Kadın İçin Yanlış Bilinç

4 Ağustos 2024 Yazar:  
Kategori: Kitabiyat, Romanlar, Sanat

 BİR SADİSTE BAĞLANMAK 

“Kendisine verilen erkeğe fırtınalı bir aşkla bağlanan yeni evli genç kadına ne oldu?”

(Sibylle Knauss, Markiz)

Kendi rızasıyla, eşsiz bir mutluluk ve ısrarla “kötü adamlar”a bağlanan, kendilerini ancak onlarla vareden ve onlar tarafından yok edildiğini anlayamadan yok olan kadınlar vardır. Onunla birlikte intihar edecek denli Hitler’e âşık Eva Braun; Hitler’in yenilgisi üzerine önce altı çocuğunu öldüren sonra da kocasıyla birlikte intihar eden Magda Goebbels; kocası Marksist filozof Louis Althusser tarafından öldürülen Helene Althusser ve tüm hayatını kocasının ahlâksızlıklarını örtmeye hasreden Markiz Renée Pélagie aklıma ilk gelenler… Büyük bir tutkuyla bağlandığı, kendisini Komünist Parti’ye sokan, böylece yaşamının çizgisini değiştiren karısı Helene’i bir delilik anında boğarak öldüren Althusser cinayetinin aşamalarını anlattığı Gelecek Uzun Sürer adlı anı kitabında günah çıkartmış ve ruhsal dengesinin bozuk olduğu gerekçesiyle yargılanmamıştı, tıpkı kadınlara türlü işkenceler yapan ama biricik karısı Markiz sayesinde her defasında kurtulan gibi…

hande-ogut-sanatlogcom-yazilari

Edebiyat, , sinema tarihi ve şüphesiz gerçek hayat, fırtınalı bir aşkla bir erkeğe takıntılı biçimde bağlanan, hatta onunla suçortağı olabilen negatif kadın imgeleri, klişeleri ve stereotipleriyle doludur. “İnsanca” denilerek sunulan erkekçe bir yaşantı ve bakış açısıyla özdeşleşerek kendi arzularına, özvarlıklarına, cinselliklerine, bedenlerine yabancılaşan bu kadınların en büyük aşırılığı patriyarkal sistemin oyununa gelerek diğer kadınlara karşı cephe almak, sağduyusunu yitirmek, en önemlisi de kendilerini, bir daha yerine gelmeyecek bir kaynağı ziyan etmektir.

Markiz, kendi hayatlarını mahvetmek için deli olan bu kadınlardan en ilgincidir. Ona kızmak, öfkelenmek fazlasıyla mümkündür peki ya anlamak? 

Sade tarafından sevilmek ya da arzulanmak bir yana defalarca aldatılmasına, horgörülmesine, aşağılanmasına, terk edilmesine, cinsel şiddete maruz kalmasına, her açıdan sömürülmesine rağmen Renée Pélagie’nin onu sonsuz bir aşkla nasıl sevebildiğini, bu uğurda bir zalime, bir kadın düşmanına neden dönüşebildiğini anlamak çok da kolay değil.

Eğer bu bir aşksa, patriyarkal düzende, erkek cinselliğini kışkırtmaya, evlilik kurumunu ve nüfusun arttırılmasını garantiye almaya yarayan “aşk, kendi isteği ile erkeklere bağımlı olmak isteyen dişi özneler yaratmaya hizmet etmiştir”. [1] Kadının bağımlı olma halinin, kadın için bir “yanlış bilinç” olduğunu, bağımsızlığı aşkta, annelikte, erkeğe rehberlikte arayan kadının, bu alanların, temel bağımlılık ilişkisini beslemesinden dolayı özgürleşmek bir yana iyice tutsaklaştığını Beauvoir’dan bu yana biliyoruz. Beauvoir’ya göre cinsler arasında mücadele yoktur, kadınlar aşkınlık idealinden vazgeçmişler ve kendi nesneleştirilmelerine suç ortağı olmuşlardır. [2]

