Aşk | SanatLog - 11

Masallar Diyarından Bir Aşk Öyküsü

13 Kasım 2024 Yazan: admin  
Kategori: Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Roman, Romanlar, Sanat

Bir Kadın Masal İsterİmkansızın kapısının aralandığını düşünün. Tüm o sonu mutlulukla biten masal diyarlarından kopup gelen kahramanların gerçek dünyada bir karşılıklarının olduğu, aşkın tanımının sonsuzluğuna yakışır şekilde anlatıldığı, kuralların olmadığı ve her istediğinizi yapma cesaretinizin olduğu bir dünyayı. Bunu yaşanmış bir öyküden yola çıkaran oluşturan bir yazar, Cem Şancı.

Bir Masal İster adlı son romanıyla okuyucularla buluşan Cem Şancı, ezberler dünyasında dudaklarından küfür eksik olmadan isyankar tavrını sürdürmüş, hepimizin kurallar ve kodlarla yaşamaya çalıştığımız evrene “siktir”i çekebilmiştir.

Roman, gerçek bir aşk hikayesinin kurgusu olarak karşımıza çıkıyor. Cem Şancı’nın sürükleyici üslubuyla ve mizahi yaklaşımıyla kurgulanıp günümüz aşklarına bir gönderme yapıyor ve toplumsal sorunları da belirtmekten geri durmuyor. Kuralları ve insanların ona yapmasını söylediği tüm düsturları yıkan, asi, küfürbaz ve kuralsızlığını aşkla birleştiren başkarakter Baran ve onun bir kadında bulmak istediği her şeyin sahibi olan Dilek arasında geçen bir aşkı anlatıyor. Günümüz aşklarının sayı yapmalı, yapmacık, bedensel tandanslı kurallarına da lanetler okuyan ve aşkın sonsuzluğunu sonlu bir bedene atfetmeyen gerçek tanımını yaparken bir yandan da bütün kuralların anlamsızlığına ve her insanın kendi kuralı olduğu -şu an için- ütopik olan dünyaya bir özlemin satırlarına da tanık oluyoruz. Ayrıca Cem Şancı bu kuralsızlığı bir de imkansızlığın olmadığı bir evrene de götürmüş ki bunu da kurgudaki masal karakterlerinin gerçek dünyadaki izdüşümlerinde görebiliyoruz. Toplum eleştirisini yaparken kuralların kısıtlayıcı yanlarının mutlak mutluluğa engel olduğunu ve herkesin kendi kurallarıyla yaşamasının mutluluğu yakalamanın gerek şartı olduğunu bizlere fısıldıyor Cem Şancı. da daha önceki kitaplarındaki gibi küçük yan hikayelerle bazı sıra dışı karakterlere de yer veriyor ve onların ağzından yapıyor bu toplumsal eleştirileri. Yan karakterleri kullanımı ayrıca ana kurguya da yansıyor ve bu yan karakterlerin ana kurguda kilit noktaları çözüme kavuşturan anahtar rol oynaması da Cem Şancı’nın kurgu yaratmadaki başarısını bizlere gösteriyor. Türk Edebiyatı’nda cinsellik ve argo kullanarak gerçek hayatta da kuralsızlığını bizlere gösteren Şancı bize günlük hayatı anlatırken günlük hayatın diliyle yaklaşarak aslında gerçekçiliğine de gerçekçilik katıyor.

Roman ayrıca Türk Edebiyatı’nda bir ilke de imza attı diyebiliriz. Bir romandan çok bir Çokluortam Sanat Eseri oluşturmuş Şancı. Romanının satır aralarında bizlere internet bağlantı adresleri (linkler) vererek bizi romandaki şarkılara yönlendirmiş ve o atmosfere bizleri sokmayı başarmıştır. Romanı okurken hissettiğimiz o “romanı seyretmek” hadisesini şimdi müzik destekli, web bağlantılı ve yakında çekilecek bir sinema filmli yeni bir “romanı yaşamak” olayına çevirmiştir. Yeni bir edebi tür olan bu eserin bir web adresi var: www.birkadinmasalister.com. için Rahşan İzmirli’nin bestelediği ve söylediği “Yağmur Yağmur” şarkısını da bu web adresinden dinleyebiliyorsunuz. Romanın öyküsünü ise ünlü yönetmen Biray Dalkıran aktarmış Cem Şancı’ya.

Yazarın bir de sürprizi var okuyucularına. İnternet dünyasında ünlü sözlük yazarı Author da öyküde kendisine bir yer bulmuş ve Author yine o asi, küfürbaz, umursamaz, alaycı ve serseri tavrıyla bizlere bir şeyler anlatmaya devam ediyor. Cem Şancı ünlü alaycı üslubunu da bütün roman boyunca koruyor. Ortaya keyifle okunan ve takdir edilesi bir roman çıkıyor: Bir Masal İster.

