Kubrick’in katıksız başyapıtı
1968, dünya siyasi tarihinin değişim noktalarından biri olduğu kadar, sinemanın içerisindeki diğer tür opsiyonları arasında daha hakir görülen bilimkurguya sınıf atlatan bir filmin yani 2024: A Space Odyssey’in, kitleler karşısına çıktığı yıl olarak da bilinir. Yine aynı yıl içerisinde gösterim şansı yakalamış Franklin J. Schaffner yönetimindeki kıyamet sonrası insanlık temalı bilimkurgu filmi Maymunlar Cehennemi (Planet of the Apes), bilimkurguya sınıf atlatan 2024’in en büyük destekçisi konumunda bulunduğu da şimdilerden bakınca yadsınamaz. Bilinmeyenden gelen çılgın ve kötü yürekli uzaylıların tarihini kapatan, insanın karanlık evrendeki toz zerresinden küçüklüğünü bilimi ön plana çıkararak betimleyen milattır 2024: A Space Odyssey. Stanley Kubrick’in sınır tanımaz, bir iki bin bir yıl daha geçse her zaman belleklerde taze kalacak mükemmeliyetçi yönetimi, ardından gelen sinemacılara ilham kaynaklığını her daim sürdürecektir.
Kariyerine kısa metraj filmler ve belgesellerle başlayan Kubrick’in talihi henüz 22 yaşındayken, yaklaşık dört bin dolara sattığı kısa metrajıyla yüzüne gülmeye hazırdır. İlk konulu ve uzun süreli Fear and Desire (1953) filminden sonra yönetmenin adını ülke çapından duyuracak Killer’s Kiss ve The Killing ile sinemalara konuk olur. Yirmi beş gibi sinemada genç sayılan bir yaşta usta bir yönetmenin fırınından çıkmış gibi kokan iki kara filmin sinema çevrelerinde yarattığı heyecan “Yeni bir suç filmleri ustası mı geliyor?” sorularını da beraberinde sürükler. İlk uzun metrajı Fear and Desire’ı kariyerinin başlangıç çizgisi kabul edip, son filmi Eyes Wide Shut’a kadar, aynı tür üzerine Killer’s Kiss ve The Killing’den başka tekrardan dönüş gerçekleştirmeyecektir ve neden aynı türlerde film çekmiyorsun sorusuna da çok net bir yanıtla karşılık vermeyi uygun bulur: “Aynı tür üzerinde uzmanlaşmak sıkıcı”.
Yönetmen, 1957’de sinema tarihinin en güçlü anti militarist filmlerinden birini Paths of Glory’i, 1960’da insanlık tarihin en büyük köle ayaklanmasının başkarakteri Spartacus’ü, 62’de döneminde çok ses getiren Lolita’yı, 64’de soğuk savaşın beraberinde getirdiği nükleer paranoyayı hicveden Dr. Strangelove’ı, 68’de 2024: A Space Odyssey’i, 71’de geleceğin dünyasında şiddet kanına işlemiş serseri Alex’in yaşadığı değişimi anlatan A Clockwork Orange’ı, 75’te “ondan” beklenmeyecek tarihi bir öyküyü klasik sinema diliyle anlatmaya giriştiği Barry Lyndon’ı, 80’de döneminde negatif eleştiriler alan Stephan King’in korku/gerilim romanı uyarlaması The Shining’i, 87’de Vietnam Savaşı’na katılacak birliğin üyelerini askere alınış dönemlerinden itibaren perdede canlandıran savaş filmi Full Metal Jacket’i ve on iki yıl sonra henüz son kurguyu bitirmesinden günler sonra ebedi hayata gözlerini yumduğu erotik öyküsü Eyes Wide Shut (1999)’a kadar sayısız sinemacının imrendiği farklı türlerdeki öyküler ve en az filmleri kadar sancılı çekim süreçlerinin kitaplarla belgelendiği mükemmeliyetçi kişiliğin sorunları, Kubrcik’in sinemaseverler tarafından her zaman bilinecek hayat öyküsüdür.
