Anasayfa / Sinema / Klasik Filmler / Michelangelo Antonioni Klasikleri (1) – L’eclisse (1962)

Michelangelo Antonioni Klasikleri (1) – L’eclisse (1962)

L'eclisseL’eclisse filmi, Michelangelo Antonioni’nin yalnızlık üçlemesinin önemli (Alienation Trilogy) halkalarından birisidir. Bazı kritiklere göre bu üçlemeye “Red Desert” (Il Deserto rosso / Kızıl Çöl) filmi de eklenir. Film 1962 yapımı olup başrollerini Monica Vitti ve Alain Delon canlandırmaktadır. Filmin konusu bir yazarla ilişki yaşayan çevirmenin onunla ilişkisini bitirmesi, borsa simsarı ile yeni bir ilişkiye yelken açmasını konu eder. Bu meyanda filmde, İtalya’nın geçirdiği ekonomik mucize, , yabancılaşma, iletişimsizlik, insan ilişkilerinin metalaşması ve öznelerarası ilişkilerdeki kopuş konu edilir.

 

Antonioni diğer yönetmenlere göre modern sinemaya -modern sinemadan kastım, Antonioni’nin sineması geçmişin sinemasından çok bilinçli bir şekilde ayrılır- daha da yakındır. Daha çok modern hayatın sesini, duyumsanmasını, ona ait özellikleri ortaya çıkarır ve ifade eder. Modern sinemanın ortaya çıkışı bir anlamda ikinci dünya savaşının getirilerinden birisidir ve yaşanılan hayat da hiçbir şekilde ikinci dünya savaşından önceki gibi değildir. Dünya savaşları düz bir çizgiden ibaret olan tarih anlayışını da sorgulatmıştır. Bu ilerleme ise Kant, Herder, Hegel ve Alman Tarih Okulu ile gördüğümüz aydınlanma düşüncesinin bir ürünüdür. Aydınlanma ise akıl, bilim, özgürlük, adalet gibi kavramların evrenselliğine inanır. Bilimin bir ideoloji olarak kullanımı, bazı toplumların üzerinde bir baskı aracına dönüşmesi, bu düşüncenin üstesinden gelinmesi gereken bir handikap olduğu gibi insanların akıl, bilim, ilerleme adalet gibi “tutamak”lara da güvenci kalmamıştır. Sinema da bir anlamda hayatın bir yansısı olduğuna göre onda da hissedilecektir. Bu meyanda, Ingmar Bergman ile birlikte modern sinemanın Avrupa’daki öncülerindendir Antonioni.

 

Antonioni’nin en karakteristik özelliklerinden birisi, filmlerinin aslında bir “sonlanma” ile başlangıcıdır. Bu L’eclisse filminde, Riccardo (Francisco Rabal) ile Vittoria (Monica Vitti) arasındaki ilişkinin can çekişip bitmesi olayı “sonlanma”nın başlangıcıdır. Antonioni burada “sessizliği” de “physical sense” olarak kullanır. Bununla birlikte bu elementin gelecekteki sahnelerin şekillenmesinde önemli payı olacaktır. Antonioni’nin sinemasında özellikle “space”nin (mekân) kullanılması oldukça ilginçtir. Bunu filmin başında, Ricardo’nun koltukta beklenmedik şekilde oturuşu ile anlayabiliriz. “Space”in kullanımı daha çok “fregmantery”/parçalı bir şekildedir. Mekânın bu şekilde kullanımı Antonioni sinemasının önemli bir özelliğidir ki bu onu hem sürrealistlerden hem de Amerikan eksperimentalistlerinden ayırır. Bununla birlikte Antonioni’nin kurguladığı dünya öyle ya da böyle belirli bir anlam üzerine kuruludur. Özellikle sürrealistlerin sinemasından ayrılan yönü burada ortaya çıkar.

 

L'eclisse - Monica Vitti

 

Aslında Fragmentary olarak kullanılan mekân daha önce sinemasında kullanılmıştır. Ama Bresson’daki bağlantılar, bağlantısız yerler ve mekân kırıntısı ile zenginleştirilir. Yönetmen bu mekânlardaki oyunu ile “önceden belirlenmemişlik” duygusunu yansıtır. Bu mekânlar arasındaki bağlantıyı sağlayan “El”dir. Bireyin içinin boşaltılıp özneleştiği, akıldan ziyade arzuların ön plana çıkmaya başladığı toplumda el aslında özneleşmenin bir belirtisi olarak da kabul edilebilir.

