“Ben nesli tükenmekte olan bir türe aidim; entelektüelim.”
(Alan Squier, The Petrified Forest)
“İnsan ve sanatçı bir bütündür. İkisi de yerlerde sürünüyor.”
(Luchino Visconti, Morte a Venezia)
Kıymeti bilinmemiş Archie Mayo’nun parlak filmi The Petrified Forest (1936, Taşlaşmış Orman) dekadansın filmidir görünüşte; fakat satırarasında hep başka bir şey anlatıyormuş izlenimi verir. Firari Katil Duke (aynı rolü tiyatro sahnesinde de canlandıran Humphrey Bogart) ve çetesi, kibar bir beyzade, dominant karısı ve zenci şoförleri, restaurant çalışanı ve yaşlı adam filan hep ana konuyu destekleyici unsurlar olarak belirir. Artık tükenmekte olan bir neslin filmi, entelektüelin1 iflası. Seçkin şiirlerin, gözde romanların, belirli bir zarafet taşıyan yazar-okur buluşmalarının devri değildir artık. Hiç tanınmayan bir yazar, çölde bir fosile dönüşmeden evvel, vasiyetnamesini açıklar sanki. Bütün dekor ve perspektif buna hizmet eder. Gençliğin ve arzu doluluğun simgesi çöl lady’si Gabrielle (savaş yıllarının ve savaş sonrasının sorunlu kişiliklerini oyunlaştıran ama henüz toy bir Betty Davis), yaşama umudu ve keşfin devralıcısı olarak dekadan Alan Squier’in (erken ölen büyük aktör Leslie Howard) bıraktığı uzama konumlanır.
Savaş sonrası karamsarlığı, iki dünya savaşı arası yaşanan huzursuzluk gibi dünya edebi-tarihi-siyasi lügatinde çoğu kereler işittiğimiz kimi kavramsallaştırma ve tanımlamalar edebi alanda olduğu gibi sinemasal haritada da yankısını bulagelmiştir. Edebi alanda söz gelimi Robert Musil, söz konusu bunalımı gören ve Niteliksiz Adam isimli başyapıtlar başyapıtı devasa romanında tasvir eden modernist bir romancıdır. Franz Kafka ise ekspresyonist yapıtlarında (Dönüşüm, Şato, Dava, Ceza Sömürgesi vd.) bürokrasi karşısında cücelerin haletiruhiyesini gösterişsiz ve ama kusursuz bir dille işlemiştir. Hermann Broch, James Joyce (Ulysses’e selam), Virginia Woolf gibi isimler de bu dönemde dikkati çeken öteki ustalardır.
Hollywood’da ise zaten hemen her sansasyonel olgu, konjonktürel çalkantı ve dağdağalar anında sinemaya yansımıştır. Taşlaşmış Orman döneminde Hollywood’un Büyük Bunalım’a (Great Depression), işsizliğe, polis-çete savaşlarına, sınıflararası uçurumlara, kuşkulu ve kaotik hapishanelere, içki yasağına, kısacası gangster filmleri ve polisiye filmler (film noir’lar, dedektiflik filmleri, thriller’lar) aracılığıyla dönemsel sorunlara baktığını görüyoruz. Howard Hawks’ın American Dream’in satıraralarını okuduğu Scarface (1931, Yaralı Yüz), William Wellman’ın yükseliş ve düşüşün panoramasını çizdiği The Public Enemy (1931, Halk Düşmanı), Mervyn LeRoy’un kimi kez Amerikan liberal sistemine göz de kırptığı Little Caesar (1931, Küçük Sezar) ve sınıfsal açılımlara da haiz I Am a Fugitive from a Chain Gang (1932, Ben Bir Pranga Mahkûmuyum), Michael Curtiz’in kanun ve düzen yanlısı Angels with Dirty Faces (1938, Kirli Yüzlü Melekler) ve de Raoul Walsh’ın yeraltı suç örgütlerini takip ettiği The Roaring Twenties (1939, Cümbüşlü Yıllar) gibi yapıtlar, bu dönemde çekilen belli başlı suç ve gangster filmi örnekleridir.
Diğer yandan, sanki bu sinemasal sertliğin dengeleyicisi olarak duran müzikal filmler de beyaz perdede görünmektedir. Ginger Rogers-Fred Astaire ikilisine selam olsun. Söz konusu sinemasal yanyanalık, heterojen görünüm, janr sistematiğiyle yakından ilgilidir. Taşlaşmış Orman’ın başarısı ise, kaybetmeye yazgılı gangsterleri anlatırken, aslında entelektüelin çıkışsızlığını odak noktası yapması ve aydın-halk çatışmasını, kelimenin en doğru anlamıyla, aydın-halk iletişimsizliğini sorgulamasıdır.
