İlk olarak belirtmeliyim ki Interstellar’ı bir Hollywood filmi değil de bir bilimkurgu filmi olarak değerlendireceğim. James Cameron’ın Avatar’ını hatırlayanlar vardır mutlaka. İşte Interstellar o kıvamda değil. Başarılı veya başarısız, bilimkurgu olarak değerlendirilmeyi kesinlikle hak ediyor.
İşte tam olarak da bundan dolayı, karakterler, dram, diyaloglar vesaire bu yazının konusu olmayacak.
Yaratılan evrenin gerçekçiliği, ilginçliği. Tarihsel trendlerin tutarlılığı. Kullanılan temaların hakikiliği. Benim ilgimi çeken bunlar. İlk olarak, Interstellar’ın ana konusunu insan türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya oluşu olarak görebiliriz. Tam olarak belirtilmemiş fakat çok da uzak olmadığını tahmin ettiğimiz bir gelecekte, Amerikan kırsalı olduğunu tahmin ettiğimiz bir yörede geçiyor. Gezegen elden gidiyordur. Ekolojik dengenin bozulması sebebiyle yiyecek kıtlıkları başlamıştır. Buğdayın 7 yıl önce tükendiğini, bamyanın ise son hasadını yeni verdiğini konuşuyorlardır aralarında. Mısır dışında bir şey kalmamıştır. Ne kadar kalifiye işçi, servis sektörü çalışanı varsa hepsi işi gücü bırakıp çiftçi olmuştur. Nitekim hikâyenin ana karakteri eski bir pilot. Durmaksızın kum fırtınaları oluyordur. Atmosferdeki oksijen miktarı düşmektedir. Michael Caine bu durumu “açlığa en uzun süre dayananlar, ilk soluksuz kalanlar olacaklardır” diye tanımlıyor. Uzun lafın kısası iyimser bir dünya söz konusu değil. İşte bu kasvetli bağlama girdiğimizde, insan türünün bir mensubu olarak soruyoruz: şimdi ne olacak?
Bu yazıda, filmin üç değişik bakış açısı aracılığıyla bu kıyamet sorunsalına üç değişik cevap verdiğini ve olayları yorumladığını görüyoruz.
İlk olarak günümüzdeki çevrecilere yakın bir tutum çıkıyor karşımıza. İnsan, doğayı yeri doldurulabilir zannetmiştir. Makineler, fabrikalar, şehirler yapmıştır. Hor kullanmıştır. Açgözlülük etmiştir. Sonuçlarını da çekecektir. Ekonomik jargonda “yüksek sürdürülebilirlik” olarak tanımladığımız bir vizyon bu. Doğal sermaye, teknolojik sermaye tarafından yeri doldurulabilecek bir şey değildir. Toplam sermaye ne kadar olursa olsun, doğal kaynaklar belli bir seviyenin altına düştüğü zaman her şey çökecektir. Amerikan yerlileri bu vizyona yüksek sürdürülebilirlik demiyorlardı belki de fakat iyi açıklamışlar:
“Son ağaç kesildiğinde, son balık yendiğinde, son dere zehirlendiğinde anlayacaksın ki para karın doyurmuyor.”
Bu tutum Insterstellar’ın kıyamet dünyasındaki resmi ideoloji olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim temsilcileri memurlar. Ana karakter kızının veli görüşmesinde karşısına çıkan öğretmenler bu görüşün savunucuları. Mühendis olan ana karaktere, okul müdürü olduğunu tahmin ettiğimiz şahıs diyor ki: “Uçaklara, televizyonlara ihtiyacımız yok. Bunlar var. Bizim yiyeceğe ihtiyacımız var. Dolayısıyla çiftçilere ihtiyacımız var.” Bu düşünce bağlam göz önünde bulundurulursa oldukça anlaşılabilir. Doğru varsayarsak sorunsalın cevabı iki türlü olabilir:
- Ya insanlık geçmişte yaptığı hataların bedelini ödeyecek ve yok olacak.
- Ya da akıllanacağız, yavaş yavaş çevreyi normale döndüreceğiz ve yaşayacağız.
