını ansak yeridir hani…

Bununla birlikte toplumsal arenada eşcinsellik hâlen sapkın ve hastalıklı bir ruh hâli olarak değerlendiriliyor. Beyoğlu’nun arka sokaklarında yürürken gördüğüm birçok eşcinselin, transseksüelin çekimser davrandığını, linç korkusuyla yaşadığını çok iyi tahmin edebiliyorum…

 

“Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence. Dolayısıyla eşcinsel evliliklere de olumlu bakmıyorum. Bakanlığımızda onlarla ilgili bir çalışma yok. Zaten bize iletilmiş bir talep de yok. Türkiye’de eşcinseller yok demiyoruz, bu vaka var.”

yollu aforizmik sözleriyle tarihe geçen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, mevcut kini ve patolojik bakışı kuşkusuz daha da hortlatmış durumda; ama iktidarlar gelip geçicidir.

Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf

Eşcinselliği görmezden gelemezsiniz, yok sayamazsınız. AKP, iktidarını bir başka partiye devrettiğinde de bu sorun yaşamaya devam edecek çünkü. Selma Aliye Kavaf’ın bakış açısı, salt faşizan bir dıştalamayı meşrulaştırmıyor; yanı sıra darkafalılığın da bir resmi olup çıkıyor.

“En az üç çocuk yapın!”

sözü de Recep Tayyip Erdoğan’ın dâhiyâne önerisi idi. Dolayısıyla heteroseksüel dayatma bu zaviyeden bakınca daha da görünür kılıyor mevcudiyetini. ve uzantıları, büyük çoğunluğu cahil erkek egemen bir toplumun güvenerek sürekli iş başına getirdiği bir parti ve niçin acınası bir dünyada yaşadığımızın da bir başka göstergesi…

Sokakta, caddelerde, köşe aralarında bastırılan, gizlenen, ötekileştirilen, dıştalanan, yok sayılan ve aşağılanan cinsel kimlikler hâliyle sinemada da bir kenara itiliveriyor.

Ve elbette Türk sinemasında da bu konu yaygın olarak işlenememiştir. 70’lerdeki seks furyasında ise zaten eşcinsel sinema yapan bir yönetmen yoktu. Prodüktörler ve zanaatkâr yönetmenler daha çok kasalarıyla ilgileniyorlardı.

Dünya sineması cephesinden baktığımızda da diken üstünde bir konuyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Senaristler, film yapımcıları, yönetmenler hâlen muhafazakâr, ötekileştirici, babaerkil, aşırı katı tutumunu muhafaza etmektedir. “Erkek sinema” olageldikçe “erkek” yönetmenler de olagelecektir ve “erkek egemen” dizge sorunlu ve hastalıklı varoluşunu sürdürecektir. Evet, hastalıklı olan eşcinsellik değil, bizatihi sinemanın ta kendisidir. Hastalıklı olan eril dizgenin ikiyüzlü doğasıdır…

Ve deminden beri ifade ettiğimiz problem: Ejderha dövmeli kız, yani Lisbeth de öncelleri gibi fahişe ruhludur. Artık iyiden iyiye içinde yaşadığı düzenin dışına çıkar. Kimlik değiştirir, gözden kaybolur…

Sinema sanatının özgürleştirici olması gerektiğini hatırlatmanın zamanı gelmedi mi?

Not: Ejderha Dövmeli Kız, Stieg Larsson’un “” () adını verdiği best-seller romanlarının ilk filmi. Bütün dünya bu romanları okuyor. Umarım okuyanların ruh sağlığı ve gözleri bozulmaz… Gördüğünüz gibi ikinci ve üçüncü filmi ele almadım bu yazıda. Bunun bir vakit kaybı olacağını düşünüyorum… Seven (1995, Yedi) ve Fight Club (1999, Dövüş Kulübü) gibi filmleri yaratan ve şimdilerde “memur yönetmen” olma yolunda yoğun mesai harcayan David Fincher da bu filmi çekiyor. Hollywood ruhunun Fincher’ın filmine nasıl nüfuz edeceğini de artık siz bana anlatırsınız!…

Hakan Bilge

Ayrıca şurada yayımlandı. 

hakanbilge@

Hakkında Editör

Sonraki The 49th Parallel (1941, Michael Powell & Emeric Pressburger)

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

jean-pierre-melville_le-samouraï-1967

Samuray (1967, Jean-Pierre Melville)

Samurayın Yazgısı “Parlak, günahkâr bir dünya…” (Orson Welles, The Lady from Shanghai, 1947) “İki kişiyi ...