2001: A Space Odyssey, sinemaseverlerin ve daha önceden filmi görmüş olanların bildiği gibi dört ana bölüme ayrılır. Bu episodlar, Kubrick’in izleyiciye yol gösterici müdahalesinden çok 2 saatlik süresi sessiz geçen filmin satır aralarını okumakta zorlanacak seyircilere MGM stüdyolarının bir armağanıdır. Bölüm isimlerini belirtecek olursak: İnsanlığın Şafağı, Ay’da bir keşif veya TMA1, Jüpiter Görevi, Sonsuzluğun Ötesi. Ne gariptir vizyon macerası başlamadan önce yapımcı stüdyo, gişe garantili kitle filmi reklamıyla halk üzerinde olumlu etkiler bırakmaya çalışırken önlerine gelen “konuşmasız” görüntü topluluklarında pazarlama stratejilerini değiştirerek genç ve entelektüel kesimi hedef alacak kampanyalara dönüştürdüler. Ne entelektüel kesim ne de hazmı kolay film bekleyen birtakım seyirciler, içlerine işleyen alışık olmadığı insanın değişim portresi görüntüleriyle afallayacak, kafalarındaki çeşitli sorularla sinemadan ayrılmak zorunda kalacaktır. Filmdeki episodik anlatı içerisinde her türden seyirci tarafından anlaşılması en kolay; arasında belgesellere de sıkça konu edilen ve çeşitli göndermeler yapılan evrim teorisinin öğretilerinin işlendiği ilk bölüm “İnsanlığın Şafağı”, zaman geçse de değerini hep koruyacaktır.
Karanlık, sadece karanlık. Aklın ve mantığın almadığı durumlarda bilinmeyeni tasvir eden, siyah rengin fon edildiği filmde dakikalarca süren müziğe eşlik eden tek görüntü: Hiçlik yani varolmamışlık. Yaklaşık dört dakika süren siyah ekran ve ruhaniyeti simgeleyen müzikli açılış, dünyanın kendi etrafında dönen gaz bulutuyken çeşitli evreler sonucunda dıştan içe soğuması, kayaların, suların, atmosferin canlı yaşamına uygun ortam hazırlanıncaya kadar geçen milyarlarca yıllık oluşum dönemini en asgari süreye indirmeyi başarır. Tarih öncesi çağa, yaklaşık 4 milyon yıl önceye atlayan siyah ekran görüntüsü, maymun kabilesinin üyelerinin içine bırakıverir bizi. Darwin’in evrim teorisine uygun, insanın şekillenecek bilincinden ve fiziksel değişiminden, milyonlarca yıl sonra Jüpiter’e ayak basmaya kadar varan sürecin de ilk kıvılcımıdır bu. Zamansal atlama kurgusuyla anlatılan öykü, insanın zihinsel gelişimi, kolektif bilinci, kendi gücünü tanıması, bilinmeye duyulan açlığı gezegen dışı canlıların mavi gezegene ziyaretini evrim teorisinin süreçleri arasına montalayarak aktarır. Başlangıçta hiçliğin hüküm sürdüğü yer küreden diğer gezegenleri tanımaya kadar geçen sürenin girizgâhı sadece bir kemiğin kullanımından ibarettir ve film seyirci karşısına çıktığı yıl, bazı kişilerin “gerçek maymun” kullanmışlar sanırım” düşüncesiyle evlerinin yolunu tuttuğu makyaj başarısı “İnsanlığın Şafağı” bölümünün en dikkat çekici noktası konumundadır.