Adını andığımız filmlerde, organize suçun karşısında saf tutanlar yasa güçleridir ve ahlaksal mesajlar hemen bütünüyle güvenlik güçlerince (polisler, komiserler, savcılar vd.) iletilir. Angels with Dirty Faces’de mesela Hristiyan merkezli dinsel önermeler handiyse tiksindirici bir hal alır. I Am a Fugitive from a Chain Gang ise adalet mekanizmalarına kuşkuyla bakarak işsizlik sorununu da dile getirir ve son derece realist bir manzara çizer. Bu gerçekçi manzaradan otoriter hapishaneler de payını almaktadır. Bütün bu sorunlar göz önünde bulundurulduğunda Taşlaşmış Orman’ın ne denli farklı bir rota çizdiği hemen anlaşılacaktır. Sinemada bu tarz kıymetli örneklere rastlamak zordur.
Orta yaşı geçkin göçebe, yersiz-yurtsuz yazar eskisi Alan, beş kuruşsuz, ideallerine veda etmiş, umutsuz ve çaresiz Alan Squier; Gabrielle’in restaurantına adım attığında vasiyetini açıklamak için de fırsat bulacaktır. Modern yaşamdaki boşluk, değerler aşınımı, az evvel modernist romancıları anarken de belirttiğimiz üzere, toplumsal-psikolojik anlamda farklı statü ve sınıfların bireylerini de hemen aynı derecede etkilemiştir. Burada salt dünya savaşlarının yıkıcı etkisi değildir söz konusu olan. Aynı ölçüde ideolojik düzeyde de herhangi bir umut ve çıkış yolunun kalmamış gibi görünmesidir. Entelektüelin çöküşü, ideolojilerin çöküşü olarak da okunabilir. Elbette Fukuyamacılar gibi ideolojiler öldü diyecek kadar safdilli bir tutum izleyecek değiliz, ideolojiler hiçbir zaman ölmemiştir; fakat bu doğrultuda asıl kastettiğimiz durum aşağı yukarı şudur: Ulusların refah ve mutluluğunu vaat eden kapitalizm, keskin dişlerini çabuk göstermiş ve sonuç milyonlarca insanın öldüğü dünya savaşları olmuştur. Kolonyalizm, post-kolonyalizm ve oryantalizm ise kol kola ve yan yana kök salmıştır.2 Öte yandan, her özgürlükçü çaba abluka altına alınmış, farklı sesler ya bastırılmış ya da ötekileştirilmiştir. Dünya iki kutba (Sovyetlerle Amerika Birleşik Devletleri ve NATO ile Varşova Paktı) bölündüğünde, savaşlar yerini Soğuk Savaş’a bıraktığında bu kez üçüncü dünya ülkeleri tehlike altına girmiş; vahşet ve zulüm, Asya’ya, Afrika’ya sıçramıştır. Bütün bunlar yaşanırken entelektüelin işlevi nedir? Edebiyat yapıtları ve filmler dünyayı değiştirebilir mi? Bu soru(n)lar aktüalitesini koruduğuna göre Taşlaşmış Orman da bir Hollywood klasiği olarak önemini haliyle sürdürmektedir.
Günümüzde, Adorno’nun, “Auswitch’ten sonra şiir yazılamaz.”3 tümcesinde de somutlaştığı gibi, bir sanatçı olarak aydının, bir yol gösterici olarak entelektüelin önemi neredeyse kalmamış gibidir. Her şeyden önce, bütünsel dünya görüşleri (sistematik felsefe) iflas etmiştir.4 Globalizasyon ilginç bir şekilde kamusal bölünmelerin yaşandığı bir dünyayı resmileştirmektedir. Gruplar, örgütler, direnç noktaları vb. tümden cemaat toplumu önermesiyle çıkarsanabilecek bir düzeyde seyretmektedir. Bundan çıkarılabilecek sonuç elbette synic bir dünya vizyonu olmamalıdır; fakat işin entelektüel ve aydın cephesinde durum umutsuz gibi görünmektedir. Entelektüel, emeğini kapitalist yayın organlarına kiralamıştır. Yaşamsal geleceği kapitalist patronunun iki dudağı arasındadır. Şu haliyle özünde kapitalist dizgenin “yedek sanayi ordusu”ndan, bedenini para için satmak zorunda bırakılan bir fahişe; emeğini, zihnini, fikirlerini kapitalizme kiralayan sözde entelektüelden daha onurlu ve daha gururludur!