Varlığı sevdiği erkekle doğrulanan, tüm amacı onunla ve onun için tamamlanmak, aşkının öznesiyle özdeşleşmek olan ve nihayetinde bu aşkın doruğundaki yüce erkek tarafından evlilik ile ödüllendirilen kadın, evet, “yanlış bir bilince” sahiptir. Ancak sorun Beauvoir’nın belirttiği gibi yalnızca kadının kültürel olarak ezilmişliği, eğitimsizliği değildir. Tarihsel ve maddi temelleri olan patriyarkayı, aşkın ve cinsel arzunun patriyarkal iktidar ilişkilerini yeniden üretmek için nasıl kanalize edildiğini, kadınların patriyarkalliğe nasıl maruz kaldığını gözden kaçıramayız. Kadınlar, tarihsellikten yoksun sabit bir kategorinin suskun elemanları değildirler. Ve tarih boyunca kadınlar, patriyarka karşısında ortak bir ezilmişliğe sahip olmuşlardır.

Markiz’e ilk anda kızmak kolaydır ama yaşadığı dönemin koşullarını, kadınların ne tür baskılara, zaruretlere maruz kaldığını, patriyarkal şiddeti ve bir kadın olarak yaşadığı öznel deneyimi hesaba katarsak onunla empatik bir bağlantı kurabiliriz. Üstelik unutturulmuş kadın tarihinin izlerini sürmek ataerkil baskının sistematiğini anlamlandırır ve kadının özgürleşmesine yardımcı olur.

Hakkında hep ataerkil tahayyül tarafından malumat üretilen kadınların hikâyelerini kurmacalaştırarak onlara söz hakkı tanıyan ve de feminist edebiyat soykütüğü için alan açan Alman yazar Sibylle Knauss, Markiz adlı romanında Marki de Sade’a değil, karısının hayatına, hikâyesine, duygularına feminist bir hassasiyetle yaklaşıyor. Hem bir yazar olarak kendi anlatısını, hem de Marki’nin karısını Markiz ve Renée Pélagie kimlikleriyle metne yerleştiren Knauss, böylelikle kadınların toplumsal, kültürel ve ideolojik normlara göre nasıl temsil edildiğini, özdeşleşmek zorunda bırakıldıkları duygusal, cinsel rolleri hem de bunların deneyimlenme, duyumsanma biçimlerini aktarmayı başarıyor. 

Kadınları aşağılamaktan ve cinsel fantezilerinin kölesi kılmaktan haz duyan, hayatı boyunca bu arzunun doyurulması için çabalayan Sade’a, tutkuyla âşık olan karısının gözünden bakarken bu kadını anlamaya da çalışan bir kadın olarak kendi bakışını ve söylemini roman anlatısına eklemlemiş Knauss. Bir kadın yazarın kadın kahramanını, tekil ve öznel bir bakışla temsil edebilmesine dair olan şüpheyle egemen yazar-anlatıcı konumunu sarsarak Markiz’e, onu anlamamıza, empati kurabilmemize, onu kendi içsel dünyasıyla, cümleleriyle tanımamıza imkân sağlayan, bir dil vermiş, hem de Sade’ın teorik ve pratik pornografik evrenini anlatmak için hiçbir pornografik sözcüğe ihtiyacı olmayan, samimi, serinkanlı bir dil:

“Onunla mutlu muydum? Sorulacak şey mi? Yaşlı bir kadına mutlu olup olmadığını soracak olursanız, şöyle yanıtlar: Gençtim. Bu yeterli mi?” Âşık mıydım? Bilmiyorum. Genç bir kadının, kocasına âşık olması gerekir mi? [3]

Birinin aşk verdiğinin, diğerinin de aldığının varsayıldığı patriyarkal kültürde aşk kavramı, sahip olma kavramıyla, egemenlik kurma ve itaat etme paradigmalarıyla bağlantılıdır.