 

“Mekân”dan kopuş aslında modern dünyada mekânın paylaşılmış olmasının bir sonucudur. Bireye hiçbir şey kalmamıştır. Bu nedenle Franz Kafka’nın Das Schloß (Şato, 1926)’unda Kadastrocu’nun ölçüsüz bir dünyada ölçüp biçeceği bir şey kalmamıştır. Aslında onun kadastrocu olmasının da mantığı budur. Joseph K.’nın denetim toplumundaki devlet kurumlarında yarı baygın halini daha rahat anlayabiliriz.

 

Filmin çekim yılı 1962’dir. Birçok film gibi bu filmi de çekildiği zamandan soyutlayamayız. 1962 senesi tarihte Sovyet Rusya ile Amerika arasında gerçekleşen Küba’daki füze krizinin az öncesi ve nükleer tansiyonun en yüksek olduğu yıllardı. da tüm hızı ile devam ediyordu. Nükleer savaşın meşum gölgesi filmin her zaman üzerindedir. Filmin başında gördüğümüz ve birçok kez de Antonioni’nin bize gösterdiği mantarvari fiziksel yapıya sahip olan kule bir anlamda bu nükleer savaş ihtimalinin gerçekleşmesini çağrıştırdığı gibi Vittoria’nın Riccardo ile dışarı çıktığı sahnede dışarıda hiç kimsenin olmayışı da “sanki bir nükleer patlama sonrası dünyanın yalnız halini” gösterir gibidir. Keza Ricccardo ile Vittoria sabah yürürlerken önlerinden geçen çocuk bu “apocalyptic” durumun sembolik bir ifadesi gibidir. Aynı zamanda karakterlerinin de tecrit edilmişliğini ifade eder. Benzer yapıya Samuel Beckett’in Endgame isimli oyununda da tesadüf edilebilir.

 

L'eclisse - Mantar-kule

 

Geleneksel toplumda insanların kimliklerini şekillendirmesine yardımcı olan araçlar vardır. Bunları din, milliyet, aile, vs. olarak kaba anlamda ifade edebiliriz. Fakat daha modern bir toplumda -Antonioni’nin yansıtmaya çalıştığı- bu çeşit bir kimlik anlayışı da zedelenir. Vittoria karakterinin kendi ailesinden kopukluğu, bilhassa annesi ile olan ilişkisi, daha doğrusu ilişkisizliği oldukça dikkate değerdir. Yaşadığı aşk ilişkisinin de onu bu manada çok fazla tatmin ettiği söylenemez. Bununla birlikte aslında yaşadığı kopukluk kelimenin tam anlamı ile “disconnectedness” haldiri -ki bu da modernin bir getirisidir. Bundan dolayı Vittoria kendisini sürekli bir güvensizlik, biteviye bir sürüklenmişlik içerisinde bulur. Bu ise sadece anlık ile olumsuzlanır. Bunu ise Vittoria’nın etkili yüz ifadelerinden rahatça anlayabiliriz. Bir anlık ile yüzü gülen Vittoria belirli bir süre sonra somurtmaya başlar ve yüzü birden ciddileşir.

 

Bunların yanında Antonioni filmin birçok sahnesinde Vittoria’nın kendi dünyasından kopukluğunu, bağlantısızlığını, varoluşunun temelindeki yalnızlığını vurgular. Vittoria mutluluğu ancak anlık heyecanlarda bulabilir. Bunu da zaten bir iki sahnedeki bu anlık mutluluk gel-gitleriyle göstermiştir. Bu bağlantısızlık, daha doğrusu “sense of connection” olarak ifade edeceğimiz kavramın asıl vurgulandığı yer ise, Piero’nun (Alain Delon) arabasını çalıp kaçan sarhoşun denizden ölüsünün çıkarıldığı sahnedir ki cansız bedenin arabadan dışarıya sarkan eli bu “connection” ihtiyacının somut ifadesidir. Aynı ihtiyacı Vittoria’nın Piero’ya telefon edip de konuşmadığında da hissederiz.