Yazan: Serhat Çolak

colakserhat@hotmail.com

Peralı Güzele Gazel - Ghazal to Pera Belle

10 Eylül 2024 Yazan: admin  
Kategori: Edebiyat, Sanat, Siir

şimdi Aşk yırtılan bir kağıt deniz mavisi eksik
sormuyorum nereden tutuşur bir çift ela göz silemediğin

gök yıkılır ömrümüze üstümüze ince harfler bulaşır
kanar durur aksak kuşlar sol anahtarına yalnızlığın

şimdi dirim yıkık bir duvar düşlerime usturayla çizdiğim
kim susar bunca hayal kırıklığını bilemediğim

lâl ömrüme teyellediğim flu şiirler aklar beni ancak
ne kadar dönsem de çevremde kekeler tarumar günlerim

şimdi tenim kafiyesiz bir dize ellerin olmayınca
sormuyorum nereden tutuşur bir çift ela göz silemediğin

Yazan:

sekoengo@gmail.com

Ghazal to Pera Belle

now love is a tearing sea which of blue is thin
i don’t ask that from where a pair of indelible hazel eyes burn

the sky falls down on our life and slim letters spread on us
lame birds bleed to the treble clef of loneliness

now life is a ruined wall which i scratch to my dreams
who hush so much disappointment which i couldn’t know

only fuzzy poems exculpate me which i baste to my dumb life
my jumbled days stammer even thoug i turn around myself many

now my skin is a unrhymed verse without your hands
i don’t ask that from where a pair of indelible hazel eyes burn


İngilizceye Çeviren :

Elif Şafak’ın “Aşk”ı

26 Ağustos 2024 Yazan: admin  
Kategori: Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Manşet, Roman, Romanlar, Sanat

Aşkçıya girdiğimde ilk gözüme çarpan roman! Nasıl da tatlı duruyordu pembe kapağıyla ta uzaktan; ben buradayım, okunası bir kitabım diyordu. Her zamanki gibi alırken yaptığım şeyleri bu romana da uyguladım. Onca eleştiriye rağmen bu kapak gerçekten de müthiş olmuş, bir önce dış görünüşüyle beni etkilemeli ve eğer kapağı beğendiysem ya da ilginç geldiyse ikinci kriterim arka kapağa bakmak olacaktır. Kitabın arkasında pek de alıştığım gibi bir manzara karşılamadı beni; ya eleştirmenlerin övgülerini beklerdim ya da yazar hakkında birkaç cümle… Fakat bu kez böyle olmadı, kitabın içinden alıntı vardı, bir çırpıda okudum; fakat uzun uzun düşündüm, neler neler saklı içinde acaba, dedim ve hemen kitabı alıp yolda okumaya başladım. Açılış sayfasındaki satırlar merakımı daha da artırdı.

“Aşk’ın hiçbir sıfata ve tanımlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk.
Ya tam ortasındadır, merkezinde,
Ya da dışındasındır, hasretinde…”

Ne kadar da doğru demiş Şafak; aşk gerçekten de tanımı kesin olmayan, herkese farklı hissettiren; kimini üzen, kimini aşka boğan, kimi için sadakat, kimi için emek, kimi içinse sadece bir yalandır. Geleceği belli olmayan, ne zaman başlayacağı ne zaman biteceği belli olmayan, sürprizlerle dolu; içinde hem korku, hem cesaret, hem sevinç hem gözyaşı barındıran, zıtlıkların en uyumlu birleşmesi… Ne derseniz, nasıl tanımlarsanız tanımlayın…

Bu romanı diğerlerinden ayıran özelliklerden biri kuşkusuz Şafak’ın dili kullanma yeteneğidir. Her ne kadar bu romanı İngilizce yazıp tercümanla beraber Türkçeye çevirdiğinden eleştirilse de kitabı hem Türkçe hem de İngilizce okuyan biri olarak gönül rahatlığıyla söylüyorum; hiçbir anlam kayması ya da negatif bir etki bırakacak bir şey görmedim, gayet başarıyla yapılmış. Dili iyi kullanışı daha ilk sayfadan belli oluyor; o kadar güzel betimlemelere bezenmiş, sıkmayan bir anlatımı var ki hele bir de her kısa öykünün asıl karakterin ağzından yazılmış olması da cabası.

Aşkın geçmişteki gibi şimdi de hayatın genel geçer bir esası ve özü olduğunu vurgulayan yazar, Amerikalı Ella Rubinstein’in öyküsünden yola çıkıyor ve ta 1200’lü yıllara, Mevlâna ile Şems-i Tebrizî arasındaki dostluğa uzanıyor. İçindeki boşluğu fark edip kendini sorgulamaya başlayan evli ve üç çocuk sahibi bir ın psikolojik durumunu yansıtan romanın kahramanı Ella, 40 yaşına rağmen çalışma hayatına atılıyor. Ünlü bir yayınevinde işe başlıyor. İlk görevi; adı hiç duyulmamış bir yazarın “Aşk Şeriatı” adındaki romanını okuyup hakkında rapor yazmak. Okuduğu kitaptan etkilenerek kendi içine yaptığı yolculuk neticesinde aslında değişmez sandığı değişmezlerin küçük bir kıvılcımla dahi nasıl değişebileceğine şahitlik ediyor. Aşk, yüreğine cesaret verip onu tekrar kanatlandırırken; hayatın varlık ile hiçliğin iç içe geçmiş izdüşümü olduğu hakikatiyle de yüzleştiriyor. Müthiş bir uyum yakalanmış, kitabın merkezine oturtulmuş ile Şems’in aşkı; 800 yıl öncesinden “kıssalar” alıp bugüne “hisseler” aktarılıyor üstün başarıyla. Okurken Boston’dan günümüzdeki bir hikâyeyle 1200’lerin Konya’sındaki hikâyelerle kendi yaşadığımız aşk arasında gidip geliyoruz; fakat bu hikâyeler birbirinden bağımsızmış gibi bir hava da katmıyor, üstün başarıyla hikâyeler arasında sağlam köprüler kuruluyor; tüm bu farklı unsurları bir araya getiren bağ ise aşk…

Elif Şafak - Aşk

‘Aşk’ bir nevi roman içinde roman, iç içe geçmiş bir kurguyla aşkın kuralları, aşka varış yolları, bu yollardan geçenlerin hikâyeleri anlatılıyor. Olaylar farklı mekânlarda, farklı zamanlarda geçiyor, farklı kültürleri anlatıyor. Doğu-Batı, gerçek-gerçeküstü, dünyevi aşk-ilahi aşk zıtlıklarını başarıyla harmanlayıp sunuyor Şafak. Farklılıkların birbirini besleyip beslemediğini, var olan çatışmaları, uzlaşmaları biz okuyuculara sorgulatıyor.