“Yiyeceğe ihtiyacımız var” argümanı son derece etkili. Evet. Fakat ana karakterin de eli armut toplamıyor. Aynı günün akşamı diyor ki: “eskiden yıldızlara bakıp evrendeki yerimizi düşünürdük, şimdi yere bakıp dünyadaki yerimiz hakkında kaygılanıyoruz”. Burada bilimci/pozitivist bir yaklaşım devreye giriyor. Ayrım nitelik değiştiriyor. Bir tarafta ilerleme karşıtı, statükocu çevreciler var diğer yanda ise ilerleme düşüncesi. Ana karakterin dâhil olduğu yaklaşım. Bunu filmin başından itibaren pek çok defa dile getirdiği bilim, mühendislik ve imar aşkıyla ifade ediyor. Fakat bu görüşün asıl temsilcileri Michael Caine ve onun emrindeki NASA. Evet, hırpalanmış da olsa NASA hala var. Varlığını hükümetin gizli tuttuğu yapı, uzay araştırmalarını sürdürüyor. Dünyadan gitmenin bir yolunu arıyor. Dünyada kalındığı takdirde öleceğimiz kanısındalar. Evrenin de bir göz kırpmasıyla bir fırsat beliriyor. Satürn yakınlarında bir solucan deliği keşfediliyor. Bu solucan deliği başka bir galaksiye gitmeyi sağlayabilir. Başka bir galaksi ise yaşanılabilir bir gezegen anlamına gelebilir. Uzun lafın kısası ilerleme insan ırkını kurtarabilir. Toplam sermaye yeterince yüksek olursa doğal sermayeye ihtiyacımız kalmaz. “Düşük sürdürülebilirlik”. Nehirdeki son balık avlandığında, balık çiftlikleri kurarız. Uzay olmasaydı aynı şeyi biyoteknoloji ile ilgili söyleyebilirlerdi. Mesela gıda problemi GDO ile çözülecek olsaydı. Hatta bence bu daha tutarlı olurdu, fakat itiraf etmek gerek ki uzay daha ilginç. “Şimdi ne olacak?” sorunsalına bir başka cevap da bu:
- İnsanlık uzaya açılarak hayatta kalacak. Tıpkı tarih öncesinde atalarımızın azalan kaynaklar sebebiyle kıta değiştirmesi gibi.
Fakat filmin kapanışı ve sorunsalın cevabı bu görüşlerin ikisi ile de verilmiyor. Zaman ilerledikçe her şey ters gidiyor. Uzaya gönderme imkânımızın olduğu son aracın mürettebatı hüsrana uğruyorlar. Gidebildikleri iki gezegenin de yaşanılabilir olmadığını fark ediyorlar. Ki bu gezegenlerden birinin bünyesinde sert jeolojik koşulların yanı sıra daha önceki bir görevle oraya varmış olan ve bu süreçte kafayı sıyırmış bir astronot (Matt Damon) da mevcut. Bu sırada dünyada da işler daha iyi gitmiyor. Dünya kurtarılamayacaktır. İnsanlık her iki bakış açısıyla da sorunsala cevap bulamamıştır ve yok olmaya mahkûmdur. Tek umut üçüncü yaşanılabilir gezegendir ve oraya ulaşmak için gereken yakıta sahip değildirler.
İşte bu noktada sorunsala gelebilecek üçüncü cevap ile tanışıyoruz: Hollywood. Bilimkurgu, tarihsel materyalizm de bir yere kadar. Üçüncü yaklaşım devreye girdiğinde adeta farklı bir filmle karşı karşıya oluyoruz. Hollywood işin içine öyle bir giriyor ki ekranda hissediyoruz. Müzik değişiyor, ana karakter imana geliyor ve eski pilotluk numaralı sayesinde yaptığı bir takım manevralarla diğer astronotu üçüncü gezegene, kendini de kara deliğe yolluyor. Kara delikten fantastik yollar aracılığı ile dünyaya aktarılan bulgular dünyayı kurtarmayı sağlayacak uzay istasyonunu inşa etmeyi sağlıyor. Üçüncü gezegene yollanan Anne Hathaway de insan ırkının uzaydaki ilk şubesini açıyor, işi garantiye alıyor. Bütün bunların üzerine kara delik ana karakterimizi tükürüyor ve kızına geri kavuşmasını sağlıyor. Yani düşük veya yüksek sürdürülebilirlik aslında önemli değil. Her zaman bir kahraman çıkacak ve tarihsel trendleri değiştirecek. Çünkü tarihi büyük adamlar yazar.
Yazının başında dikkat çekmiştim ki Interstellar’ı bir Hollywood filmi olarak görmüyorum. Hâlâ da görmüyorum. Görseydim Hollywood filmini andırdığını söylemezdim. Bana kalırsa Christopher Nolan çok güzel bir senaryo yazmış. Bu senaryo yapımcıların da ilgisini çekmiş fakat gişeye oynamak asıl hedef olduğundan saf bir bilimkurgu eseri iyi bir yatırım olmazmış. Şu anki haliyle bile Interstellar “anlaşılması zor bir film” olarak görülüyor. Haliyle filmi Hollywood’a uyarlamak için bazı eklemeler yapılmış. Özellikle de son yarım saat. Bilimkurgu’da bireysel kahramanlık hikâyesi olmamalıdır. Tutarsız bir bireysel kahramanlık hikayesi kesinlikle olmamalıdır. Ama Interstellar’a Hollywood filmi demek de ayıp olur. O yüzden olamamış bir başyapıt demeliyiz bana kalırsa.
Salih Işık Bora
24 Aralık 2024