 

Vittoria’nın etrafındaki yalnızlık oldukça hissedilirdir. Onun filmdeki kısa mutluluk anları oldukça şaşırtıcıdır, çünkü bu durumlarda oldukça farklı bir karakter ile karşılaşırız. Geri kalan zamanlarda o genellikle tecrit edilmiş ve yalnız bir haldedir. Antonioni’nin bize yansıtmaya çalıştığı ise toplumdaki tüm yapıların çöküş (filmin ismi de aslında buradan geliyor) içerisinde olduğudur (insana kesinlik ve rahatlama duygusu veren yapıların bilhassa). Bu din olabileceği gibi, aile ve insan ilişkileri de olabilir. Bundan dolayı karakterler bir yalpalama dönemi, bir boşluk içerisindedirler. Bir “tutamak”ları kalmadığından bir nevi “tutunamayan”lardır. Bu nedenle sürekli sendelemektedirler. Vittorio’nun durumu da bu durumun bir yansımasıdır. Buna benzer bir olay L’avventura (1960, Serüven) isimli filmde Vitti’nin arkadaşının sevgilisi ile yaşadığı ilişki ve La Notte’deki (1961, Gece) Jeanne Moreau’nun kocasıyla arasındaki kopukluğu bu çöküş ve değerlerdeki çözülmenin güzel bir örneğidir.

 

L'Avventura La Notte

 

akılcı toplum içerisinde aklın baskısını yaşamaya başlamış olan insandır. Bu akılcılık ise burjuva hayatı içerisinde bilhassa belirginleşir. Modern toplumda aklın baskısı sınıfların birbiri üzerinde kurdukları güç olmaktan çıkmış tüm toplumu sarar hale gelmiştir. Tarihsel olarak insanın insana hükmetmesi evresinden aklın insana hükmetmesi evresine geçilmiştir. Hâkim de hâkimiyet kurulan da aklın kurallarına göre işleyen çarklar içerisindedirler. Akıl insan ve toplumun üzerine çıkarak, onu belirlemeye başlamış, tutku ve duygularını köreltmeye başlamıştır. İnsan bu baskı altında özgür değildir. Aydınlanma çağından beri, insanı daha fazla özgürleştireceğine inanılan akıl aslında insanı kısıtlar hale gelmiştir. Bir anlamda, bir ideolojiye bile dönüşmüştür diyebiliriz.

 

 

“Özgürlük tutkuların doyumundan geçer… Aklın egemenliğine başkaldırmak gereklidir.” (Theodore Adorno)

 

 

Antonioni’nin filmlerinde kadın erkek ilişkileri kopuş üzerindedir. La Notte’de olduğu gibi L’eclisse’de de böyledir. Film başlangıç olarak Riccardo ile Vittoria’nın ayrılığı ile başlar. Çünkü “eros is sick”tir (ki aşk hiçbir şekilde, özellikle içinde yaşadığımız modern dünyada yapmacıksız ve tabii bir şekilde yer alamaz). Sick Eros’u özellikle Antonioni bu filmde çok belirgin bir biçimde yansıtmıştır. Piero ile Vittoria arasındaki ilişkinin değişken yapısı bunun örneğidir. Mamafih, genellikle de filmlerinde “happy sex” olarak adlandırabileceğimiz kavram hemen hemen hiç yoktur. L’eclisse’de Piero ile Vittoria’nın son sahneleri dışında genellikle böyle bir olaya rastlamayız.

 

La Notte 2

 

Bunların yanında Vittoria sürekli bir yabancılaşma yaşar. Sürekli “exploring space” halindedir. Hem Verona havalimanında hem de Piero ve Riccardo’nun apartmanında da böyledir. Sürekli etrafını tanıma süreci içerisindedir ve sürekli bir yabancı rolündedir (etrafına). İçerisinde yaşadığı topluma ve mekâna karşı olan bağlantısızlığı, yabancılığı birçok sahnede vurgulanır.

 

Antonioni sıkı bir karşıtı olsa da neorealizmin etkileri onda bariz bir şekilde mevcuttur. Kullandığı aktörlerden tutun da senaryo metinlerine varana kadar yapılan kritikler iddialarında haklı olabilirler. Bu anlamda neorealist olmayabilir; fakat öte yandan, onun filmleri bir anlamda sahip olduğu güçlü kişilik, vizyon ve neorealizmin prensipleri arasındaki diyalogu temsil eder. O özellikle neorealizmin özünü temsil eden gerçeklikleri yani “sentimentality” ve işçi sınıfına bakış açısını almış ve daha çok üst-orta sınıfa uyarlamıştır. Red Desert’dan başlamak üzere Antonioni dokümentarist kimliğinden uzaklaşıp daha çok ekspresyonist anlayışa doğru ilerleyecektir.