Öne çıkan kahramanlardan birkaçına bakarsak; biri Amerikalı Yahudi asıllı ev ı Ella, Hollanda´da yaşayan İskoç kökenli bir ateist, sonradan Müslüman olan Aziz A. Zahara, Tebrizli Şems, Konyalı , ile evlendikten sonra Rum Ortodoksluktan Müslümanlığa geçen Kerra. Okurken hem insanı bilgilendiriyor hem duygularına hitap ediyor, içinde bulunduğu durumu unutturuyor; neredeyse okurken bazen Ella oluyorum, ben olsam ne yapardım, diye düşünüyorum. Bazen Şems oluyorum, bazen Kimya, peki ya Aziz olsam? Boşuna roman içinde roman demedim, içerisinde birçok hayat, yaşanmışlıklar var ve ustaca bunu okuyucuya yaşatmayı biliyor yazar. Söz konusu olan insan doğasıysa, 13. yüzyılla bugün arasında pek de fark yok. Erkeklerin kadınlara yaklaşımları açısından bakıldığında da durum farklı değil. ’nın eşi Kerra da, Boston’daki varlıklı Yahudi dişçi eşi Ella da kendileriyle konuşmayan kocalarıyla, mutfakta lezzetli yemekler hazırlamak suretiyle bağ kurmaya çalışıyorlar. Şafak, Bostonlu Ella’yı yıllar içinde neredeyse bütünleştiği mutfağından alıp bir arayış ve aşk yolculuğuna çıkartırken, birçok kadına da önemli mesajlar veriyor diye düşünüyorum. Belkide bu yüzden “Aşk” her yaştan, her sosyal gruptan ve inancını farklı düzlemlerde yaşayan insanlar tarafından aynı ilgiyle okunuyor. Kimi romanın edebi, kimi felsefi, kimi de siyasi boyutuna odaklanıyor.

Zaten böyle bir soru sorulduğunda Şafak:

“Benim romanlarım çok odalı, çok kapılı saraylar gibi. Kimi okur bir kapıdan girer kimi ötekinden. Her okur her odayı sevmez, göremez. Farklılıkları buluşturmayı, hikâyeler anlatmayı seviyorum.”

diye cevap vermiştir.

Elif Şafak daha önceki romanlarında metafizik kuramlarıyla, batıl inançların öğretimi, yaşamdaki yeriyle ya da daha genel anlamda felsefeyle ilgilenen bir yazardı. Felsefe konusunda Aşk diğer romanlarından çok farklı. Roman boyunca sadece Batı filozoflarının değil, İslam bilginlerinin adı da geçiyor ve Şafak’ın bunu çok bilinçli yaptığı hissediliyor. Önceki romanlarındaki gibi akılla yaklaşmıyor konusuna, romanın merkezine duyguyu ve sevgiyi yerleştiriyor. Tasavvufu bir öğreti olarak değil, sanki bir yaşam biçimi olarak algılatmaya çalışıyor kırk kuralı açıklayarak. Anlatılanlar da bir dini değil, bir yaşam biçimini anlatıyor; fakat aşk da insana dini arattırıyor bir nevi. Kıssalardan hisse çıkartılıyor, ikna etmek için değil, doğruya yönlendirmek için.

Elif Şafak - Aşk

felsefesi hakkında bir ön okuma işlevi gördüren bu roman ile Şems´in aşkının uhrevi mi yoksa dünyevi mi olduğu tartışmalarını da bambaşka bir boyuta çekiyor. Yüzyıllar boyu haksızlığa uğrayan, bazı yazarlar tarafından yanlış tanıtılan Şems´i daha yakından tanımamızı sağlıyor.

Rivayete göre Konya sokaklarında karşılaşan bu ırmakla deniz, aklın bir bağ olduğunu bize yeniden hatırlatır ve dış dünyadan soyutlanarak bir hücreye kapanır. Hz. Mevlânâ, kendisini hakikate nüfuz için bir ateşin içine çeken Hz. Şems’e ha demeden hayran olur, sonsuz ve mutlak olana duyduğu iştiyakla onu sever. Böylece ‘hamdım, piştim, yandım’ sırrına erer. Onu yakan ezeli sırra, aşka erişir. Hz. Şems, onu, aşk mektebine kaydeder, muhabbeti kendisinde kilitlenince de sırra kadem basar, kaybolur. Bu ayrılıkla sürekli yanan Hz. Mevlânâ, seyr-i sülûkunu yapar, hakikati en üstün düzeyde idrak eder, yetkinleşir ve kâmil insan haline gelir. Şafak’ın aslında Aşk’ta anlatmaya çalıştığı sır, bu büyük hikâyenin sırrıdır. Hoca iken talebe haline gelmek, insanın ‘sahip olduğunu sandığı şeylerden’ vazgeçmesidir. Hz. Şems’in Hz. Mevlânâ’ya öğrettiği sırrı en güzel, Mesnevi-i Şerif’in en büyük konuklarından büyük bilge Harakani Hazretleri anlatır:

“Derviş kime denir? Derviş odur ki, bir kuşa benzer. Yuvasından, yavrularına yiyecek bulma umuduyla çıkar, yiyecek bulamaz, yolunu yitirir ve bir daha yuvasına geri dönemez…”

Bu romandaki ilginç kısımlardan biri de Kimya’nın Şems’e olan sevgisi ve Şems’in Kimya’ya maddi manevî hiçbir şiddet uygulamadığıydı. Oysaki İranlı yazar Saide Kuds, “Kimya Hatun” adlı romanında, Şems’i, Kimya’yı duvardan duvara vurarak öldüren bir katil gibi kurgulamıştı; Ahmet Ümit ise, “Bab-ı Esrar” adlı fantastik romanında Şems’i, zaman zaman, görünmeyen bir adalet cellâdı gibi kurgulamıştı. Okuyanların çoğu bu satırları bir roman kurgusu değil de gerçekmiş gibi alıp kabul etmişti. Tarihi bir romanda olaylar her ne kadar kurgulanmış da olsa tarihi bilimsel veri ve gerçeklerden sapmamalı, sahih kaynaklara sadık kalınmalıydı. Nietzsche’nin dediği gibi, “sürekli başka benlikleri dinlemekse, yazmak da, daima başka benlikler olmak, başkası haline gelmek, başka ruhlarda konuk olmaktır.”

Hatta Elif Şafak bu konuda;

“Anlattığım tamamen bir kurgu. Ella da Aziz de hatta Şems ve da kurgu. Kendi hayalimdeki Şems’i yazdım, kendi hayal dünyamda gördüğüm ’yı yazdım. Esas budur diyemem. Tabii ki kendi okumalarımdan, Mesnevi’den etkilendim. Onları damıtarak bir imbikten geçiriyorsunuz, sonra ben bende kalan algıyı yazıyorum. Hepsi kurgu. Hatta Şems’in kuralları da öyle. Benim bulduğum şeyler.”

diyor.

Aşk kitabı çıkmadan altı ay önce Bab-ı Esrar’da benzer bir konu ile okuyucularıyla buluşan Ahmet Ümit’in kitabı hakkında sorulan soruyu ise yazar şöyle cevaplıyor:

“Duyduğumda şok oldum. İki gün uykularım kaçtı. Düşünsenize iki yazar aynı dönemde aynı konuda yazıyor! Nefsime çok ağır geldi. Hani hep ilk ve tek olmak istiyoruz ya. Ama ilk şoku atlattıktan sonra sakince baktım meseleye. Bunda da bir hayır var diye düşündüm. Belki buradan bir güzellik gelecek. Bunu da Hazreti Pir’in hoş bir oyunu kabul ettim. Bendeki nefs takıntısını aşmam için. Şimdi artık şöyle düşünüyorum: Umuyorum daha fazla yazar bu konuda yazar, daha fazla yönetmen bu konuda film çeker, daha fazla müzisyen buradan ilham alır. derya deniz… Biz kendi kovamız kadar çekeceğiz bu sudan.”

İçinde bulunduğum ruh halinden midir bilmem ama bu roman beni çok etkiledi; sevdiğime defalarca defalarca âşık oldum her kuralda, her satırda. bittiğinde -ki bitmesini hiç istemedim- ne güzel iş çıkarmış yazarımız, tekrar tekrar okunası bir yazmış, dedim. Kesinlikle Türk edebiyatının en iyi kalemlerinden biri olduğunu kanıtlamış. Kendisinin okulumuzda yaptığı söyleşide onu daha çok sevdim, inanın kitaplarında neyse konuşurken de o. Hiç hazırlığı olmaksızın mükemmel ama en sade biçimde şiir gibi konuşuyor, sabaha kadar konuşsa hep dinlerim. O konuşurken söylediklerini yaşadım, hatta hayal bile kurdum: Keşfedilmek için bazı yazarların yaptığı gibi çok ateşli bir sevişme sahnesini mi yazayım, argo bir kelimeyle başlık mı atayım, siyasete mi karışayım, böyle mi ünlü olayım, diye düşündüm. Meğer Şafak’ı keşfetmek için ne de geç kalmışız. “Pinhan”ı, “Baba ve Piç”i daha önce yazsaydı keşke, diye düşündüm. (Ayrıca kendisinin okulumuz hakkında yazdığı yazıdan ötürü buradan tekrar teşekkür etmek ve tekrar söyleşiye davet etmek isteriz.)

Aşk

Okuma tavsiyelerimle sona ulaştırdığım yazımı Elif Şafak’ın kaleminden kitabından alıntısıyla bitirmek istiyorum.

Ufak bir ricası var yazarımızın. her bölüm aynı sessiz harfle başlıyor: ‘B’ ile ve Şafak nedenini sormamızı, kendimize saklamamızı söylüyor. Gerekçesini ise: “Çünkü öyle hakikatler var ki bu yollarda, anlatırken bile sır kalmalı.” şeklinde açıklıyor.