Cinsel sınıflı sistemde yozlaşarak hastalıklı bir tutkuya dönüşmekle kalmayıp kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin meşru gerekçesi olabilen romantik aşkın Batı metafiziğindeki kavramsallaştırılmasına baktığımızda kökeninde “efendi-köle diyalektiği”nin yatmakta olduğunu görürüz. Kadını dışlayan, kadının köleleşmesini ve nesneleşmesini gerekseyen eril bir temel üzerine kurulmuş ve buna rağmen kadının işbirliği ve uyumuyla sağlamlaşmış bu kurgu üstelik çok eski bir geçmişe sahiptir.

Cinsel birleşmede kişiyi asıl coşturan şeyi çirkinlik, nefret ve dehşet öğesi olarak tanımlayan

Sade’la, yirmi bir yaşında, görücü usulüyle, tam anlamıyla dönemin kurallarına uygun bir evlilik yapan Renée Pélagie’nin kendi sınıfındaki diğer soylu kızlardan farklı olarak evliliğinden cinselliğe dair hayal ve beklentileri vardır. Ancak günah çıkarttığı papazlar başta, tüm eril patriyarka göre bu erotik duygulanımlar günah, yasak, cinsel arzular sadece erkeğe aittir. Sade’ın çılgınca eleştirdiği din aslında kadın cinselliğinin ve bedeninin baskı altına alınarak kontrol edilmesini sağlayan en etkili araçlardan biridir. Kadının kendine ait bir bedeni, cinselliği yoktur ve yaşama amacı kocasının, ailesinin, evinin mutluluğudur.

Nitekim 18. yüzyıl Fransa’sında “kadınlar” kategorisi sadece “evli” kadınları kapsamaktaydı. Bir evlilik yapmak ve onu sürdürmek tercih değil zorunluluktu. Zayıf, akıl açısından erkekten alçakta, yumuşak ve hassas, ikinci cins olarak kurgulanan kadın, Markiz’in yaşadığı dönemde hiçbir sosyal ve yasal hakka sahip değildi, görevi kocasına itaat etmek ve ona çocuklar doğurmaktı. Aydınlanma düşüncesine rağmen kadının itaatkâr konumunda fazlaca bir değişiklik olmamıştı. Toplumun üst katmanlarında bazı kadınlar ne kadar bağımsızlaşmış olursa olsun, 1804’te Napolyon yönetimi altında son halini alan medeni kanun, Fransız kadınları “himaye” karşılığında mutlak itaat borçlu oldukları kocalarının gözetimine vermişti.

Markiz, kendi biricikliğini patriyarkal sistem tarafından kendine dayatılan itaat, bağışlayıcılık, fedakârlık, suç ortaklığı üzerine inşa etmiştir. Ama en önemlisi Markiz olabilmek, Markiz kalabilmektir! Söz konusu para, mülk, aileler, çocuklar, unvan, kandır! Kendisini “fahişelerden ayıran ‘tek’ oluşu”dur.

“O, nikâhlı karısıydı. Sadece karısı tekti. İnsan nikâhlı eş olarak her zaman tektir.” [4]

Erkeklerin hayvani cinsel içgüdülerini denetlemeyi bir görev olarak kadına mülklendiren dönemin zihniyeti, aşkı ve cinselliği evlilik kurumu içine hapsederek, ailenin idamesi adına erkeğin her türlü cinsel fantezisini ve aldatma pratiğini de meşrulaştırmıştır. Varlığı yalnızca bağımlı olduğu erkekle, kocasıyla anlam kazanan kadının cinsel arzuları, erkeğin arzu ve beklentileri üzerinden/üzerine kuruludur. Bağımlı durumdaki konumlarını ve bu durumu yaratan pratikleri fedakârca onaylarlar; çünkü kocaları çok kıymetlidir!

Kocasının, kız kardeşi Anne-Prospère de dahil olmak üzere çocuk yaşta genç kızları, dilenci kadınları, fahişeleri “töre yıkıcılık” ve özgürlük safsatasıyla kırbaçladığını, işkence ettiğini, yaraladığını, zehirlediğini, tecavüz ettiğini, tüm kıyıcı ve yıkıcı cinsel fantezilerini bildiği halde, rahatsız olmak şöyle dursun bu sadist pratikleri onaylayarak ve bağışlayarak erkeği için tamamlanmak, bu kötü oğlanı sonsuza dek sevmek arzusu içindedir Markiz.