 

Red Desert

 

Aslında Antonioni sinemaya hem dokümentarist hem de ekspresyonist anlamda yaklaşmaktadır. Hatta bazı sahnelerde bu ikilemi vurgulamaktadır. Özellikle Roma borsasından eve akşam saatinde dönen Vittoria eve girer ve ışığı açar. Işığı açmadan önce pencereden bir film afişi görürüz. Fakat burada ilginç bir şey söz konusudur; ilk bakışta bunun bir film afişi mi, yoksa bir sinema filminin başlangıcı mı yoksa bir fotoğraf mı olduğunu anlamakta tereddüt ederiz. Bundan dolayı Antonioni özellikle kendi mizansenini seyircinin yönünü şaşırtmak amacıyla kullanır. Seyircinin nerede olduğunu anlamaya çalışmasını ister. Daha sonraki sahnelerde anlamsız görünse de bu sahnenin hemen akabinde Vittoria bir bitki fosilini elinde tutar. Aslında bunu da sorgulamak gerekmektedir. Filmin 1962’de Cannes Film Festivali’ne katılmadan önce 7–8 dakikası kesilmiştir. Bu 7–8 dakikada da Anita (Rosanna Rory) ile Vittoria bir müze ziyaretinde bulunurlar. Burada da insan hayatının dünyanın hayatına göre ne kadar kısa olduğu vurgulanır, diğer bazı filmlerinde olduğu gibi.

 

Peki, filmin ismi neden L’eclisse (Batan Güneş şeklinde çevrilmiş olmakla birlikte “düşüş” ya da “çöküş” şeklinde de çevrilebilirdi)’dir? Bunu da düşünmek gerekmektedir. Bu, İtalya’da belirli bir sınıfın çöküşünün bir ifadesi olabildiği gibi, o zamanlar İtalya’da çok ünlü bir kitap olan Eclipse of Intelectual isimli kitaba da matuf olabilir. Eros’un çöküşü, modern hayattaki duyguların çöküşü ya da Avrupa’da çöküş halinde olan kolonyalizme bir referans da olabilir. Marta’nın (Mirella Ricciardi) evi bu meyanda birçok ipucu taşır. Daha çok İngiliz kolonyalizmi anlatılır. Marta da bu tip bireylerden biridir. Neden bir Mozambik ya da Kongo değil de Kenya anlatılmış? Çünkü o zamanın gündemdeki konularından birisi Kenya’nın kurtuluş savaşıdır. Ülke tam anlamı ile buna kilitlenmiştir. Çünkü İngiliz Kolonyalizmi’nin en son kalelerinden birisi de Kenya’dır ve İngiltere gerçekten de bu ülkeye ciddi anlamda yayılmıştır. Mücadele de bu oranda kanlı ve şiddetli cereyan etmiştir. Bunun sonucu olarak da yaklaşık 1964’te Kenya bağımsızlığını kazanır. Özetlemek gerekirse, anlatılan kolonyal dönemin ya da daha geniş ifade etmek gerekirse “Avrupalı Üstünlüğü”nün çöküşüdür.

 

L'eclisse - Monica Vitti & Alain Delon

 

Tabii ki tüm bu açıklananlar ortaya bir soruyu getiriyor. Antonioni politik bir film yönetmeni mi? Tabii ki böyledir. Ama o da Jean-Luc Godard gibi bize cevap vermekten çok soru sorar ve bunu yaparken de herhangi bir taraf tutmaz. Filmleri modern toplum hakkında oldukça temel sorular sorar. Modernleşme sürecinin (daha geleneksel bir yaşam tarzından daha modern bir yaşam tarzına geçiş) maliyetinin ne olduğu gibi.

 

Antononi’nin ilginç bir yönüdür ki genellikle filmlerinde beklenmedik olaylar meydana gelir. (Bu beklenmedik olaylar ile birlikte konudan sapmalar da söz konusudur. Vittoria’nın büyük miktarda para kaybeden borsa yatırımcısını takip etmesi bunun bir örneğidir). Özellikle Marta ve Vittoria’nın önce dans etmesi, sonra kolonyalizmi tartışmaları ve daha sonra da dışarıdan gelen sesler ile köpekleri aramaları ile meydana gelen olaylar silsilesi örnek olarak verilebilir. Bu olaylar silsilesi birbirleriyle çok fazla bağlantılı değildir. Daha doğrusu birbirleri ile aralarında bariz bir bağlantı görülmez. Ondaki olayların geleneksel olarak teselsül etmesinden den ziyade (traditional narrative sense), sequence b sahnesinin a’ya, onun da c’ye neden olması şeklinde değildir. Bu daha çok contingency (vukuu belli olmayan olay) şeklindedir. Sequence b’nin sequence c ile bir bağlantısı vardır. Fakat bunlar arasındaki nedensellik ve bağlantıyı anlamak ise biraz zordur. Seyirciye daha çok birbirlerinden bağımsız, münferit sahneler olarak yansırlar.

