Le temps du loup (2003, Michael Haneke)
Cehennem ya da Baba Figürünün Ölümü
“Cehennemde baba yoktur!”
Bana soracak olursanız Haneke’nin “Kurdun Günü” adlı eserinin en can alıcı özeti ancak bu şekilde yapılabilir. Temelde bir doğal afet filmi olsa da benzerlerinden farklı olarak, vuku bulan felaketin gerilim dolu işleyişiyle ilgilenmek yerine, büyük bir felakete maruz kalan insanların birbirleriyle ilişkiye girme biçimlerini konu alır. Yönetmen seyirciye doğal bir afetin ardından hayatta kalan insanların sıfır noktasından yola çıkarak yeniden organize olma çabası içine girdikleri post-apocalyptic bir dünya algısı sunmaktadır. Bu bakımdan, denilebilir ki, bu film her şeyden önce toplum adı verilen devasa yapının ortaya çıkma aşamalarını kavramak arzusundadır. Toplumun ekonomik yapılanışından, bu yapılanmaya ortak olan bireylerin ikiyüzlülüklerine ve silahlı adamlar tarafından ele geçirilen otoritenin değerine kadar toplum kavramına ait birçok kilit noktayı sorgular. Öte yandan, filmin tüm bunlardan çok daha derinlerde yatan ve dolayısıyla çok daha tekinsiz bir doğaya sahip olan güçlü bir olguya parmak bastığı da önerilebilir: Baba figürünün ölümü!
Ekran, yazlık evlerine tatile gelen bir burjuva ailesinin o bildik tatlı imgesiyle açılır. Bu, seyirciye güven veren sakin bir imgedir. Gayet iyi bildiğimiz bir resmi defalarca görmekten dolayı sıradanlaşan huzurlu, tanıdık bir dünyanın imgesidir. Derken, her şey değişir! Haneke’nin seyirciyi sarsmak için kullandığı en etkili metotlardan biridir bu. Aynı yöntemi diğer filmlerinde de defalarca kullanmıştır. Seyirciye, başlangıçta, tanıdığını sandığı sıradan bir resim sunar ve hemen ardından bu sıradan resmi aniden en olmadık biçimde tahrip eder. Ekranda takip ettiğimiz aile yazlık evlerine girdiklerinde evlerinin içinde yabancı insanlar bulurlar. Vahşi kılıklı bir adam elindeki tüfeği burjuva ailenin babasına doğrultur. Tüfek ateş alır ve baba ölür! Filmin başında seyirciye kıyısından bir parça tattırılmış olan huzur kaşla göz arasında seyirciden vakumlanarak hızla geri alınır. Bu sahne, konuşmakta olduğumuz filmin ya da kıyamete kadar uzanan bir kâbusun başlangıcıdır.
Babanın ölüm sahnesinden sonra burjuva aile, küçük bir oğlan, ergen bir kız ve bir anne, seyirciyle birlikte ilkel ve vahşi bir dünyanın içinde savunmasız bir şekilde kapana kısılır. İşte filmin tam bu noktası, bir süredir devam etmekte olan bir afetin varlığını burjuva aileyle birlikte ilk defa öğrendiğimiz andır. Devam etmekte olan bir kıtlığın ve ölüm kalım mücadelesinin bilgisi seyirciye bu sahnede verilir. Herkes tehlikededir; herkes bu cehennemden bir çıkış yolu aramaktadır ve bu süreç içerisinde kimse kimseye güvenmez. Babasız kalan ailenin kâbusvari yolculuğu başlamak üzeredir.
Yönetmen bahsi geçen afetin içeriğini seyirciye açıklama gereği bile duymadan yalnızca burjuva bir aileyi ekrana taşır ve baba figürünü denklemden çıkararak afet konseptinin başlamasını sağlar. Hiçbir kuralın, hiçbir otoritenin bulunmadığı kaotik bir dünya algısı yaratmak için gerekli olan tek hamle, Haneke için, baba figürünün senaryodan menedilmesi şeklinde belirlenir.
