Reginald Rose’un 1954’te kaleme aldığı tiyatro oyununun sinema uyarlaması 12 Angry Men (1957, 12 Kızgın Adam, Sidney Lumet) özünde Amerikan hukuk sistemine bir eleştiri örneği olarak gözükür. Oysaki filmin, ölüm gibi vahim bir kararın tartışıldığı parabole dönüşen kriz ortamında gerçeğe en yakın noktayı bulmaya çalışanlarla, insani yaklaşımın uzağında egoizm yaratma peşindeki iki farklı beyin yapısının çatışmasını; sağduyu keşfi eşliğinde önyargı arınışını sergileyen sosyolojik bir deney olarak tanımlanması daha net bir görüş alanı oluşturuyor.
Mahkeme salonu ve adliye önü haricinde tamamı bir oda içerisinde geçmesine rağmen; karakterlerin ayrıksı yapısı ve ortadaki suç kavramının şaşırtıcı derecede değişen betimlemesi, filmin bu sınırlı mekânını unutturup gönüllü bir adalet arayışına dâhil ederken, farklı meslek grupları ve sosyal çevrelerin simgesi sayılabilecek 12 kişilik jürinin numaralandırılması; isimlerin kişilik özelliklerinin önüne geçmesini engelliyor.
Babasını öldürdüğü düşünülen sanık pozisyonundaki çocuğun suçluluğu konusunda varılacak oy birliği elektrikli sandalyeyle gerçekleştirilecek bir idam cezasıyla neticelenecekken; sahte bir tanrısal gücün sahibi gibi davranan üyelerin bilinçaltlarında baş edemedikleri duygu- durumlara karşı gelişen öfkeleri, bu neticenin ağır mesuliyetinden daha baskın gelir. Amerikan tebaasının; göçmen, pasif, bağnaz, dikkatsiz, aceleci, agresif, getto sakini, sonradan görme gibi yapı taşlarıyla oluşmuş kabuğunu, sadece 8 numaralı jüri üyesinin (Henry Fonda) mantık ve iyimser görüşü tercih ederek kırma cesaretini göstermiş olması bile aslında jüri sisteminin karambole bir uygulama olduğuna dipnot düşmektedir.
Adil bir yargılama yapılmasını isteyen 8. üye ikinci dereceden delillerin yetersizliğini baz alıp görgü tanıklarının inandırıcılığını sorgular. Elini kaldırarak bir çocuğun ölümünü onaylayıp normal hayatına geri dönecek kadar yoz olmayı kati biçimde reddiyle de gerçekçiliğe ışık tutarken empati dersi verir.
Islahevinde yetişenlerin doğuştan yalancı ve katil potansiyeline sahip oldukları kanısı, tüm dünyada en fasit önyargı çemberini oluşturup nice mağdurlar büyüttü. Hele bir de buradaki sanık çocuk gibi yaşıtlarıyla sahip olduğu eşitliğe layık görülmeyip, yaşam hakkının hiçe sayılması söz konusuysa bu yazgının karşısında duran azınlığın tek şansı, kötücül otoriteye tek başına bile olsa direnmektir. Kesinliği tamamen ispatlanamayan suçlamanın ‘bu pozitif bakış açısını hak etmiyor’ diyerek en kötüye yorumlanması çoğunluktayken, tek bir kişinin çıkıp ‘suçlu olup olmadığına emin değilim’ diyerek düşünmeye sevk edişi 60 yıl sonra bile toplumda böyle kişilere duyulan özlemi ne yazık ki bitirmeye kâfi gelmiyor.
3 numaralı jüri üyesinin (Lee J. Cobb) oğluna olan hıncını çocuğun üzerinden çıkartma fırsatı, 2 numaralı üyenin sürüye eşlik edip zahmete katlanmama tercihi, 7 numaralı üyenin maça yetişme acelesi gibi keyfiyet üzerine kurulu hareket edişleri su yüzüne çıktıkça seyir değişir ve suçsuzluk konusunda mutabık kalınır. Filmin sonunda ‘ya babasını gerçekten öldürdüyse?’ sorusunun cevabı hiç bilinmeyecek olsa da burada önemli olan üyelerin kesin suçludur ya da kesin suçsuzdur diyerek iki koşulda da yargısız infaza yönelmeyip ellerinde bulunan adalet kılıcını yanlış kullanmaya meyil etmemeleridir. Başkasının hayatı bizim bilincimizin dışında merhametimizin de gölgesindedir.
Hülya Ayazoğlu
Yazarın diğer yazıları.