Yönetmenin ilk bölümü çekmekte belgeselvari sinema dilinin son derece başarılı oluşu görüntülerin etkileyiciliğini bir kat daha arttırır. Maymun kolonisinin koruması altındaki su birikintisinden kovulması gecesi gelen ilk monolite (tablet) duyulan saygı, bilinmeyenden gelen kurtarıcı önünde eğilmeleri, akabinde maymunun kemik parçasını silah gibi kullanması, insanın rastgele ama aklını harekete geçiren ilk sahne olarak seyirci hafızasına kazanır. Stüdyo ortamında 70 mm’lik geniş açılı merceklerle slow motion’da çekilmiş görüntüde, maymunun kemiğe vurdukça etrafta uçuşan parçalarıyla kendi gücünü bilmesi, yapabileceğine inanması, avlanma ve toplanma içgüdülerini keşfetmesi sinemanın eşsiz gücüyle canlanır. Bilinen ilk insan türüne ait bulguların Afrika’da bulunduğunu biliyorsak kayalık, kurak ortamdan uzayın sonsuz ve karanlık boşluğuna geçiş sahnesi de maymunun vurduğu kemiğin döne döne havada süzülüp uzay mekiği şeklini almasıyla gerçekleşir. İnsanoğlunun uzayı keşfetme serüvenin milyonlarca yıl atlanarak perdede canlandırılması şaşırtacak derecede vurgusaldırda. 21. yy’ın ilk yılına ait bu zaman aralığı, filmin de ikinci episoduna isim veren “Ay’da bir keşif veya TMA1” dir.
Çekimlerinin başlangıcına kadar üç yıllık hazırlık dönemi geçiren film, insanın evrenle ilişkisini anlatırken hikâyenin sunduğu tüm özellikleri en ince ayrıntısına kadar canlandırmaya çalışır. Yönetmenin kafasında kurduğu hikâye, soğuk savaş döneminde mantar gibi çoğalan ideolojik eğilimi yüksek, halkı komünizme karşı “koruyuculuk” görevi üstlenmiş devlet destekli uzaylı paranoyası hikâyelerinden olabildiğince ötede durmaktır. Son yirmi yıllık dönemdaşı filmler aksine 2024, ışın tabancaları veya fazla uçuk, absürde kayan fikirlerle uğraşmak yerine akla yatkın uzay temalı filminin senaryosu üzerinde şekillenmeyi kendine hedef belirlemiştir. Hikâye ve senaryo, bilim-kurgunun ünlü yazarı Arthur C. Clarke’la birlikte yönetmen tarafından kaleme alınarak hem Kubrick’in hem de Clarke’ın birbirlerine uyan bilim yoğunluklu kurgusal metin fikirleri, insanoğlunun aşamalı teknolojisini mantıksal çerçeveden çıkarmadan sunmaktır: Dünyanın etrafında gezinen uydular, uzayda ses çıkarmadan ilerleyen mekanik yapılar v.b. Senaryoda sözcüklerle geçmeyen, uzun planlar ve kaydırmaların egemenliğindeki mekanik yapıların vals sahnesi, karanlık uzayı fon edinmekte hiç de zorlanmaz. Hatta Johann Strauss’un ferahlatıcı, güven verici müziği eşiğindeki sahnenin uzunluğu kişiden kişiye değişen de bir yargıdır. Çünkü filmin başındaki siyah ekranla anlattığı dünyanın geçirdiği evreler dizisini süreci nasıl uzun tutulduysa, milyonlarca yıl önceden kurgu yardımıyla uzaya sıçrayış bu kadar basit kalmamalıdır. İnsanlığın uzaya çıkış evresi de, sarı ve kırmızı rengin yoğunluğunda geçen İnsanlığın Şafağı sahnelerini tam aksine, mavi gezegeni siyah sonsuzluğun arka planı belirleyerek değişim süresini en aza indirmeye çalışır; dramatik gerilim veya bilgilenme bekleyen izleyiciyi de ya şaşırtır ya da filme sıkıca kenetlenmesini destekleyen bir sahnedir bu gösterilen. Filmin çekildiği yılda Ay’a ayak basılmadığı gibi uzay yarışı da iki kutuplu düzende hızını kesmeden sürmektedir. Uzayda işbirliği ön görüsü biraz erkencidir ama Kubrick’in Paths of Glory’deki anti militarist duruşunu hatırladığımızda ilerleyen zamanlarda olasılığı hiç de şaşırtıcı gibi durmamaktadır. Filmdeki Amerikan Heywood Floyd ve Rus Profesör Smyslov’un karşılıklı konuşma sahnelerindeki salgın şüphesi etrafında sürmesi ve bilinmeyen salgının görüldüğü yerin Amerikan üssü oluşu, açıkça Amerikan halkını komünizmle korkutma planına yapılan göndermeden ibarettir. Beyaz iç dekoru süsleyen, zamanın ötesindeki kırmızı koltuk dizaynları, stilize olduğu kadar, Komünizm atfını destekleyici nitelik konumundadır.
İkinci bölümde ise hikâyenin konusu değişim sürecini sorgulamaktır: Milyonlarca yıl önceki atalarının ilk monolitin ertesindeki kendini koruma ve yok etme içgüdüsünü öğrenişini üzerinden uzun dönem geçmiştir, şimdiki insanoğlunun öğrenmesi gereken temel kural uzayın yer çekimsiz ortamı içinde nasıl kendime yer bulurum ve soyumu nasıl sürdürürüm sorularında yatmaktadır. Henüz emekleme döneminden adım atma sürecine geçen bir bebek nasılsa, aklı ve bedeni yetişkin insanının da uzaydaki hâli, sendeleyerek yürümeye çalışan bebekten farksızdır. İkinci monolit yani TMA1’in bulunuşuna kadar geçen süreç insanın milyonlarca yıllık evrimini simgeler ve her episod sonucunda hikâyenin izleyiciyi düşündürmek için sorduğu da işte budur: Dünya’nın hâkimi insanın burayı bulacak serüveni milyon yıllar aldıysa ikinci monoliti bırakan canlının da çok gerisindedir, uygun koşullar bulamazsa da canlılığını sürdüremez. O zaman yerini neye bırakmalıdır? Jüpiter Görevi isimli üçüncü bölümün konusu da tam da bu soruyu yanıtlamak üzere hazırlanmıştır: “İnsan ve makine”. Geniş açılı merceklerin, uzun ve kaydırmalı çekimlerinin endam edişi sayılan Ay’da bir keşif’i, hikâyeye doğrudan etki eden bir bölüm saymak yerine, koltukta oturan seyircinin sorularına (uzayda tuvalet ve yemek ihtiyacı nasıl karşılanıyor ) yönetmenin verdiği yanıtlar kısmı gibi görmeliyiz ve Hollywood’un alıştırdığı hikâye anlatma sinemasının örneğine de tam anlamıyla üçüncü bölüm ile başlarız. İkinci episodun asıl özelliği ise alışılmış hikâye anlatım tekniğini Hollywood’da kırmaya çalışan genç yönetmenlerin Avrupa’dan etkilendikleri yenilikçi rüzgârına katılmaktır.
2001: A Space Odyssey’ isminden de anlaşılacağı gibi ikinci milenyumun ilk yılında geçmektedir ve insanlığın sonsuzlukla imtihanını 60’lardan bakan insan aklı perspektifiyle olabildiğince çağa yakın durması sağlanmaktadır. Takvimlerimiz 2024’ini on yıl geride bıraktığımızı işaret ederken, o yıldan yapılmış gelecek öngörüsünün yer yer tutmadığını eleştirmek seyircinin asıl düşünmesi gereken soruları görmezden gelmesinden başka bir şey değildir. Kubrick ve Clarke, makine ve hükmedeni insan üzerine kurduğu hikâye iskeletinde, formu veya canlılığı değişse de sonsuz uzaya benzettiği “us”u sorgulamaya çalışmıştır hep. Her seçimiyle kendine bir artı değer yükleyen, değişimi ve ilerleyişi “ben” merkezli birikimin sırasına iliştiren insanın evrimsel ilerleyişinin bitişine mi gelindi; yoksa yeni bir zincirin, yeni bir insan modelinin ilk halkasından görüntüler mi uzay çağında yol almak. Bebek maması kıvamındaki besinlerle beslenen, kafasına geçirdiği fanusu çıkardığında ciğeri nefessiz kalan, makinelerin desteği olmadan ilk çağlardaki atalarından farksızlığının mı altı çizilmek istenmiştir? İşte Jüpiter Görevi bölümünde, gemideki insan mürettebatına onun kadar zeki ve akıllı bir yardımcı ilave ettirilir: HAL 9000. “HAL”, Arthur C. Clarke’ın IBM şirketinin harflerinden bir azaltarak oluşturduğu belleksel işlemcidir. Filmde geminin yönetimi ve bakımı HAL’e bırakılmıştır, kesinlikle hata yapmayacak 9000 serisinin en kusursuz modeline. Üçü mekik fırlatılmadan evvel Jüpiter’e kadar uyutulmuş toplamda beş insanın denetimi, sofistike HAL’in buyruğu altında, söz sahiplerinin kendileri olduğunu zannettikleri insanoğluna emanettir. Kubrick, HAL’in rolünü belirlerken, sadece sese karşılık veren tamamlanmamış bir beyin yerine çok sayıdaki gözleri her köşeye dağıtılmış insan muadili makineyle karşı karşıya bırakır bizi; çoğu zaman da çekimleri, HAL’in hiç kıpırdamayan gözünden aktararak canlandırır. Karakter üzerinden hikâye kurgusunu işleten filmlerin tamamına yakını ezilmişin, hor görülmüşün, zayıfın gözünden hikâyesini anlatırken seyircinin de karakterle bağ kurmasını hedefler. Çünkü seyircinin sevip sevmemesi tamamen buna bağlıdır. Kubrick ise alışılmışın tam aksiyle seyirci karşısına çıkmayı uygun görürür ve bilhassa hedeflediği de budur: Hiçbir duygunun, sevginin bulunmadığı uzay gibi ruhsuz, karanlık bir çizgide gezinmek.
Filmin süresi boyunca asıl dramatik gerilim de Hal’in insan yaratıcısı karşındaki emre itaatsizliğinden sonra başlar. Büyük bir cür’et, insanoğlunun en büyük korkularından biri gerçekleşmiştir, makineye emir verememek. İnsanlığın Şafağı bölümünde maymunun kemiğe vurarak yarattığı filmin en unutulmaz sahnesinin yanına, astronotun sadece bir tornavidayla hükmedemediği bilgisayarın hafızasını oluşturan mekanizmayı tek tek sökmesi eklenir. Mary Shelley’nin sinemaya onlarca kez uyarlandığı insanoğlunu kendi mutluluğu için yarattığı canavar Frankenstein’ın korkutucu öyküsünden de farksızdır görüntülerdeki HAL’in merhamet dilemeleri. Kubrick, klasik müziğin hâkimiyetinde, geniş açı ve uzun planla görsel estetik sunduğu filmin geneline nazaran, kara film türünün estetiğinden de yararlanarak HAL’in öldürülmesine giden yolu çarpık, alttan ve üsten çektiği açılarla anlatmayı seçer. HAL’in bellekleri yerinden çıkartılırken söylediği “Papatya (Daisy), döndüm mecnuna sırf senin aşkından. “ şarkısı akıllara Freud’un ünlü Oidipus Kompleksi çağrışımını getirir annesi insanoğlu olduğu hatırlandığında. İnsanın kendi türü arasındaki çekişme, üstünlük kurma içgüdüsü kendi zekâsından yaratılmış makineye karşı döner… Evrim bir daha işlemiştir.
HAL’in devre dışı kalması ile, kendinden saklanan bilgiye ulaşan astronot asıl görevlerinin Ay’daki monolitin, Jüpiter’e gönderdiği sinyallerin yerini ve kim tarafından gönderildiği araştırmak olduğunu öğrenmesinden sonra “Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi”si episoduna geçilir. Kısacası ışık huzmeleri arasında hareket etme serüvenidir bu. Filmin yapım sürecine giden her departmanda Kubrick’in dokunuşu, görsel efektlerin yapımına da değer. Hatta filmdeki efektlerin yöneticisi ve hazırlayanı da olduğundan, kendisine ömrü hayatı boyuna verilen tek Oscar’ın 2024 ile kazandığı Görsel Efekt heykelciğiyle sınırlı kalması da sinemaya kazandırdıklarıyla efsane olan bir yönetmenin hak etmediği bir sonuçtur. Kubrick’in hazırladığı ışık huzmeleri arasındaki on dakikalık sadece müziğin eşliğindeki keşfedilmeyene yolculuk, 1968’in dönemsel şartlarına uygun çok renkli, kaotik ve uyuşturucu kullananların gördüğü renkli rüyalardan da farksızdır. (Bknz: Enter the Void (2009) – Enter the Void’in yönetmeni Gaspar Noe’nin, Irreversible (2002) filminin sonunda 2024’e selam çakmasını da hatırlayalım.)
Dönemindeki ve sonralarda izleyenlerin aklını asıl karıştıran bölümler filmin renk paletleri arasında dolanışıyla start alır. “Işık hızına mı ulaştı?” “Cenin nedir?” sorularıyla Kubrick’i soru yağmuruna tutan izleyiciye yönetmenin tek söylediği şudur “Eğer Leonardo, tablonun altına “Hanımefendi gülümsüyor çünkü aşığından bir sır saklıyor” yazsaydı Mona Lisa nasıl bu kadar kıymetli olurdu? Bu görenleri resmin gerçekçiliğine bağlayan bir şey olurdu ve ben bunun 2024’e olmasını istemem” Kubrick, seyirciye dayatmalara karşıydı ve hangisini uygun görürse kendine biçtiği payı özgürce kabullenmesini sağlamak için filmin sonunu görüntülerle vermeyi uygun gördü. Gösterildiği yıl François Truffaut’un “sıkıcı”, bazı eleştirmenlerin de Truffaut gibi düşünmüşlüğü değerini yıpratmadı gibi yıllar sonra hakkı gerçek anlamda teslim edilen bir şahesere dönüşüm geçirdi. Tek cümleyle ifade edeceksek: Peliküle işlenmiş görüntülerin tamamı zamanının ötesinde bir anlatıydı.
Kubrick’in ve Clark’ın daha senaryo aşamasındayken sadece bilimin temelleri üzerine yükselmesini istemesi filmin sonundaki sessizliğin ve beyazın hâkimiyetinde hazırlanmış sürreal oda sahnesiyle de açıkça görülür. Beyaz rengin adı konulamamış ürkütücülüğü, insanın en büyük korkusunun yani nasıl öleceğini bilme gizeminden başkası değildir. Çeşitli spekülasyonlar yapılanlar filmin sonunu, beyaz odaya geçiş sahnesini ve astronotun yaş değişiminin başlangıç sürecini iki farklı okumayla anlatmaya çalışırsak. İlki, son astronot, kara delik işlevi gören son monolitinin içinden geçerek yaşlanıncaya, ta ki cenin oluncaya kadar yol almayı sürdürür; beyaz oda da hayatını tamamlayışını seyirciye göstermek için hazırlanmış zamandan ve mekândan bağımsız bir ortam amacı güder. İkinci yorum ise, insanlığın ussal ve teknolojik gelişimini simgeleyen monolite ulaşan astronotun tek bir görevi kalmıştır, o da Jüpiter’den gelen sinyalin konumunu ve “ne” tarafından gönderildiğini belirlemek. Bindiği modülün içerisinde, Jüpiter’in atmosferini oluşturan hidrojen ve helyumdan oluşan çeşitli gaz bulut katmanları arasında (filmde değişen mor-sarı-kırmızı renklerin anlamı…) yol almayı sürdürürken Jüpiter gezegenin bir bölümünde iner veya indirilir. Film boyunca monolitleri kim koydu sorusunun cevabı da işte tam burada yanıtlanır: Kubrick ve Clarke, inandıkları ama bilimsel yöntemlerle kanıtlanmayan Dünya dışı yaşam formlarının biçimlerini kendi uydurmalarının ötesine geçemeyeceğini hatta komik düşeceğini anladıklarından, göstermeyip fakat filmin geneline vurdukları fırça darbeleriyle insan dışı formu filmin genelinde hissettirir.
Başka yaşam formlarının açıkça gösterilmemesinin sebebiyle birlikte bir diğer yeniliği ardından gelecek bilimkurgu senaryolarına da böylece iliştirir: Günümüz dizilerinin ve filmlerinin seyirciye yeni diye sundukları paralel evrenler teorisini Kubrick ve Clark 60’ların ortasında işlemiş ve buna reenkarnasyonu da katarak, zaman içinde özünün çözülebileceği bir senaryo ortaya çıkarmayı daha uygun görmüşlerdir. Böylelikle beyazın hâkim olduğu, bir yatağın ve tabloların görüldüğü oda, gerçeküstücülüğün zirve yaptığı anın ve paralel evren teorisinin sinema filmlerinden ilk uygulanışlarından biri belki de öncüsü konumunda bulunur. Burada Kubrick ve Clarke, yaşlanıncaya kadar kalan astronotun yeniden doğuşunu anlatmak için maymunlar bölümünde yaptığı gibi kesmeleri tekrardan devreye sokarak; insanın ölümünde film şeridi gibi geçtiği söylenen anılarını paralel evren teorisiyle destekler ve bunun içerisine İsa’nın son yemeği ve çarmıhtan önce ruhunun kurtuluşuna atfen hazırlanmış insanın son yemeği ve Nietzsche’nin Üstüninsan’ını (Übermensch) dünyaya giden cenin aracılığıyla senaryonun içine emdirirler. Böylelikle, ilk tabletten başlayarak gelişen insan aklının ve kendisinin milyonlarca yıl süren evrimi Üstüninsan’ın çıkışıyla tamamlanmış, ceninin ilk indirilen monolit gibi tekrardan mavi gezegene yol aldırılması ve filmde gösterilmeyen gelişimi yeni bir döngünün de ilk ayak seslerinden başkası değildir.
Filmin geneline sinen hipnotize edici kaydırmalı uzun planlar, klasik müziğin güçlü notalarını sıkça kendisine destek edinir. Bunlara ilaven, Kubrick’in seyirciyi insan karakterlerle özdeşleştirmeyen farklı açılardan çekimi, insanlığın zaman içinde işleyen değişim süreci, İnsanlığın Şafağı bölümünde maymunun kemiği havaya atarak benzer şekildeki milyonlarca yıl ilerdeki uzay aracına dönüşen -iki kurgu yöntemine de uyan- eşleşmeli kesmesi (match cut) veya sıçramalı kesmesi (jump cut) günümüzden bakılınca ardından gelen filmlere sunduğu paha biçilmez hazinelerden bazılarıdır. 2024’in gösteriminin ardından gelen olumlu veya olumsuz eleştiriler sonucunda bıkan Arthur Clarke’ın, şimdilerde gülünç kalan sözüyle yazının son noktasını koyalım: “Film bundan birkaç yıl sonra muhtemelen insanlara demode gelecek ve bütün o tantananın nedeni neydi diye soracaklar.”
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.