Öte yakada halklar, Foucault’nun isabetli ifadesindeki gibi, “Acıya entelektüelden daha yakındır.” Elbette sorunları anlamada, iktidarların karanlık yüzünü aralamada halk daha akıllıdır eskisine göre ve bu doğrultuda herhangi bir kılavuza da ihtiyaç duymamaktadır. Toplumsal aydınlanma bahsinde entelektüelin halk yığınlarının dönüştürülmesine yardımcı olup olamayacağı konusu hâlen önemini korumaktadır. Aslında soru şöyle de konulabilir: Entelektüel, halk karşısında gerçeği maskeleyen kişi olagelmemiş midir? Entelektüel, iktidar yardakçısı olduğuna göre halkın entelektüele cidden ihtiyacı var mıdır?
Taşlaşmış Orman’ın5 entelektüeli resmini çizdiğimiz gruba dâhil değildir elbet. İktidardan uzağa fırlatıldığı içindir ki varlığını çölde bulmuştur. Çölü arşınlayan bir seyyah olarak artık önemi kalmadığının bilincindedir o. Sömürü savaşları insanlığın başına yeterince beladır. Hükümetler sorumsuzluklarının son raddesindedirler. Demokrasi denilen bir yanılsama üniter ve ulus devletlerin yeni yanılsamalı ideolojisidir artık. Dünya henüz birinci savaşı geride bırakmışken, ikinci savaş da kapıda beklemektedir. Duyarsızlık sanat kavramını yerinden oynatmıştır. Böyle bir dünyada entelektüelin yol göstericiliğinden bahsedilebilir mi? Doğal olarak yerini gençlere bırakacak ve tozlu sahnesinden çekilecektir. Gençlik sözcüğü, bu basit sözcük; hareketin, enerjinin, keşfin ve geleceğin sembolüdür Taşlaşmış Orman’da. Mecali kalmamışlar, umudu tükenmişler, dünyası başına yıkılmışlar ve de umutsuzlar, tarihin arenasından uzağa düşeceklerdir kaçınılmaz olarak. Her ne kadar güçsüz de hissetseler, günümüzün kemik yalayıcı entel liboşlarından, yapaylığın hazırlayıcısı iktidar şakşakçılarından, köşelerinde kapitalizmin uşaklığını yapan paragöz gazetecilerden temizdir mesela Alan Squier. İleri görüşlülüğü onu yeterince büyük kılmaktadır yine. Çölde bir loser olarak kaderi gangsterlerinki gibi bir çıkmaza düğümlenmişse de o, benliğini koruyarak ölmesini bilmiştir.
Hâlen özünü koruyabilen, kapitalizme emeğini kiralamamış gerçek entelektüellere selam olsun.
sinefil78@gmail.com
Düşünkara fanzin, 12. Sayı, Ocak-Şubat 2024
Karabatak dergisi, 11. Sayı, Kasım-Aralık 2024
Yazarın diğer yazıları ve twitter sayfası.
Notlar
1 Bu yazıda ‘entelektüel’ sözcüğünü ‘aydın’ sözcüğüyle eşanlamlı olarak okuyorum.
2 Bu bağlamda bkz. Oryantalizm, Edward W. Said, Çev. Nezih Uzel, İrfan Yayıncılık, 4. Basım, 1998
3 Theodor Adorno’nun yargısı Nazi kampları sonrasını kristalize etse de, İkinci Dünya Savaşı dışında, Vietnam’a, Afganistan’a, Irak’a ve şimdilerde de Libya’ya uyarlanabilir mi? Buna hiç düşünmeden ‘evet’ cevabını verebiliriz. Çünkü sömürü savaşları ve buna kayıtsızlık birbirine paralel olarak devam ediyor.
4 60’lı yıllardan beri, Fransız post-yapısalcı filozoflar Jacques Derrida, Michel Foucault, Jean Baudrillard ve Jean-François Lyotard’ın kışkırtıcı yapıtlarında da izlenebileceği gibi Batı felsefesi bir ölçüde bu temel mesele ile meşgul olmuştur. Diyalektik ve ilerlemeci, tarihsel maddeci felsefi vizyonun ölümünün okunmasıdır bu. Lyotard’ın deyişiyle, büyük anlatıların sonunun yeni-tarihinin yazılışı.
5 Robert E. Sherwood’un aynı adlı tiyatro yapıtından uyarlanmıştır film. Sahi, nedir taşlaşan? Medeniyet mi? Modern medeniyetin koynunda gitgide yalnızlaşan entelektüel mi? Yoksa her ikisi mi?