Cul-de-sac, Roman Polanski’nin ilk filmlerinden biridir. 1966 yapımıdır. Türkçeye “Bozuk Düzen” şeklinde çevrilmiştir. Haliyle bu çeviri de filmin içeriğini ya da anlatması gereken fikri vermekten yoksundur. Çocuklarına eziyetler eden babanın hikâyesini anlatan bir filmdir. Yolu yanlışlıkla bir şatoya düşen bir mafya babasının hikâyesi etrafında gelişir. Sıkı bir psikanalitik içeriği olmakla birlikte, kamera-seyirci bakış açısından özdeşleşme konusunda karmaşık bir bakış açısına sahiptir. Mafya babasının (Richard Dickie) belli noktalarda çifte değerliliği “baba imgesi” konusundaki yorumu güçlenirir. Hatta mafya “babası”nın çocuklarına şiddet uygulama ya da cezalandırma şekli, bir babanın çocuğuna davrandığı gibidir. (Kadın karakter Teresa’yı [Françoise Dorléac] dizine yatırarak kıçına vurur, erkek karakter olan George’u [Donald Pleasence] kulağından tutarak havaya kaldırır.)
Teresa her açıdan bakıldığında, babaya çifte değerli bir yaklaşım ile ilişki kurar. Her ne kadar baba Richard (Lionel Stander) onları 12. yy’dan kalma bir şatonun günah çıkarma odasına hapsetse de Teresa oradan çıkarak ona bir içki getirir ve birlikte babanın can dostu olan Albie’nin (Jack MacGowran) mezarını kazarlar.
George tuhaf bir iktidarsızdır. Transvestit eğilimleri de bulunmaktadır. Filmin başında Teresa’nın George’a kadın elbiseleri giydirip ona makyaj yapması da bu noktada yeterince fikir verir. Bu en açık biçimde yaptığı resimlere yansımaktadır. Her ne kadar da resimleri Teresa’ya benzese de George, Teresa’nın saçlarını almıştır, fakat resim George’un kadın halini ifade eder. George’un iktidarsızlığı hem Teresa’nın ona davranışı hem de Richard'(mafya babası-god-father)nın onu küçümsemesinde açığa çıkar. Hem sembolik hem gerçek anlamda iktidarsızdır. Bu nedenle Teresa başka erkeklerle ilişki yaşar. Hatta Cristopher ile birlikte karides avlamaya giderler; seksüel ilişkinin en klasik ifadelerinden biridir. Fakat bu erkek daha sonra baba tarafından kovulur. Teresa bir suçlu küçük çocuk gibi arkası dönük durmaktadır.
Bununla birlikte, psikanalitik düzlemde bu ilişkiler bütünü babanın ölümü ile son bulur. Aslında babanın ölümü Polanski’nin ilk dönem filmlerinde çok açık biçimde ifade edilir. Richard aslında god-father’dır. Yüksek ihtimal bu tanrı-baba ya da baba-tanrı bağlantısını düşünerek filmin sonunda George istemeden de olsa Teresa’nın zorlaması ile tanrıyı ve babayı öldürmüştür. Freud’a göre insanığın en büyük savaşı doğaya karşı olan savaşıdır. O doğa karşısında yalnızdır. Bu tip bir yalnızlığı ise tanrıyı bularak ya da icat ederek ortadan kaldırma yolunda büyük adım atmıştır. Aksi takdirde, sürekli bir kaygı durumu onu kemirecektir. Freud “Bir Yanılsama’nın Geleceği”nde; uygarlığın insanın doğaya karşı koyma görevini durduramayacağını, yalnızca bunu başka araçlarla gerçekleştirmeye çalışacağını belirtir. Bunu yaşam ve evrenin elinden şiddeti alarak yapar. Bu minvalde yapacağı doğanın insanlaştırılmasıdır. Eğer ölüm kendiliğinden bir şey değil de kötü bir istencin şiddet eylemi ise, eğer doğanın her yerinde çevremizde kendi toplumumuzdan bildiğimiz yaratıklar varsa, o zaman rahat bir soluk alınabilir. Çünkü insan kendini doğa karşısında bir çaresizlik içinde bulur; tıpkı küçük bir çocuk olarak ana-babasının karşısında bulduğu gibi. İnsan doğayı basitçe ilişki kurabileceği kişilere dönüştürmez, ona bir babanın niteliklerini verir. Onu tanrılara dönüştürür. Baba ve tanrı ve doğanın bu şekilde sembolize edilişi, insanları onların karşısında küçük bir çocuğa dönüştürdüğü gibi aynı zamanda yaşamı da daha katlanılır kılar. Bir ötedünya fikrinin katlanılabilirliği ve tanrının olmayışının katlanılamazlığı.
