“Delilik, tek tek insanlarda pek seyrektir; ama gruplarda, partilerde, halk arasında, çağlarda kural olarak bulunur.”
(Friedrich Nietzsche, “Tan Kızıllığı”)
Beş Perspektif
1) Etki Alanı ve Çerçevesi
Hollywood’da 1970’lerin hayat tarzı ve sinema anlayışı bugün kısmen de olsa referans alınmakta ve üstelik buna hem büyük (dev yapım şirketlerinde, star’larla çekilen “A tipi” filmler) hem de düşük bütçeli filmler (majörs’lerin hâkimiyetinde kotarılan “bağımsız filmler” ve tamemen stüdyo dışında çekilen avant-garde filmler) önayak olmaktadır. 70’lerin Amerikan sineması kalburüstü filmlerin yapıldığı çok-sesli bir şenliktir adeta. Janrların dönüştürülmesi bu yılların hemen başında gerçekleşecektir. Bu bağlamda One Flew Over The Cuckoo’s Nest / Guguk Kuşu (1975, Milos Forman) politik söylemi, sosyo-psikolojik boyutuyla güneş gibi parlıyor. Sözüm ona etki alanı hiç de dar değil. Modern toplumun törel ve moral mantalitesini hastane (“tımarhane” olarak okuyun) eğretilemesiyle masaya yatıran film, Amerikan sistemine getirdiği sert hicivle sinema tarihinde önemli bir yer teşkil ediyor. Guguk Kuşu’nun, toplumsal figürleri prototip olarak kullanan simgesel dili, baskın ve ezilmiş özneleri algılamamıza / okumamıza olanak tanırken, diğer yandan da girift ahlaki belirsizliklere ışık tutuyor.
2) “Kaçış” Sorunsalı
“Kaçış” sorunsalı, salt “kaçış miti” üzerine inşa edildiğinde Guguk Kuşu, anlamsal evreninden çok şey yitirmekle birlikte düşünsel kimliğinin de posasını boşaltır. Burada geniş ölçekte dillendirilmesi gereken olgu, liberal ve ama son kertede anti-demokratik, hadi söyleyelim şunu, faşist sistemin otoriter bireylerince terbiye edilmeye yanaşmayan, söz konusu çarka direnen özgürlükçü insan-öznenin evrensel tabana yayılan mücadelesidir. Uyuşuk özneleri belirli bir kılıfın içinde narkoza maruz bırakan baskıcı figür, alt edilmesi tartışma götürmeyen bir otorite figürüdür.
3) Bir Mukayese Denemesi
Sisteme karşı, sistem karşıtı öznenin yanında yer alan Guguk Kuşu, altını eşelediği evrensel temalar açısından Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange (1971, Otomatik Portakal) filmiyle örtüşür; fakat ulaştığı nihai hedef bakımından bütünüyle ayrı bir yol çizer. A Clockwork Orange’da -her ne kadar başkarakteriyle belli ölçülerde özdeşleşsek de- Alex’in (Malcolm McDowell) sonunda bedenini ve zihnini iktidara sunmak mecburiyetinde bırakılması aradaki ayrımı daha da netleştirir. (Beyin yıkama seansları ve bunun sonuçlarını anımsadığımızda her şey yeterince berraklaşıyor mu?)
Yani Alex, tüm aidiyetiyle İngiliz liberal sistemine empoze edilirken Randle Patrick McMurphy (Jack Nicholson) sistem ve iktidardan uzağa yol almaya çalışır. “Trajik son” önemli değildir burada. Asıl önemli görünen ise Guguk Kuşu’ndaki “mücadele” düsturudur. Bir diğer ortak yanlarına gelince: fazlasıyla karamsarlar veya fazlasıyla gerçekçiler (ben ikicisinden yanayım). Karar sizin.
4) Tek-tip Birey
Kapitalizmin ve siyasal tamamlayıcısı liberalizmin (şimdilerde moda deyimle “neo-liberalizm”in) nihai şiarı ve sloganı tek-tip birey yaratmak üzerine kurgulanmış bir yanılsamalar labirentini işaret eder. Aynı arabaya binmek, aynı marka güneş gözlüklerinden takmak, aynı fabrikadan çıkan best-seller’ları okumak… Şu ya da bu olmak, sürü ruhu taşımak, marjinal olanı dıştalamak, azınlıkları ötelemek, eşcinsellerden nefret etmek… Guguk Kuşu’ndaki öteki’ler ise delilerdir. “Normal” olmayan, normalitenin çemberi içine dâhil olmayan manyaklar, kafadan çatlak herifler, deliler…
McMurphy mevcut çemberin sınırlarını zorlayan kararlı bir anarşisttir. Çılgındır, içinden geçeni yapacak denli cesur biridir. Kısaca O, özneleşme peşindeki bir bireydir. Sürünün dışına çıkmak için elinden geleni yapar. Eylem ve tavırları, Michel Foucault’ya referansla, psikiyatrinin doğası ve kapatılmanın sonuçları üzerine önemli enformasyonlar sunar. Genel bağlamda toplum, öteki’ni, farklı ve marjinal olanı öteler, dışlar, hakir görür. Özel bağlamlara indiğimizde manzara şudur: Okullar, üniversiteler tek-tip birey yaratmak için inşa edilen baskı kurumlarıdır. Her gün “Andımız’ı” okur ve “Ne mutlu Türküm diyene!” dersiniz; demek zorundasınızdır. Resmi tarihleri okuyup kısır bilgiler edinirsiniz. Sıra arkadaşınızdan fazla bir karakteristik edinmeden bir disiplenden mezun olur, meslek edinirsiniz. Biraz şansınız varsa ve olanla yetinmezseniz yeni bir şeyler yaratabilir, yaratıcı bir süreç izleyebilirsiniz. Ama muhafazakâr üniversitelerde bunu yapabilmeniz çok zordur. Rekabet etmeniz gerekir. Küçümsenirsiniz. Marjinal olana kapalı olan kurumlar sizi giderek körleştirir. Kendinizi bir Kafka memuru gibi hisseder, kendinize ve çevrenize yabancılaşırsınız. Bir böceğe dönüşmemek için didinirsiniz…
McMurphy de çevresini saran, onu tek-tip bir hasta, bir deli yapmak için faşist bir polis gibi hareket eden hastane çalışanlarına karşı savaşır. Başhemşire Ratched (Louise Fletcher) belirgin bir prototiptir. Otoriter, baskı kurucu bir memurdur. Görevi prosedürleri yerine getirmekten ibarettir. Bunu da hakkıyla yapar.