Yazan: Gamze Kuzu

GamzE@sanatlog.com

Elif Şafak Romanını Anlattı

Aşk’ı Yazmak

“Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Yazmaya cesaret edemedim. Dilim lâl oldu, kalemimin ucu kör. Kırk fırın ekmek yemeye yolladım kendimi. Dünyayı dolaştım. İnsanlar tanıdım, hikâyeler topladım. Üzerinden çok bahar geçti. Fırınlarda ekmek kalmadı; ben hâlâ ham, hâlâ aşkta bir çocuk gibi toy…”

Böyle başlıyor yeni romanım AŞK. Bu kez, iki katlı bir rüya sunuyorum okurlara. Roman içinde roman, hikâye içinde hikâye, aşk içinde aşk anlatıyorum. Kitabın ismi belki kimilerine basit gelecek. Öyle ya, pek fiyakalı bir isim sayılmaz. Ne kelime oyunları yapıyor ne de dolambaçlı anlatımlar peşinde koşuyor. Son derece temel, som, tek bir kelime: Aşk! Önü arkası boş. Yalnız, sakin, dingin… Öylece bir başına.

Ama belki de romanın ismi gücünü tam da gösterişten uzak olmasından alıyor. Aşk kelimesinde hem bir tevazu var hem de kendinden emin bir duruş. Hâlbuki nedense genellikle bu kelimeyi bir tamlamayla, takviyeyle kullanma gereği duyuyoruz. Aşkın hiçbir sıfata ihtiyacı yok ki. O başlı başına bir dünya, nasıl kategorilere sığsın? Bu yüzden kitabın sloganı: “Ya içindesindir aşkın, merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde.”

Elif Şafak

Siz bu yazıyı okurken AŞK çılara henüz dağıtılmakta. Fırından yeni çıkmış ekmek gibi dumanı üstünde, sıcacık, taptaze. Bir romancı için aylarca, mevsimlerce gece gündüz emek verdiğiniz kitabı nihayet raflarda görmek tuhaf bir his. Bir yandan mutluluk duyuyorsunuz; anlattığınız hikâyeyi okurlarla paylaşmanın nazenin heyecanı içinde. Bir yandan burukluk hissediyorsunuz; ayrılık hissine benzer bir his saplanıyor yüreğinize. Romanınızı uğurluyorsunuz. Gitsin, kendi yolunu bulsun. Onu sevecek, anlayacak, ruhdaşı olacak okurları bulsun diye.

Bu romanda okura yüreğimi açtım. benim sırrımdı, o sırrı aşikâr ettim. Şems ve hakkında bir yazayım arzusuyla kaleme almadım bu kitabı. Ben “aşk”ı anlatmak istedim. Buydu çıkış noktam. Hem dünyevî hem manevî boyutlarıyla aşkı yazdım. Zıt gibi görünen karakterleri yan yana getirerek evrensel bir öz yakalamayı arzuladım. 2024 senesinde Boston’da yaşayan üç çocuk annesi mutsuz bir Yahudi Amerikalı için ne ifade ediyor, bu sorunun cevabını kovaladım.

Son tahlilde, beşerin tabiatı şaşmaktır. Elbette hatalar, kusurlar olabilir. Yoksa Şems’i, ’yı yazmaya kalkıp da her şeyi anladığını iddia etmek “kibir” olur. Ama şunu samimiyetle söyleyebilirim: Ben bu romanı aşkla yazdım, aşkla okunmasıdır temennim.

04 Mart 2024

Mithat Cemal Kuntay ile Cinsiyetçilikte Yolculuk

3 Ağustos 2024 Yazan: admin  
Kategori: Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Romanlar, Sanat

“Roman Abdülhamit’in istibdat döneminde başlar ve Ankara Hükümeti’nin kurulduğu yıllarda son bulur. Romanın başkahramanı Adnan’dır. Romanın kapsadığı, Adnan’ın yaşamından da çıkarılabilecek olan 30-40 yıllık bir süreçtir. Eserin başında 20′li yaşlarda olan Adnan, romanın sonunda 50′li yaşlarında ölür. Romanda İstanbul’un üç dönemi (Abdülhamit dönemi İstanbul, İttihat ve Terakki dönemi İstanbul ve milli mücadeleyle önemini kaybeden İstanbul) anlatılır. Bu dönemler Adnan’ın yaşamındaki üç dönemi de kapsar; fakir ve idealist Adnan, zengin ve “önemli” Adnan, hasta ve bedbaht Adnan.” (1)

Yukarıdaki “klişe” tanıtım cümleleriyle devam etmek isterdim. Ancak kusura bakmayın benim derdim başka. Benim derdim uzun zamandır hiçbir kitapta bulamadığım dil zenginliği lezzetini bu kitapta bulmama rağmen, balık yerken damağa takılan kılçık gibi romanın tümünü kapsayan “klasik aşk anlatısı” vakasını da bu kitapta hissetmemdi (2). oldukça uzun; bu nedenle uzun süre fark edemedim kılçığın tam olarak ne olduğunu. Buldum ve sizinle paylaşayım dedim. Bu kılçık kitabın tümünü sarmış olan geleneksel öykü kurgusundan kaynaklanmaktaymış. Serzenişlere geçmeden, önce her yazının başında söylediğim gibi, tekrardan belirtmeliyim; yazarı tenkit etmek benim haddim değil. Ben sadece eserden bana kalanları aktaracağım..