Karakter analizine geçmeden önce filmin yapısında önemli bir yer teşkil eden güçlü bir motifin altını çizmek istiyorum: Tren! Tüm insanlar başı sonu belirsiz bir deliliğin içinde kaybolmuştur. Kimse ne yapacağını bilmemektedir ve bu cehennemden çıkmanın tek yolu vardır: uzun zamandır geçmemiş olduğu için yakın zamanda geçeceği tahmin edilen o malum trene binmek. Fakat bu konuda ciddi bir sorun olduğu görülür. Tren geçse bile durmamaktadır. Trene binmek isteyen biri bunu hızlı koşma becerisiyle özel bir başarı sağlayarak elde edebilir. Tren selamettir! Kurtuluştur! Çıkış kapısıdır! Kimsenin ulaşmayı başaramadığı bir kapı… Herkesin hayallerini süsleyen ama hiçbir yerde bulunamayan bir kapı…
Babalarını kaybeden aile, parasız, sığınaksız, besinsiz, susuz bir halde yardım istemek için komşularını görmeye gider fakat beklediklerinin aksine yıllardır tanıdıkları ve sevdikleri komşularından soğuk ve sevimsiz bir muamele görürler. Sevip saydıkları insanların hepsi de su, besin ve sığınak gibi temel ihtiyaçların azlığından bahsederek onlara yardım etmeyi reddederler. Anne, kız ve oğlan geceyi aç ve susuz bir halde dışarıda geçirmek zorunda kalırlar.
Aile bireylerinin kendilerini aniden içinde buldukları afete verdikleri tepkiler birbirinden farklıdır. Anne karakteri dünyanın değişmiş yeni halini soğuk bir biçimde kabullenir, sanki tuhaf olan hiçbir şey yokmuş gibi davranmaktadır, olup bitenler gayet normalmiş gibi. Annelik dürtüsüyle çocukları için durmadan sığınak ve besin arayışına girmesinden başka en ufak bir karakter özelliği sergilemez.
Ergen kız, ailenin düşünen ve yaşadıklarından birtakım çıkarımlarda bulunan üyesidir. Yönetmen bu karakteri neredeyse bir sanatçı, bir yazar olarak sunar. Filmin ilerleyen dakikalarında ergen kızı kimsenin okumayacağını bildiği halde ölmüş babasına mektup yazarken seyrederiz. Bu mektupta duygularından, umutsuzluklarından, yabancı bir oğlana duyduğu ilgiden ve etrafında cereyan eden kargaşa üzerine fikirlerinden bahseder. Filmin büyük bir bölümünde olayları bu kızın bakış açısından takip ederiz. Yönetmen öyküdeki tüm diğer karakterleri bize belli bir mesafeden gösterdiği halde ergen kız karakteriyle çok daha yakın bir ilişki içine girmemize ön ayak olur. Ergen kız karakteriyle yaşanan bu özdeşleşme, kızın dünyayı, insanları ve kendi duygularını anlama çabasına seyirciyi de ortak eder, bizleri onunla aynı çaba içine girmeye teşvik eder, etrafımızda şekillenen dünyayı kavramaya, bir belirip bir kaybolan imgeleri yakalamaya iter.
Ailenin küçük oğluna gelince, bana kalırsa öykünün en ilginç karakterine daha yeni değinmek üzereyiz. Ailesinin başına gelen her şeye kayıtsız kalır. Verdiği tepkiler sınırlıdır. Ablası ve annesinin yaptığı üzere ani bir kurtuluş ümidiyle yanlarından geçmekte olan trenin peşinden koşturmaz bile, öylece olduğu yerde dikilir ve diğerlerini seyreder. Sahibi olduğu ufak bir muhabbet kuşu vardır ve oğlan öykü boyunca tek bir sahne dışında hiçbir yerde konuşmaz: Kuşunun kafesinden kaçtığı sahne. Seyirci bu oğlanın duygu ve düşüncelerine bir türlü nüfuz edemez, onu tanımaya çalışamaz bile. Oğlan sanki bir kabusun içinde yaşadığını fark ettiği anda felç edici bir travma geçirmiş gibi kelimenin tam anlamıyla, var olmak dışında hiçbir şey yapmaz. Yaşamak için gerekli olan arzuyu kaybetmişe benzemektedir. Hikâyenin sonunda film, bu oğlanın yanmakta olan büyük bir ateşin önünde ateşin içine atlamak için hazırlanırken sergilediği çarpıcı imgesiyle kapanacaktır. Ateşe atlayacaktır çünkü yabancılar tarafından anlatılan bazı hikâyelere kulak misafiri olmuştur. Üstün nitelikli efsanevi bir grup insanın tüm insanlığın refahını sağlamak adına kendilerini feda ederek ateşe atladıklarıyla ilgili birtakım hikâyeler işitmiştir. Her ne kadar diğer insanların hemen hepsi de bu efsanevi kişilerin varlığından şüphe duyuyor olsa da, küçük oğlan onların var olduğuna yürekten inanır ve bitmek bilmeyen kâbusu sonlandırabilmek için ateşe atlamaya hazırdır.