Artık bir tehlikedir McMurphy ve “beyni yıkanması” gerekmektedir. George Orwell’ın 1984 adlı romanındaki Winston Smith gibi. Ya da yukarıda sözünü ettiğimiz, Otomatik Portakal’daki “drogi” Alex gibi. Çünkü sistem için bir tehlike arzetmektesinizdir. Yokedilmeniz gerekir. Susturulmanız gerekir. ‘68 kuşağının hippie’leri gibi. Vietnam Savaşı karşıtları gibi. Sosyalistler gibi. Zenciler gibi. Bir öteki’sinizdir ve sistem sizi sahnesinden uzağa fırlatmak zorundadır. McMurphy de uzağa (ölüme) fırlatılır. Potansiyel bir figürdür O. Erken doğmuştur. Yakın gelecekte yeniden doğmak için ölmesi gerekir…
5) Muhalif & Göçmen Bir Yönetmen: Milos Forman
Çek Cumhuriyeti’nden öteki meslektaşları gibi (bkz. Ivan Passer) Amerika’ya yerleşen Forman, Guguk Kuşu’nda araştırdığı temalarla iki sosyal sistemin, sözümona kapitalizm ve sosyalizmin baskıcı mekanizmalar uygulamaları açısından herhangi bir farkları olmadığı göstermiştir. Ülkesindeki baskılara başkaldırıp doğup büyüdüğü toprakları terketmiş, fakat özgürlükler ülkesi (!) Amerika’da benzer baskıların, engellemelerin bulunduğunu yakinen gözlemlemiştir.
Ülkesinde çektiği ilk dönem filmlerinde, Cerný Petr (1964), Lásky jedné plavovlásky (1965, Bir Sarışının Aşkları), Horí, má panenko’da (1967, Koşun İtfaiyeciler) sosyalist toplumdan enstantaneler sunan özgün bir yönetmendi. Hollywood’da büyük bütçelerle ve star’larla çalıştı. Ödüller de aldı. Avrupalı kimi sinema yazarlarına göre Hollywood’da irtifa kaybettiği, eski yaratıcılık dönemlerini geride bıraktığı ve eski muhalif ruhunu yitirdiği bir ölçüde doğrudur; fakat Milos Forman’ın 70’lerde (mesela “Hair”) ve 80’lerde çektiği kimi filmler (örneğin “Amadeus”) bugün hâlâ hafızalardadır…
Ayrıca burada, bu adreste ve şu sitede yayımlandı.
Neden bilmem bu film ilk başlarda bende iyi bir izlenim bırakmadı. Ancak daha sonradan izledikçe ya da farkındalaştıkça daha bir sever oldum.
Burada dikkatimi çeken nokta sistemi temsil eden karakterin kadın olması. Saramago’nun Körleşme’sinde görüleceği üzere yaratılan anarşiden yararlanan ve yeniden tahakküm kurmaya çalışan erkek figürüdür. Kadın pozisyonu farklıdır. Leone’nin Bir Zamanlar Batıda’sında da öyledir, hatta özgürlük heykeli de bu anlamda okunabilir. Otomatik Portakal’da sistem bundan payını alır. Herşey erkektir. Ancak Forman’ın izlediği yol erildir. Bu açıdan film daha da başka oluyor.
Filme göre değerlendirdiğimizde esas özgürlük ölümdür sonucuna ulaşılıyor. Sonuçta tımarhaneden kaçanların nereye koştuğunu bilmiyoruz (esasen biliyoruz), yine sistemin kucağına koşuyorlar. Shakespeare’in Macbeth’e söylettiği ”Yaşam bir masal; kaçığın birinin anlattığı” sözünü hatırlayalım. Ya da eski mitoslarda anlatıla gelen gerçekten dünyayı yaratan kişinin bir deli olabileceği fikri.
Her ne kadar filmden biraz sapıyor olsam da, sonuçta bu dünya kocaman bir tımarhane ve kaçılabilecek hiçbir yer yok, bu durumun farkında olan kişi kızılderili karakter belki de bu yüzden McMurphy’i öldürür. Tımarhaneden kaçanlar sadece kaçtıklarını sanırlar.