 

L'eclisse - Alain Delon & Monica Vitti

 

Bununla birlikte Antonioni filmde keskin bir şekilde bir sahneden başka bir sahneye geçer. Aslında film puzzlevaridir. Özellikle Marta ve Vittoria’nın Verona’ya uçtukları sahnede bu görülebilir. Önce keskin bir geçiş ile uçağın pistten havalanmaya çalışırken sadece flaplarını görürüz ve daha sonra ise pilotun rapor verdiğine şahit oluruz. Daha önceki sahnelere gidildiğinde ise Anita’nın kocasının pilot olduğu ve Verona’ya “teslimat uçuşu” yapacağı aklımıza gelir. Daha sonra Anita ile Vittoria’nın uçak içerisindeki görüntüsü ile puzzle tamamlanır. Bu özellikle salt bir sahne için değil, tüm film için geçerli olmakla birlikte “narrative technic”in önemli bir parçasıdır. Filmin son 7 dakikası ise bu mantıkta bakılması gereken imajlar bütünü ile donatılmıştır. Filmin çekiminin yapıldığı ve karakterlerimizi gördüğümüz mekânlar sürekli geriye dönük olarak anıştırmalar halinde tekrar ve tekrar gözler önüne getirilir, seyircinin bu sahneler üzerinde tekrar düşünmesi sağlanır. Fakat bu son bölüm haliyle Amerikan seyircisini hayal kırıklığına uğratmıştır.

 

Aynı özellik Verona sahnesinde de görülebilir. Vittoria, Verona havalimanına indiğinde iki tane zenci görür ve bu zenciler havalimanı binası önünde oturmaktadırlar. Bu biraz da 60’ların başında kapılarını Afrikalı ve Arap mültecilere açan batı ülkelerine yönelik bir atıf olmakla birlikte Kolonyalizme dair bir atıf da olabilir ki daha önceki sahnelerde bu tip referanslar bolca yapılmaktadır. Daha önceki sahnelerde ise Vittoria ile Marta’nın Afrika dansı ve Afrikalılar konusundaki fikirleri söz konusu olmuştur. Antonioni havalimanı önündeki bu Afrikalıları gözler önüne getirerek geçmiş sahnelerde tartışılan, dalga geçilen insanların, film karakterlerinin kafalarında oluşan Afrikalılara dair stereotiplerin ne anlama geldiğini -daha doğrusu anlamsızlıklarını- göstermektedir. Filmi tam olarak anlayabilmek için sık sık geriye dönüş yapmak ve bu parçaları birleştirmek gerekmektedir.

 

Vittoria ve annesi - Borsa Salonu

 

Antonioni’nin filmlerinde sıkça gerçekleşen çekimlerden birisi de “false point of wiew shot” olarak isimlendirebileceğimiz çekimlerdir. Özellikle Vittoria’nın Verona’ya indiği sahnede bunu sık sık görebiliriz. Vittoria’nın bakış açısını yansıttığını düşündüğümüz sahneler aslında onun bakış açısı değildir. Verona’daki başka bir uçağın iniş yaptığı sahne bunu örneklendirir.

 

Bu film hakkında Antonioni’ye gelen en sık eleştirilerden birisi ise filmin “plotsuzluk”udur, “traditional plot”a sahip olmadığı ve hikâyenin gerçeği yansıtmadığı şeklindedir. Bununla birlikte film tam anlamı ile de soyut ya da gelişigüzel bir şekilde belirlenmiş bir plota sahip değildir. Filmin plotu da bir iki kelime ile ifade edilebilecek kadar da basit değildir. İlk bölümlerde daha çok Vittoria’nın filmi iken film daha sonraki bölümlerde Piero’ya doğru döner, filmin sonuna doğru ise iki karakter arasındaki ilişki ve yakınlaşmaya şahit oluruz. Daha daha sonra ise film hiç kimsenin filmi olur (son 7 dakika). Bununla birlikte filmde metinden sapmaların bolluğu konudan uzaklaşmaya da neden olmaktadır. Bu da seyircinin dikkati açısından yararlı bir şey değildir.