4 Yorum

  1. Bu siteye bayılıyorum. “Bir film asla sadece bir film değildir” sözünden yola çıkarsak bu kısa yazı perde arkasını ve perde önünü gayet iyi özetliyor. Perde arkasında, yani mutfakta senaristler, yönetmenler var. Perde önünde ise başbakanlar ve bakanlar… Hükümetlerin, anayasada ‘özgür’ oldukları iddia edilen vatandaşların cinsel kimliklerini nasıl hazmedemediklerini daha yakından gördüm sayende. Adı geçen AKP’Lİ bakanın ‘kadın’ olması da işin utanç yönünün şahikası.

    Kutluyorum, Yüreğine Sağlık.

  2. Filmi izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. Can sıkıcı best seller abukluklarına dayanamam öteden beri. Bu tür kitapların estetik değeri konusunda kuşkuluyum…

    AKP’den bakanların ya da milletvekilllerinin en ufak muhalefete, karşıt görüşe saygıları yok. Yumurta atan öğrencilere illegal örgüt üyesi yakıştırması yapan bizzat Tayyip Erdoğan’dı. Karikatüristlere açılan davaların haddi hesabı yok. Çeşitli yazar ve gazetecilere de davalar açıldı. Köşe yazarları işten çıkartıldılar.

    Eşcinseller de bu şiddet ve baskıdan paylarını alıyorlar…

    Bu harika yazı ve önemli tespitler için teşekkürler dostum.

  3. Aslında cinsiyet ayrımcısı gibi gözükmeyelim burada. AKP’nin o koltuğa (Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığına) bir kadını (Selma Aliye Kavaf) getirmiş olması, onun erkekçe ve babaerkilce düşünmeyeceği anlamına gelmiyor. Gözlemlediğim kadarıyla bu ülkede kadınlar da en ez erkekler kadar ataerkilliği kabullenici davranışlar sergiliyor. Cinsel ırkçılık da bunun bir başka göstergesi sadece. “Dövme” bir lekedir vücuttaki; asla çıkmayacak… İktidarların da lekeleri vardır ve olacaktır. Bu iktidarları iktidara getirenler de layık oldukları gibi yönetileceklerdir. Tarih bize bunu çok fırsatta hatırlatmıştır.

    Benim ilgilendiğim asal nokta ise şu:

    Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde saptadığı gibi, iktidar ve beden algısı, iktidar ve cinsellik ayrı düşünülemeyecek denli iç içe geçmiştir. Bu yazı ise Foucoult’nun son başyapıtına, esasında yarım kalmış son başyapıtına inceden bir selam göndermekti. Ve elbette buradaki iktidar salt AKP iktidarı değil. Avrupa’daki demokrat liboşlar da konumuzun merkezinde yer alıyorlar. Çünkü bu best seller bir yapıttan uyarlanan bir Avrupa filmi.

    Yılların “erkek” Hollywood’unun milenyum üçlemesine aç kurt gibi saldırması da sürpriz değil. Umarım David Fincher çok para kazanır!…

  4. Bu film temelde cinselliği değil, anti-semitizmi ayakta tutarak yahudiyi masumlaştırmayı amaç edinmiştir.Yahudi filmleri her zaman bu şekilde işlenir.Örnek V For Vendetta.Bizlerin özgürlüklerin baskı altına alınması hususunda verdiğimiz isyankar tepkiyi Cinsel tercihler konusunda da vermemizi, toplumda bu tür bir bilinç gerçekleştirmemizi istiyorlar.
    Küresel kraliyetçilerin temel görüşlerinden biridir bu.Cinsel özgürlüklerin sonuna kadar yaşanması şimdiye kadar hiçbir topluma bir kazanç sağlamamıştır.Aksine toplumları zehirlemiş, köreltmiştir.Sanat uğruna sapkınlığı her zaman kınadım.Kınıyorum.Bunlar İNSANA birşey kazandırmaz.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir