Bay Hulot kimdir? Temsil ettiği bir şey var mıdır yoksa varlığı kendi başına buyruk mudur? Modern toplum onu kabullenmek, o ise modern topluma uyum sağlamak zorunda mıdır? Bay Hulot neden konuşmaz? Konuşabileceği bir şeyleri var mıdır? Modern Paris’te bir yaşam alanına sahip midir? Yoksa yaşamakta olduğu ev de dönüştürülmeye mahkum mudur? Romantizmin şehri Paris Tati’nin elinde bir Hulot kuşatmasına mı dönüşmektedir? Bay Hulot bizim yerimize bir şeyler söyleyebilir mi? Biz Bay Hulot’yu kurtarabilir miyiz?
“Mon Oncle” (1958, Amcam) filminde Hulot’ya dair söylenebilecek en genel şey çevresiyle iletişim kuramadığıdır. Kız kardeşiyle, kız kardeşinin kocasıyla, kız kardeşinin evinde verilen partideki misafirlerle, üretim tesisindeki üretim bandıyla, teknolojik aletlerle; hiçbir şeyle iki yönlü bir iletişim sergileyemez. Etrafında bina edilen yapbozun hiçbir yere uymayan son parçası gibidir. Öte yandan başka bir dönemden yanında taşıdığı küçük çevresinde Hulot ritüellerini sürdürebilmekte, yani iletişebilmektedir: Bisikleti, piposu, eski bir binanın terasındaki evinin penceresinden yansıttığı güneş ışığı, bisikleti ve elbette baston olarak kullandığı şemsiyesiyle. Bu araç gereçler onun varlığının bir kanıtı gibidir, onlar var oldukça Hulot da var olacak ve içine yerleşemediği bu dünyayı rahatsız etmeye devam edecektir. Tati’nin görsel dil üzerinden kurduğu zıtlıklar bize yukarıda sözünü ettiğim uyuşmazlığı betimler: Kız kardeşinin kübizm etkisindeki metalik evinin karşısında Hulot’nun eski evi, son model arabalar karşısında mütevazı bisikleti ve ışıldayan takım elbiselere karşın üzerinden çıkarmadığı bej paltosu. Hikayenin varlığını bir an için unutup yalnızca bu görseller üzerinden konuşacak dahi olsak kaçınılmaz bir açmaz bizi beklemektedir: Biz bu dünyanın hangi kısmında durmaktayız?
Hulot ve Paris arasındaki uçurum anlaşılmaz bir şekilde başını alıp gitmiş görünür. Bu ikisi, aralarında yüzyıllar varmışçasına farklılaşmıştır, birbirlerinden tamamen habersizdirler: Paris bir zamanlar Hulot’un şehri olduğunu unutmuş, Hulot ise etrafında akıp giden Paris’e, sanki bir mağarada uzun yıllar sıkışıp kalmışçasına, yetişememiştir. O halde bugünün Paris’inin ve insanlarının Hulot’dan onlara uyum sağlamasını beklemelerinde şaşırtıcı olan bir şey yoktur. Ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını söylemek doğru olmamakla birlikte denemediklerini söylemek haklarını teslim etmemekle eşdeğer olur. Ona üretim bandında kontrolörlük dengi bir iş önerirler, fakat Hulot bunun üstesinden gelememekle kalmaz, fabrikadaki tüm işleri berbat eder. Kız kardeşinin evine sık sık girip çıkar, ancak ev aletlerinin işleyişinden bihaber, en basit işleri görmekten acizdir. Ev partisindeki su püskürten balık heykelinin bozulmasındaki pay kendisine aittir. Öyleyse Hulot’ya dair söylenmesi gereken şey şudur: Bu evrenin işleyişi içerisinde Hulot’nun barınmasının imkanı yoktur.
Bir birey olarak Hulot’ya odaklandığımızda ise bir içe kapanıklık halinin sürüp gitmekte olduğunu fark ederiz. Burada bizi yanıltan – ve filmi bu kadar ayrı bir yere koyan- Tati’nin bu acımasız yalnızlığı neşeli bir anlatımla gölgelemesidir. Bay Hulot sakardır, Bay Hulot çağdışıdır, Bay Hulot şaşkındır; ancak Bay Hulot hepsinden önce yalnızdır. Dilini, kültürünü ve adabını bilmediği bir yabancı ülkeye -hem de bir zamanlar kendi ülkesi olan ülkeye- sıkışmıştır. Bu sıkışıklık bazı noktalarda ekrandan taşar; onunla biz dahi iletişim kuramayız. Örneğin Bay Hulot sokaktan evine döndüğü vakitlerde ne yapar sorusuna, Mon Oncle filminin izleyicisi cevap veremez. Televizyon mu izler, yemek mi yer, pijama giyer mi, hangi kitapları okur bilemeyiz. Öte yandan filmin diğer karakterlerini düşündüğümüzde hepsinin günlük rutinine dair bir fikrimiz vardır, evlerinin en içlerine kadar girip onları gözlemleyebiliriz ve ancak film bittiğinde buruk bir şekilde ayırdına varabileceğimiz bir noktaya ulaşırız: Biz Bay Hulot’yu o kadar da tanımıyoruzdur.
İletişim kurulamayan, yeterince tanınamayan ve düzeni bozmak konusunda sürekli bir tehdit oluşturan Hulot için geriye tek seçenek kalmaktadır: Tasfiye edilmek. Burada bir an için durup Playtime’ın (1967, Oyun Zamanı) gökdelenlerle dolu sahnesini hatırlamak yararlı olabilir. Tasfiye sonu gelmeyen, yeninin eskiyi -yerleşik olanı- yerinden etme sürecidir. Kentsel dönüşüm bu tasfiyenin en radikal biçimde somutlaştığı yerdir. Playtime’da bu, en ekstrem noktaya ulaşır: Paris, Paris’ten tasfiye edilmiştir.
Mon Oncle ile bir ilişki içerisinde düşündüğümüzde, bu devinimin sürüp gitmekte olduğunu (aralarındaki 9 yılı dikkate almalıyız), bundan sonra da bu şekilde devam edeceğini ve önüne geçilemeyeceğini fark ederiz. Bu açıdan Mon Oncle özelinde Bay Hulot’nun şehirden gönderilişi ne kadar önemli dursa da aslında bu, Playtime’da görmüş olduğumuz sonsuz döngünün bir parçasından fazlası değildir. Biz ise bu sonsuz döngüyü Hulot özelinde gözlemlediğimiz için duyduğumuz acı önce ona yönelir.
Biz onu kurtaramayız. Fakat, en azından, gittiği yer her neresiyse, orada bizim bulunduğumuz bu yerdekinden -sanırım başlıktaki Çılgın Kalabalığın buraya işaret etmekte olduğunu ifade etmeme gerek yok- daha mutlu ve daha az yalnız olmasını dileyebiliriz.
Ozan Yoleri
ozanyoleri@gmail.com