 

Filmi önemsiz gibi görünen olaylar (incident) meydana getirmektedir ki bunlar tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. Bunlar birbirine bağlı olmayan ve birbirlerinden kaynaklandıkları pek aşikâr olmayan olaylardır. Aralarındaki mantıksal bağ da pek yok gibidir, daha doğrusu öyle görünmez. Piero’nun bir hayat kadını ile birlikte randevusunun olması konudan sapma ya da münferit bir sahne gibi görülebilir; fakat bu hafif kadını saçlarını boyattığından dolayı beğenmemesi onun karakteri hakkında belirli fikirler verir. Antonioni’nin bu özelliği ise daha çok neorealist köklere kadar gider. Roberto Rosellini’nin 50’lerin başında çektiği Viaggio in Italia (İtalya’da Yolculuk) bu tip bir filmdir.

 

Benim en çok hoşuma giden sahne ise Vittoria’nın annesinin Roma borsasına ulaştığında elindeki tuzları yere dökerek üzerine bastığı sahnedir ki bu özellikle Güney İtalyalılar tarafından gerçekleştirilen geleneksel bir davranıştır. Bu davranışın kötü şansı ve ruhları uzaklaştırdığına ve uğur getireceğine inanılır. Bu geleneksel davranışın özellikle modern endüstriyel bir toplumun merkezi olan Roma’da sergilenmesi modernin geleneksel ile olan karşıtlığını vurgulaması açısından dikkat çekicidir. Bunun yanında modern kelimesi İtalyanca’da da yer alan ve Latince bir kelime olan “modo”dan gelir. Romalılar kendilerini – Yunanlıların aksine- modern olarak nitelerler. Bunu yanında yeni ve eski arasındaki fark kökenlerini Roma’dan almıştır. Hadrianeum’un Roma borsasının olduğu tarihi binanın kullanılması bu açıdan oldukça anlamlıdır.

 

Vitti & Delon

 

Antonioni hemen hemen filmde Soundtrack kullanmamıştır (sadece filmin başlangıcı ve bitişi dışında). Onun yerine diyaloglar, bağrışmalar ve sessizlik Antonioni tarafından en etkili kullanılan elementlerdir. Bunu Roma borsasındaki pagan ritüellerini andıran gürültü-sessizlik karşıtlığı ile Vittoria’nın sessizliğini gösteren sahneler en iyi şekilde vurgulamaktadır. Sessizlik önemli bir elementtir. Bu bağlamda bakıldığında Bergman’ın Persona’sına (1966) ya da The Silence (1963, Sessizlik) filmine kadar gidebiliriz. Büyük katastrofilere cevap veremeyen modern insanların bir serzenişi midir sessizlik?

 

Le Silence (1842–1843), Antoine-Augustin Préault

 

Aslında sessizlik Modernden-postmoderne geçiş metinlerinde sık sık karşılaşılan bir elementtir. James Joyce’un Ulysses’indeki Mr. Bloom’un sessizliği bu meyanda oldukça ilgi çekicidir. Samuel Beckett’in Godot’sundaki ara sessizlikler ya da Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki C’nin eserin sonunda, bakışlara karşı “sessizlik” ile cevap vermesi… Bu aslında kitlenin emme ve notralize etme gücüne, bireyin özneleştirilip içinin boşaltılmasına karşı verilen bir tepkidir. Böylece, C’nin ikinci kez aynı mekâna gitmemesi daha rahat anlaşılabilir. Çünkü hiçbir zaman kitleden biri değildir.

 

Antonioni style’ının önemli elementlerinden birisi de “dead time”dır. “Dead time”ı (ölü zaman) bu filminde sıkça kullanılmıştır. Özellikle filmin sonlarına doğru Piero ile Vittoria’nın iki yaşlı çiftin arkalarında durduğu sahne bunun klasik bir örneğidir. Filmdeki ana karakterler bu iki yaşlı karakterin yanından ayrıldıktan sonra belirli bir süre kamera bu karakterlerin üzerindedir ve klasik müzik dinlenmektedir. Burada zaman, senaryonun gidişatı açısından vurgulanan zaman ya da başrol oyuncularından kaynaklanan ya da onların etrafında dönen zaman değildir. Antonioni burada sadece seyirciyi bundan sonra hikâyenin ne şekilde olabileceğinin ötesinde düşünmeye zorlar ve bizden sadece daha ileriye doğru bakmamızı ister. Filmdeki karakterlerde ilişkilerin boyutuna dair oluşan boşluk ise bu nedenledir.