Filmdeki karakterler güçlü bir biçimde tasvir edildiği gibi, senaryonun motifleri de dikkate değerdir. Afet konseptini sapasağlam kurabilmek için birçok çarpıcı motif yaratıcı bir biçimde kullanılmıştır. Susuzluktan dolayı kendi köpeklerini kesip kanlarını içen çobanlar vardır. Farklı bölgelerde yeni yeni oluşan küçük çaptaki farklı toplum modelleri hayatta kalabilmek için bir araya gelmiş insanların birbirleriyle olan çatışmalarını gösterir. Babil kulesindekine benzer bir şekilde birbirlerinin dillerinden anlamadıkları için kavga ve gürültüye sebep olan yabancı insanlar vardır. Üyelerinin ikiyüzlülüğünden dolayı topluma tepki duyan ve toplumdan uzakta çayırlarda bir başına yaşamayı seçen genç bir oğlan tasvir edilir. Karnını doyurmak için o ayrı kaldığı toplumun koyunlarını çalmaktadır. İşledikleri suçu inkâr eden ve delil yetersizliğinden dolayı cezasız kalan katiller de hikâyede hukuki değerlerin aciz kaldığı sahnelerin mihenk taşıdır. Hikâyede, toplumun diğer üyeleri tarafından atılan iftiralar yüzünden linç girişimine maruz kalan adamlar olduğu gibi uğradıkları tecavüzler sonucu intihara kalkışan kadınlar da vardır. Son olarak, silahlanmış modern şövalyeler dikkati çeken diğer bir ögedir. Şehir şehir dolaşıp değerli materyaller karşılığında su satmaktadırlar. En temel ihtiyaç olan suyun dağıtımı yalnızca bu silahlı adamların elindedir.
Aslında filmde yukarıdakilerden çok daha fazlası vardır ve yorumlar rahatlıkla zenginleştirilebilir fakat kısaca ifade etmek gerekirse film, baba figürünün mevcut olmadığı bir dünya tasviridir. Kendime sormadan edemediğim soru Haneke’nin bize hikâyenin deklanşörü olarak baba karakterinin ölümünü neden bu kadar çarpıcı bir biçimde gösterdiğidir. Bunu soruyorum çünkü gördüğüm kadarıyla filmdeki en saldırgan motif bundan başkası değil. Bu noktada iki bakış açısı önerebilirim: Burjuva hayatını arzulanabilir ve sevimli sunan diğer filmlerin aksine Haneke bu filmde klasik burjuva ailesini cehennemin tam ortasına göndermek istemiş olabilir ki bu durumda zaten fazla söze gerek kalmaz. Baba figürünün temsil ettiği ekonomik güçten mahrum kalınca ister istemez burjuva ailesi kendini bir felaketin içinde bulacaktır. Diğer bir olası açıklama ise Haneke’nin baba figürünün, yalnızca ekonomik anlamda değil aynı zamanda ahlaki değerler ve kanunlar anlamında bir otorite temsili de olarak, mevcut olmadığı bir dünyayı tasvir etme çabası olacaktır. Diğer bir deyişle, hayatın tüm alanlarını organize eden üstün bir kuvvetin yokluğudur burada tüm tekinsizliğiyle irdelenen.
Eski zamanlarda kurtlardan korkan koyunları konu alan masallar anlatılırmış küçük çocuklara. Bugün artık tüm dünya kurt, artık gün “Kurdun Günü!” Belki de Haneke bu filmde, yalnızca günümüz dünyasını tasvir ediyor ve bize diyor ki, kendimizi ateşin içine atmayı bile beceremiyoruz!
İlkay Atay
ilkayatay87@gmail.com