“Daha ilk andan beri onu sevmeye kararlıydım. Çünkü her kötü oğlan kendisini bağışlayacak ve buna rağmen sevecek bir kadına ihtiyaç duyar. Onun için bu bendim. Her zaman ben oldum. Yegâne.” [5]

Erkeğe göre şekillenmiş bu duygusal ve cinsel imgelemde kadın yalnızca erkeğin fantezilerinin uygulanması için bir yardımcı destektir.  Luce Irigaray, bu durumda vekil kadının zevk de alabileceğini belirtir, ama bu zevk kendisini başkasının arzusuna pazarlayan mazoşistik bir zevktir. Kadınları şiddetin hedefi haline getiren, üstelik bu şiddeti, zaten oldubitti mazoşist karakterde görülen kadınların arzuladıkları bir şeymiş gibi sunmakta pek usta olan Sade’a kırbaç fantezisini yalnızca kendisiyle paylaşması için yalvaran Markiz’in bu arzusu erotik bir oyun değil, sadizme ve kadın düşmanlığına uzanan bir strateji, kadınlara yüzyıllardır içselleştirilmiş gönüllü kulluktur.

Sade için kırbaçlama bir yaşam biçimiydi, doymak bilmeyen cinsel iştahını tatmin pratiklerinde kırbaç, ipler, halatlar, zincirler daima başroldeydi. Seks işçisi ve alt sınıftan kadınları kırbaçlamak, dövmek ve onlara işkence yapmak Sade’e göre kendisine verilmiş en doğal haktı.

Kamçılama, yüzyıllar boyunca erkeklerde erotik uyarılma açısından simgesel ve işlevsel bir araç olarak algılanmıştı. 17. yüzyılda, sekste kamçılamanın tıbbi yararları konusunda ilk kez yazan Alman Doktor Johan Heinrich Meibaum’a göre bu sadist pratik, yetişkin erkekte delilik, mutsuz melankolik his, fiziksel zayıflık, erotik çılgınlık ve en önemlisi iktidarsızlık konusunda tedavi edici özelliklere sahipti. Sade, Masoch, Ellis ve daha pek çok erkek ve hatta az sayıda kadın yazarın eserlerinde, kadınlar kırbaçlanmaktan müthiş bir zevk alırlar sözüm ona! John Cleland’in Memoirs of Fanny Hill (1749) adlı romanında kadın kahraman Fanny’nin kırbaçlanırken nasıl zevkle uyarıldığı pornografik tasvirlerle anlatılır. Kamçı fanatiği Edith Cadivec, kendi anılarını aktardığı Confessions and Experiences and Eros: The Meaning of My Life’ta (1920–1924), mazoşizmini, çocukken kaybettiği annesinin yoğun fiziksel dokunuşunun çığlığı olarak tanımlamaktadır. Havelock Ellis ise daha da ileri giderek, 1920’lerde yayımlanan Florie’de özel hayatında cezalandırılmak isteyen bir feminist karakterin hayatını anlatmaya koyulur. İlk özgür psikanalistlerden olan Ellis’in bizzat kendi cinsel fantezilerini aktardığı bu feminist kahraman, ilk orgazmını kamçılanarak yaşamıştır. Yine Dominique Aury’nin (asıl adı Anne Desclos) Sade’ın yolunu takiben yazdığı Onun Hikâyesi (1954), bir kadının sevdiği erkeğe bağlılığının kanıtı için katlandığı bir dizi sadomazo seks pratiğini dile getirir. Kadının köleleşme sürecini gösteren romanda ileride kocası olacak erkeğe hizmet etmek için onun tüm isteklerine boyun eğen O, izole bir ortaçağ şatosunda günlerce cinsel ve bedensel işkenceye tabi tutulur. Kırbaçlar, zincirler, dayak, maskeler, tüylü hayvan giysileri, kamçılanmalar, fiziksel sakatlanmanın kalıcı türleri, orji… Gururlu, ağırbaşlı ve deliler gibi âşık bir kadın olan O,  bu sadist pratiklerle erkeği için tamamlanırken kendini de yok ediyordur:

“Sonsuza dek kendine ait olmaktan vazgeçtiğimden, ağzım, cinsel organım ve göğüslerim artık bana ait olmadığından, her şeyin anlamının değiştiği başka bir dünyanın varlığı haline geldim.”

Bu eserlerde erkek cinselliği sadist, kadın cinselliği mazoşist karakterde görülür, gösterilir. Kadınlar itaatkâr cinsel nesneler olarak kurgulanırlar. Andrea Dworkin, Sade’ı ibret alınacak bir kadın avcısı olarak görür ve pornografinin yasallaştırılmış tecavüz olduğunu, kadınlara şiddete yol açtığını kanıtlar. Pornography: Men Possessing Women (1979) adlı eserinin bir bölümünü Sade’ı incelemeye ayırmıştır. İlk romanı Ice and Fire ise Sade’ın Juliette romanının yeniden yazımıdır. Catharine Mackinnon ise pornografinin her tür kadını eril şiddetin hedefi haline getirdiğini, üstelik bu şiddetin kadınları eğitmek için ya da kadınların bizzat istedikleri bir şeymiş gibi gösterildiğini belirtir:

“Kadınlara uygulanan her türlü şiddet, tecavüz, dayak, fuhuş, çocuk istismarı, cinsel taciz pornografi tarafından cinsellik, cinsel çekicilik, eğlence ve kadının özgürleştirilen gerçek doğası olarak gösterilir.” [6]

Evlenmeden önce kendi bedenine dair beklenti ve istekleri olan Renée Pélagie, Sade’ın dünyasına girince cinsel organların dünyasına, edilen ve çekilen eziyetlerin, ahlaksızca terbiye edişin dünyasına, erkekle kadının, insanla hayvanın azgınca birbirine karıştığı bir dünyaya adım atar. Kurbanlar işkence masalarında kıvranırlarken, işkencecilerin cinsel uyarılmışlığın tüm belirtileri içinde üzerlerine atıldıklarını görür. Marki başka kadınları kırbaçlarken, onun kırbacının kendisine verdiği hayali acıyla kıvranıp titrer ve Marki’ye başka kadınları değil kendisini kırbaçlaması için yakarır:

“Bunu benimle yapabilirsin. Benim için fark etmez. Lütfen benimle yap. Rica ediyorum.”

 Bundan haz alabileceğini, gerçekten arzulayıp arzulamadığını aklından bile geçirmez, bedenini, cinselliğini, duygularını işin içine katmaz. Çünkü varlığı, kocasının varlığıdır, bedeni onun arzusunun nesnesi, cinselliği, evliliğinin teminatı… Ne var ki Marki bu teklifi kabul edemez, bu ikiyüzlü ahlâkta erkeklerin karısının yeri ayrıdır:

“Bunu asla yapmam. Seninle olmaz! Sen benim karımsın!” [7]

Markiz, Sade’ın sodomi [8], kırbaçlama, bağlama, işkence törenleri, kan dökme ritüelleri, bakire eğitme ve “bozma” seanslarına katılamayıp kocasının sadist fantezilerinin cinsel nesnesi olamayacağını anlayınca bir başka iktidar alanından tamamlanmaya karar verir:

“Gelecekte yeni Sade’lar doğurmak istiyor. Bu onun kaderi, işi, vazifesi.”