 

L'eclisse - Final bölümünden

 

Filme ve Antonioni’ye yapılan eleştirilere, bilhassa Bergman tarafından yapılan eleştirilere değinmek gerekirse; Bergman, Antonioni’yi amatör ve Monica Vitti’yi de yetenekli fakat güvenilmeyecek oyuncu olarak nitelemiştir. Bergman konvansiyonel film tekniğinin ustasıdır. Kurallara daha çok riayet eder, buna karşın Antonioni’nin bunu dikkate aldığı söylenemez. Onun tekniği alışılmışın dışındadır. Konvansiyonel olarak bakıldığında, kamera hâkimdir ve kamera seyircinin görmek istediğini gösterir. Antonioni’nin ise buna hiç riayet etmediğini düşünüyorum; onun kamerası her zaman alternatifi, alışılmışın dışında olanı, konudan sapanı gösterir.

 

Monica Vitti & Michelangelo Antonioni

 

Monica Vitti’ye gelince… Onunla Antonioni arasındaki ilişki oldukça farklıdır. Jean-Luc Godard-Anna Karina ya da -Marlene Dietrich ilişkisi gibi kamera arkasındaki yönetmenin “güzellik sembolü”dür ya da “object of contemplation” (temaşa nesnesi)ni yansıtır. Bu karakterler, ister yönetmen ister seyirci olsun algılayan üzerinde hâkimiyetleri olmakla birlikte hükmeden konumunadırlar. Antonioni-Vitti ilişkisinde ise diğer aktrislerden farklı olarak “temaşa edildiği kadar müşahede eden”dir. O aynı zamanda kamera arkasındaki algılayan/temaşa eden yönetmen ile de özdeşleştirilir. Bu durumda “Male Gaze” iki kat etkili hale getirilir. Bu ise oldukça sıradışı bir yöntemdir.

 

Michelangelo Antonioni

 

Özet olarak ifade etmek gerekirse, dayanılması biraz zor bir film olsa da L’Eclisse, zeitgeist’i yansıtan ve modernleşme olgusuna bastığı parmak dolayısı ile defalarca seyredilip geriye dönük düşünerek üzerinde yoğunlaşılması gereken bir filmdir; tabii ki filmin kasavetine dayanılabilirse.

 

Yazan: Calderon de la barca

 

Kaynaklar:

DVD Review Of L’Eclisse by Dan Schneider

Criterion Collection DVD, Audio Commentary by Richard Peña, Program Director of the Film Society of Lincoln Center, in New York

Triumph of the Expert: Agrarian Doctrines of Development and the Legacies of British Colonialism, Hodge, Joseph Morgan

Postmodernizm, Gencay Şaylan, İmge Kitabevi Yayınları

Tarih Felsefesi, Doğan Özlem, İnkılâp Kitabevi

 

Hakkında Editör

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

11-eylul-saldirisinin-bilinmeyen-gercegi

11 Eylül’ün Meyvesi AKP

Dünyanın ve Türkiye’nin kaderini değiştiren olay 11 Eylül’dür. 11 Eylül’ün bize yansıyan sonuçlarından en önemlisi ...

7 Yorum

  1. L’eclisse’i izleyeli handiyse 7 yıl oldu ve nedense dönüp bir daha izlememişim. Aslında filmin dahil olduğu üçlemeyi -yalnızlık üçlemesini- birer kere izleyip geçmişim. Bütün büyük yapıtları mutlaka dönüp bir kez daha izlemeliyiz; bu nedenle son paragraftaki fikrine aynıyla katılıyorum.

    ……….

    Şimdi düşünüyorum da bu karamsar ve kasvetli üçleme içinde L’avventura filminin bende bıraktığı izlenim çok daha fazla. L’eclisse ya da La Notte’nin bütününün genel olarak L’avventura’daki fikir ve temaların çeşitlemeleri olduğunu düşünüyorum. Belki de bundandır. Fakat L’eclisse filminin üçlemede teşkil ettiği konum, farklılığı ve yeniliği senin de vurguladığın gibi zeitgeist’i, yani dönemin ruhunu yansıtmasından kaynaklanıyor (La dolce vita gibi). Antonioni’nin Avrupa medeniyetini nasıl gördüğü, L’eclisse’deki o boşluğu imleyen geniş planların içine yerleştirilen figürlerin yalnızlık ve çaresizliklerinden anlaşılabilir. Red Desert’da bu daha da belirginleşecektir. Medeniyet Antonioni’ye göre beton çölünden ibarettir… Bütün değerler, iletişim, sevgi, aşk, yerini materyalizm ile tebdil etmiş; özneler, varoluşsal kaygıları ile baş başa kalmışlardır. Boşlukta salınan figürler…

    Keyif ve ilham alarak okudum. Eline, diline sağlık sevgili dostum.