Meraklar içerisindeyim, aşk neden “kaçan”a kaçar diye bir algılayış var? Elif Şafak’ın Aşk’ından tutun, Ahmet Altan’ın İsyan Günlerinde Aşk’ına; Jean Genet’nin erkek seviciliğinden, Marquise de Sade’ın sapkınlığına “Aşk” her ne olarak tanımlanırsa tanımlansın, hep ulaşılmayana, hep kaçana kaçıyor. Kim ki kendini gizliyor, aşık olunuyor; kim ki samimi bir biçimde aşkını ilan ediyor, var olan aşk sönüyor (kahramanımız Adnan da aşk ilanını duyduktan sonra Süheyla’ya olan ilgisini kaybediyor, kendisine hiç bakmayan Belkıs’aKöşede... aşık oluyor). Hadi bu kadarı belki anlaşılır da ilahi adalet denen semavi dinlerin Allah’ından beslenen rahatlatıcı düşüncenin, gözü kör olan Eros’un oklarına galip gelmesi de nedir? Bu tür kitapların başlıca kurgusunda insanı bezdiren şeyler, “yüzüne bakılmayan kızın eline düşmek” ve “aşık olunan kızın hayırlı çıkmaması” gibi durumlar sürekli karşımıza çıkar. En sıkıcı taraf ise erkek karakterlerin olabildiğince farklılaşması, ancak kadınların birkaç temel tiplemeye sıkıştırılmasıdır.

Diyebilirsiniz ki tüm bunların pek bir değeri yok. Yazar kitabında aşkı sadece sürükleyiciliği sağlamak için kullanmış (ki bunu derseniz kalbimi kırarsınız, hangi yazar aşkı bu denli yüzeysel kullanma cüretini gösterebilir?). Halbuki yazarın esas gayesi memleketin nerden gelip nereye gittiğini anlatmakmış. Bence yazarın ne anlattığı bizi ilgilendirmez. Elimizde olan bize bıraktığı eser. Bu eser okullarda okutuluyor. Kafamıza işleniyor. Kullandığımız dilin temelini oluşturuyor. Ve biz bu eserde “aşık olunmak” için kaçmamız gerektiğini, aşık olsak da aşık olmadığımız birinden hayır göreceğimizi ve bunun dünyanın bir gerçeği olduğunu öğreniyoruz. Üzerine bir de denilen mahlukatın ya “para ve gösteriş düşkünü” bir kayıp, ya “cinselliğe kurban gitmiş” bir afişte, ya da “ince ruhlu bir melek” olduğu safsatasını çok iyi bir retorikle dinliyor ve dünyamızı karartıyoruz.

Belkide bu “olgulara dayanmayan” erkek- ilişkileri genellemelerinden olsa gerek, bu tür edebiyatın bir diğer ortak özelliği “yalnız erkek” kurgusudur. Hemen hepsinde dünyanın kötülükleri karşısında yapayalnız olan ve hayallerini bir kenara koyup ayakları üzerinde durmakla, hayallerinin peşinde koşmak ikilemine düşen; hiçbir kıza aşık olmayan çapkın, ama aşık oldu da mı onu elde edemeyen bahtsız; sonuçta tüm ideallerini yitiren ama ilkelerinden ödün vermemiş garip bir erkek mahlukat kahraman düşüverir kucağımıza. Modern öncesi bu tiplerin hepsi daha güçlüydü, modernizm sırasında güçsüz kılındılar, modern sonrasında da içleri boşaltıldı. Issız adam oluverdiler. Modern öncesi mutlu sonla biterdi hikayeleri, modern devirlerde (Adnan gibi) yarı iyi sonlandı (mutsuz ve bahtsız bir biçimde ezik), modern sonrasında ise iyice yalnız ve boş bitmeye başladı. Ama bu zavallı erkeklerimiz hep tek başınaydılar, hep yalnızdılar.

Gerçekten de bu kadar yalnız mıdır erkekler? Mithat Cemal Kuntay’ın yarattığı dünyadaki gibi, hep dedikoduya, kıskançlığa ve hırsa karşı savunmasız kalan ve bunlarla baş ederek ömürlerini törpüleyen şanssız bedeviler midir? Yoksa özgürlüklerinin değerini bilmeyen, yaşamın girintili yollarında yanlış kararlar veren ve güçlü olmaları gerektiğini zannederek boş amaçlar için uğraşan insanlar mı? Bunların cevabı bende değil ama tek bildiğim böylesi bir yalnızlık “adam” öldürür.

Kitabın arkasında “Türk romanının yapıtaşlarından” diye söz ediliyor “Üç İstanbul” için. Diliyle, kurgusuyla ve anlattığı siyasi alt öyküsüyle gerçekten de böylesi takdire şayan bir . Dilerdim ki yazar erkeği biraz daha normal, ı da biraz daha insan olarak anlatabilseydi. Nitekim yazar (veya sanatçı) olmak, kalıpların biraz da olsa dışına çıkabilmektir. Var olan kalıbı birebir en güzel ifadelerle anlatmak değil, kalıbın öteki yüzüne bizi götürebilen ve başka bir hayatın olasılığının umudunu yeşertebilmektedir sanatçıdaki maharet. Belkide bu maharet sayesinde biz küçük insanlar da kendi duvarlarımızı yıkabilecek ve öğretilenin dışına çıkarken yazana (sanatçıya) hayır duası edebileceğiz.