Üç çocuk doğuruyor ve tüm hayatını sodomi ve kadınları zehirlemekten yargılanan Sade’ı kurtarmaya vakfediyor. Marki batağa saplandıkça karısına daha fazla ihtiyaç duyuyor.  Yaptıklarını maskelemek için ihtiyacı var ona. Onun varlığıyla La Coste, Sade çiftinin evi haline geliyor. Kocasının zorla alıkoyup işkence yaptığı, tecavüz ettiği, kırbaçladığı kızlara şikâyetlerini geri çekmeleri için para veriyor Markiz; Sade için kırbaçlar, değnekler yaptırıyor, kızkardeşini, annesini, ezilen, şiddete uğrayan diğer tüm kadınları karşısına alıyor.

“Adi. Öyle olmak istiyor. Adilikle adileşti. Alçaklıkla alçaklaştı. Pisliğin içinden yürüyor, ama pislik ona etki edemez. Üstüne yapışmıyor. Bu yeni bir deneyim. Olağanüstü. Onu güçlü kılıyor.” [9]

Patriyarkanın kadınları karşı karşıya getirdiği, birbirine karşı oynadığı bu güç oyunu ve suç ortaklığı, Markiz’in hayatının en mutlu dönemi. Çünkü Sade bir başka kadınla yatamıyor! Ondan başka hiçbir kadını göremiyor. Kendisinden başka ona etini sunan kimse yok. “Markiz dibine kadar nikâhlı karısı!”

“Bu tutku onu da ele geçirecek. Erotik düzenlemelerin bir parçası olarak tehlikeyi o da sevmeye başlayacak. Marki’nin suç ortağı olacak. Evliliklerinin başındaki gibi, yetişkinlerin kendilerini anlamayacağını bilen iki yaramaz çocuk olacaklar.” [10]

“Sembolik iktidar ve şiddet ona maruz kalanların katkısı ve onayı olmadan işleyemez” der Bourdieu. Kadın, uyumluluğuna, işbirlikçiliğine, sadakatine, özdeşleşmesine karşılık, tüm romantik kaderin yüce doruğunda duran adam tarafından okşanıp arzulanır. Ancak Markiz tüm yaptıklarına karşı bir kez olsun saygı görmüyor, sevilmiyor. Mahkûmun kurtarılması bir Pyrrhos zaferinden başka bir şey değil! Serbest kalır kalmaz, derhal yön değiştiriyor ve tekrar elinden kaçıyor. Ahlâksızlığın hakikatini aramak, her ikisi için de yenik düştükleri ahlâksızlığın kendisine dönüşüyor. Birbirine bağımlılığı desteklemek için, başlangıçta onları birbirine sevdiren ne varsa hepsini feda ediyorlar, yine de ikisinin toplamı ortaya tek bir insan bile çıkarmıyor. Ortaya yalnızca tek bir şey çıkıyor:

“Her şeye muktedir canavarlığın sınırsız hakkı.” [11]

Hande Öğüt

handeogut@gmail.com

Yazarın diğer incelemelerini okumak için tıklayınız.

Notlar

[1] Sirman, Nükhet, “Kadınların Milliyeti”, Milliyetçilik Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Der. Tanıl Bora. 4. Cilt, 2024, s. 226–244.

[2] Simone de Beauvoir, The Second Sex, Vintage Pbl, 1989.

[3] Sibylle Knauss, Markiz, çev: İlknur İgan, Can Yayınları, 2024.

[4] A.g.e.

[5] A.g.e.

[6] Mackinnon, Catharine, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, Metis, 2024.

[7] A.g.e.

[8]  , o sıralar doğaya karşı bir suç olarak kabul edilen üreme dışı cinselliği tanımlamada her şeyi kapsayan şemsiye bir terimdi. Sodomizmin, 1607’den 1740’a kadar, cezası, resmi olarak, ölüm olsa da, genelde daha çok kırbaçla cezalandırılıyordu. 1810’da Napolyon Yasaları sodomizme karşı bütün yasakları kaldırdı.

[9] Sibylle Knauss, Markiz, çev: İlknur İgan, Can Yayınları, 2024.

[10] A.g.e.

[11] Foucault, Michel, Cinselliğin Tarihi, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 2024.

Yorumlar

Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz...
Yorumunuzda avatar çıkması için gravatara üye olmalısınız!