  2. Antonioni’nin borsada yaşanan rutin keşmekeşi nispeten uzun tutması İtalya’da palazlanan kapitalist sermayeyi ve bununla birlikte kaçınılmaz olarak gelişecek olan çıkar ilişkilerini kayda geçirmek, zamanenin nabzını tutmak içindir. Doğal olarak bu sahneler izleyenlere sıkıcı gelmiş olabilir lakin zaten genel anlamda Antonioni sineması -Hollywood anlayışı bunun tam tersini hedefler- bütün izleyici kitlelerine ulaşamaz hiçbir zaman. Jack Nicholson’ın oynadığı The Passenger da dahil. L’eclisse de böyle bir filmdir, sabrı gerektirir, dikkatli gözlerle bakmayı isteyen bir filmdir. Kısacası zor bir filmdir.

    Uzun ve nefis bir yazıydı, teşekkürler Calderon.

  3. İtalyan sinemasının her hafta bir başyapıt çıkardığı dönemlere ait, aşkın ve iletişimin imkansızlığını inceleyen; sosyo-kültürel ve ekonomik olaylara da bakmayı ihmal etmeyen bir film L’eclisse.

    Fellini’nin, Visconti’nin, De Sica’nın, Rosellini’nin ve elbette Antonioni’nin altın yapıtlarını çektiği sinemasal olarak bu oldukça zengin dönemi insan özlemiyor değil.

    Calderon, eline sağlık.

  4. sanırım ”muhteşem bir yazı” ibaresini artık kullanmaya gerek duymayacam. calderon arkadaşımın yazdığı bütün yazılar enfes. Antonioni’nin ”sanatçı toplumun her daim bir adım önünde olmalıdır” sözü adeta filmlerine sinmiş olarak karşımıza çıkar. Avangard sinemanın özü de burada yatar bana göre, sinemayı bir ”sanat” yapan da budur. Bunun en ince örneğini blowup filminde görürüz. filmde, sonradan gelecek olan 68 kuşağının habercisi niteliğinde betimlemeler yer alır. L’eclisse filmi de sadece dönemin değil, aynı zamanda yıkım tasviri ile ”her dönemin filmi”dir ve ekonomik-meteryalist tabanlı toplumlar ve sistemler olduğu sürece de her zaman geçerliliğini koruyacak bir filmdir. Monica Vitti için bile bir daha izlenir 😛

  5. Arkadaşlar teşekkür ederim yazılarınız için :)

    Monica Vitti’yi La Notte’de ilk gördüğümde -gerçi orada bir de Jeanne Moreau faktörü var- inanılmaz çekici gelmişti. Bir de aynı hisleri 8½’de Anouk Aimee’ye karşı hissetmiştim (o kadar çekici gelmese de).

    Aslında filmde karakter olarak zor bir karakter. Rolü de gerçekten zor, ani duygu değişimlerini etkileyici yüz ifadeleriyle birden yansıtması hiç kolay değil ve aynı zamanda afrikalıların dalga geçildiği sahnedeki etkileyici performansı da komediye olan yatkınlığından ileri gelmektedir. Daha sonra bu türe dönecektir zaten..

    Yazıda hakkıyla ifade etmemekle birlikte aslında Antonioni’nin en ciddi vurgusu “modernizm” olgusuna bastığı parmak. O dönemdeki filmlerin hiçbirinde bu kadar derinden ifade edildiğini görmedim.

    Evet sanatçı toplumun önünde olmalıdır;

    Bunun için Godard’ın “Masculin Féminin” filmi tek kelime ile “mükemmel” bir örnektir. Ki hala tartışılır, “Children of Marx mı? yoksa “Children of Coca Cola mı?” Belki de Marx öldü, mevlüdünde de Coca Cola içiyoruz :)

  6. Emek verilmiş, üzerinde uzun uzun düşünülmüş ve yazılmış bir yazı, kutlarım öncelikle.

    Antonioni’nin kahramanları da filmleri gibi durgun, sessiz gelmiştir bana. Ama yaptığı benzersiz bir sinemadır. Batan Güneş de en sevdiğim filmlerinden biri. Onun filmlerini izlerken bir film izlemiyorsunuz sadece, aynı zamanda bir büyük ustanın filozofane dokunuşlarına ortak oluyorsunuz…

  7. üçlemedeki filmler sırasıyla izlenebilirse daha kolay adapte olunur herhalde, bana öyle geliyor. çünkü özellikle leclisse çok ağır yol alan bir film. gerçi çoğu antonioni filmi ağır yol alır. amaç karakterleri enine boyuna incelemektir. sonuçta güzel bir film. izlenmesi gereken bir film.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>