Yazan: Emin Saydut

Notlar:

(1)http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9C%C3%A7_%C4%B0stanbul
(2) Kuntay, Mithat Cemal. Üç İstanbul. Oğlak Yayınları: istanbul, 1998

Müziklerle Bezenen Epik Hint Aşk Öyküsü

Cebinde BBC Dünya Müziği Ödülü, Grammy Adaylığı bulunan ve Hindistan’ın yatay gitar üstadı olan Debashish Bhattacharya’nın inanılmaz hünerli oluşu kendisine dünya çapında bir saygınlık kazandırıyor. Sanatçının yeni çalışması “O Shakuntala!” sonsuz Hint aşk kurgusunun yüceltilmiş bir yorumu. Özellikle sanatçı tarafından tasarlanan ilk yatay gitar “chaturangui”nin başrollerde yer alması albümün büyüsünü daha bir arttırıyor. Albüm en önemli iki Hint Müzik damarını bir araya getirmesiyle bir ilke imza atıyor. Güney’den gelen Karnataka ezgileri Kuzey’den gelen Hindustani ritimleri ile işlenebilir bir düzeyde buluşuyor. Albüm tek kelimeyle iki enfes Hint Müzik tarzının ince işlemeli harmanlaması.

Müziğin her zaman gündemde olduğu bir ailede dünyaya gelen Debashish, genç yaşta ebeveynlerine tambura, gitar ve tabla gibi enstrümanlarla eşlik etmeye başladı. Bu kültürel atmosfer her orta direk Bengal ailesinde aşina olunan bir sahne elbette. Gün müzik ile başlar ve müzik ile biter. 1929 yılında efsanevi Havaili sanatçı Tao Moe, Kolkata’yı ziyaret etti ve yanında Havaiye özgü çelik bir gitar getirdi. Hintliler arasında bir kült olan bu gitar, kısa bir süre sonra müzik ile uğraşan her evde kendine bir yer edindi. Bhattacharya ailesinin evine de giren bu enstrüman genç Debashish’in anında ilgi alanına girdi, farklı stiller ve tekniklerde geleneksel müziğini çalmaya başlayan sanatçı belirli bir zaman sonra bu enstrümanın yetersiz kaldığını fark etti. Bunun üzerine almakta olduğu müziksel eğitim ile birlikte raga müziğini çalabilecek şekilde kendi enstrümanını -farklı tel sayısına sahip yatay gitar- tasarlamaya karar verdi. Sonrası ise tarih, zira Debashish çok hızlı bir şekilde kendisini geliştirdi ve daha yirmi yaşında Cumhurbaşkanı nişanı ile onurlandırıldı. Otuzlarında Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Amerika’ya çok geniş bir coğrafya üzerinde tanınan önemli bir müzisyen oldu. John McLaughlin, Bob Brozman, Martin Simpson, Liu Fang ve Takashi Hirayasu gibi sanatçılarla çalışarak müziksel perspektifini tüm dünyaya yaydı. 2024 yılında kırk yaşına geldiğinde Hindistan hükümeti tarafından Pandit (müzik üstadı) unvanı ile onurlandırıldı.

Debashish Bhattacharya

1963 yılında Kolkata’da hayata gözlerini açan sanatçı bu yeni çalışmasında ürettiği 22 telli ‘Chaturangi’ adlı gitar viyolin, sitar, sarod ve veena gibi enstrümanların ses skalasına karşılık veren müzik aleti ile sonsuz aşkın öyküsünü işliyor. Sanskrit şairi tarafından kaleme alınan “Abhigyana Shakuntalam” (Shakuntala’nın Tanımı) adlı epik aşk hikâyesini müziksel bir serüvenle ele alan sanatçı, Kral Dushyanta ve güzeller güzeli Shakuntala’nın efsanesini tekrar canlandırıyor. Öyküye göre Kral Dushyanta ve Shakuntala birbirlerine âşık olur ve evlenir; fakat kötülükler abidesi, bilge âşıklara yaptığı büyü sayesinde ayrı kalmalarını sağlar. Nihayet büyü bozulur ve âşıklar sonsuza kadar tekrar birlikte olur.

Pandit Debashish Bhattacharya’yı olağanüstü bir sanatçı olarak tanımlamak çok kuru kaçıyor ancak açıkçası onun engin müzik yeteneğini hakkıyla ifade edecek pek fazla kelime Türkçede yok. Kelimeler ile bu kadar derin bir sanatçıyı vurgulamak abartı sınırlarına sokulan gereksiz tamlamalardan ileri gidemez; bundan dolayı biraz detaylı açıklama yapmakta fayda var. Resmen bir müzik üstadı olan sanatçı öncelikle yaratmış olduğu üçüz gitar üretimleri ile dünya müzik platformunda bir ayrıcalık. Kendine özgü bir gitar üçlemesine sahip olan sanatçının yarattığı 22 telli ‘Chaturangi’ adlı gitar viyolin, sitar, sarod ve veena gibi enstrümanların ses skalasına karşılık veren müzik aleti. ‘Ghandarvi’ ise 14 selli bir gitar olup veena, sarangi, saz hatta Flâmenko gitarın ses düzeyinde buluştuğu nokta. Üçüzün son halkası olan 4 telli ‘Anandi’ ise kaba tanımı ile yatay bir ukulele. Bunun haricinde sanatçının kendine özgü üç parmakla çalma stili kendisini yine diğer emektaşlarına kıyasla hız ve hüner bakımından ayrı bir konuma yerleştiriyor. Bu da yetmiyormuş gibi Pandit Debashish Bhattacharya, Kolkata’da 2024 yılında bir de müzik okulu açtı. Tek kelime ile müziğini ve sanatını tüm varlığı ile kucaklayan bir üstat.

Debashish Bhattacharya

“O Shakuntala!” âşıkların izini ilk parça ‘Megha Re’ (Bulutlar) ile sürmeye başlıyor. Derin yatay ve melodik ritimlerin yer aldığı, geleneksel “raag megh”in farklı yorumu olan parça, Kral Dushyanta’nın Shakuntala ile bir av sırasında ilk tanışmasını bizlere aktarıyor. Bu aşk öyküsü ‘Shringar’ (‘Kur Yapma’) parçası ile iki aşığın birbirine kur yapması ile birlikte ‘Samarpan’ (‘Teslimiyet’) parçasında evliliğe ulaşıyor. Dinleyenlere parçada Debashish aşka teslim olduğunuzda yaşadıklarınızı müziksel olarak yaşatıyor, aynen öykümüzdeki Shankuntala’nın Dushyanta ile evlenmesi gibi. Pakhawaj (aynı zamanda Mardal, Pakhawaj, Pakuaj, Pakhvaj, Pakavaj veya Mardala olarak da bilinir) davulu, tabla ve yerel mridangam perküsyonu ile bütünleşen ‘Milaap’ (‘Hadi Buluşalım’) adlı parça Dushyanta ve Shakuntala’nın buluşmalarını dile getirmesinin yanı sıra albümün merkezi eksenini belirliyor. ‘Chahat’ ise Shakuntala’nın büyü yüzünden Kralından ayrı kalmasını geleneksel ritimler ile hüzünlü bir formatta ele alıyor. İşler tekrar güzelliklere Debashish’in enfes ragalarını içeren ‘Sparsh’ (‘Dokunuş’) parçası ile sokuluyor. Yeni bir umuda ve aydınlığa sokulan aşkın ilerlediği bu kusursuz patika on iki dakikanın üzerinde olan ‘Amantran’ (‘Davetiye’) parçası ile dinleyenlere eşlik ediyor. Debashish burada Kuzey ve Güney Hint Raga müziklerini klasik Hindustani ritimleri ile işleyerek mutlu sona ulaşıyor.

Albüm dinlemesi oldukça keyifli, zengin müziksel harmanlamaların yer aldığı kavramsal bir ekip çalışması. “O Shakuntala!” sanatçının “3: Calcutta Slide-Guitar” ve “Calcutta Chronicles” çalışmalarından sonra Riverboat Records şirketinden çıkan 3. albümü.

Debashish Bhattacharya

“O Shakuntala!” Efsanesi

Beşinci yüzyılda hala Hint Edebi kültüründe çok önemli bir yere sahip olan şair , “Abhigyana Shakuntalam” (Shakuntala’nın Tanımı) adlı epik şiirini yazdı. Söz konusu şiir Batı Dillerine çevrilen ilk Sanskrit şiiri olmasıyla da tanınıyor. Bir av sırasında Kral Dushyanta’nın güzeller güzeli Shakuntala ile tanışıp ona âşık olmasını konu eden şiir bu ikilinin aşklarını, evliliklerini, ayrılıklarını ve sonra mutlu sonlarını sırasıyla işliyor. Ülke meselelerinden dolayı Kral saraya çağrılınca aşkını geride bırakıp görevine koşuyor. Ancak Shankuntala’ya yüzüğünü bırakıyor ve kendisi için en kısa zamanda bir asil refakatçi yollayacağı sözünü veriyor. Uzun bekleyiş sırasında Shakuntala yanlışlıkla onu ziyaret etmekte olan bir bilgini rencide ediyor. Bunun sonucu olarak bilgin, Kralın Shakuntala’yı asla bir daha hatırlamaması için bir büyü yapıp ortalıktan kayboluyor. Bu korkunç durum karşısında Shakuntala’nın hizmetkârları Anushuya ve Priyamvada bir şekilde bilgini bulup büyüyü kaldırması için ona yalvarıyor. Israrlar üzerine bilgin büyüsünün ancak ve ancak Shakuntala’nın krala aşklarının görsel bir kanıtını göstermesi ile kalkacağını söylüyor. Elinde Kralın yüzüğü ile saray yollarına düşen hamile Shakuntala ne yazık ki yolda yüzüğü bir nehre düşürüyor. Kralın karşısına yüzüksüz çıkan aşığı maalesef hüsrana uğruyor zira Kral Shakuntala’yı tanımıyor. Üzüntüsüne boğularak Shakuntala evine geri dönüyor ve doğum için bekliyor. Bu arada nehirde balık tutmakta olan bir balıkçı oltasına takılan yüzüğü buluyor. Yüzüğün üzerindeki kraliyet amblemini hemen fark eden balıkçı bunu Kral’a ulaştırıyor. Yüzüğü eline alan Kral bir anda her şeyi hatırlıyor, zira büyü bilginin söz verdiği üzere hemen kalkıyor ve hiç vakit kaybetmeden sevgilisi, biricik eşi Shakuntala’ya gidiyor. Hayatlarının sonuna kadar mutlu olan ikilinin Bharat adında bir bebekleri oluyor…

O Shakuntala

Yazan: Zekeriya S. Şen

Parça Listesi:

01 Megha Re (Bulutlar)
02 Shringar (Kur Yapma)
03 Samarpan (Teslimiyet)
04 Baarish! (Sağanak!)
05 Milaap (Hadi Buluşalım)
06 Chahat (Özlem)
07 Priyatameshu (Sana Sevdiğim)
08 Sparsh (Dokunuş)
09 Amantran (Davetiye)
10 O Shakuntala! (Aşkı Aramak!)

Müzisyenler:

Debashish Bhattacharya
Subhasis Bhattacharjee
Chitrangana Agle Reshwal
Charu Hariharan

« Önceki Sayfa — Sonraki Sayfa »