Burada George’un delirmesi, La Strada’nın (1954, Federico Fellini) Gelsomnia (Giulietta Masina) karakterinin Il Matto’nun (Richard Basehart) ölümü ile delirmesiyle benzer referansları vardır. Babanın (tanrının) ölümüne karşı bir dayanamayış. Filmin sonundaki tünemiş George çekimi de bu ifadenin en çocuksu ve psikolojik ifadesidir. Teresa babasına âşık bir karakterdir; sürekli baba benzeri bir arzu nesnesi arar. Daha doğrusu bir işkenceci. Samuel Beckett, “Proust” isimli kitabında şöyle sorar: “Köpeği kusmuğundan ayırabilir misin?” Filmin önemli karakterlerinden olan Jack MacGowran da Beckett ile birlikte çalışmıştır. Filmde beklenen Katelbach bir türlü gelmez. Hep başka arabalar gelir fakat o hiç gelmez. Bu da hali ile Beckett’in o hiç gelmeyen “God”ot’unu hatırlatıyor. Godot üzerine yapılan yorumlardan birinde, Godot’nun tanrı olduğuna dair spekülasyonlar vardır. İngiliz İngilizcesinde godot ilk hece vurgulu okunur. Amerikan ingilizcesinde ise ikinci hece. Beckett oyunun İngiliz İngilizcesinde okunması gerektiğini söylemiştir. Bu da bizi god(tanrı)ot meselesine getiriyor gene.
Bu oyunda tanrı hiç gelmez, aynı filmde olduğu gibi. Katelbach, Richard’ı kurtaracak olan karakterdir, dolaylı olarak da George ve Teresa’yı da. İnsanı yalnız bırakmıştır. Biz hiç Katelbach ile Richard arasındaki konuşmada Katelbach’ın sesini duymayız. Genel itibariyle de Richard onunla aracı vasıtasıyla konuşur (sembolik peygamber). Kendisi hiç görünmemesine rağmen Lacancı anlamda irdelendiğinde omnipotens bir imgesi söz konusudur. Ortada yoktur; fakat gölgesi her yere sinmiştir. Richard’ın Katelbach’dan aldığı son mesaj da kendi başının çaresine bakması gerektiğidir. Nitekim de öyle olur, kızkardeş erkek kardeşin (bir anlamda bu iki karakter kardeş gibidirler) kafasına babasına dair kötü fikirleri sokarak ona kendini kanıtlama fırsatı sunar. Freud insanın en büyük savaşımlarından birinin babasına verdiği savaşım olduğunu vurgular. Nietzsche’ye göre de tanrı ölmüştür; fakat insan onun yerine başka bir şey koyamamıştır. Bu öldürme Freud’un belirttiği gibi travmatik bir hadiseye döner. George bu nedenle babasının ölümünün ağırlığını kaldıramaz. Belli takıntılar meydana getirir ya da gerçeklik hissini kaybettirir. George’un delirmesi de buna paraleldir.
Filmde belli sahnelerde din sembolizmi sıkı biçimde kullanılmıştır. Richard’ın Teresa ve George’u günah çıkarma odasına kapatması dinsel baskının dikkate değer bir ifadesidir. George’un bir dindar olduğunu ve içki içmediğini biliyoruz (bunun için ülserini bahane eder, ama bu psikopatolojik olarak dinsel bir referansı da gündemde tutar). George’un tüm malını mülkünü Ortaçağdan kalma bir rahibin kalesine yatırması da, onun hayata dair düşüncelerini yansıtır. Dindar bir insandır. Genellikle içlerinde yaşadıkları şato gibi etrafından izoledirler. Sosyallik anlamında sıkı ilişkileri yoktur. Fakat filmdeki en büyük sembolik edimlerden birisi de George’un tanışlarının oğlunun kazara rahibin mozaik camına ateş etmesidir. Bu aktivite Teresa’nın çocuğun kulağını ters biçimde çekmesi ile son bulur. Fakat bilinen o dur ki; filmde çok katmanlı bir baba-oğul ve özdeşleşme ilişkileri söz konusudur. Katelbach ile Richard arasında; Richard ile George ve Teresa arasında; George ve Teresa ile tanışlarının çocukları arasındadır. Fakat bu aktivitelerden her biri de sembolik bir şiddet ediminin gölgesiyle örtülmüştür. Katelbach’ın Richard’ı cezalandırıp cezalandıramayacağını bilemeyiz; Richard, George ve Teresa’ya zaten şiddet uygular, George ve Teresa da çocuğu gizli gizli tehdit eder. Bununla birlikte tanışlarının çocuğu ile Richard arasında da tehditkâr bir ilişki söz konusudur. Oğul’un babaya isyanı (bir nevi Hıristiyanlığın da sembolik ifadesi –ki baba dini yerine oğul dinini seçmesi) filmde leitmotivler halinde vurgulanır. Richard’ın George tarafından öldürüldüğü sahnede de zirve noktasına ulaşır. Tanışlarının oğlunun rahibin odasına yaptığı atış ile mozaik camı kırması da babaya karşı (babanın konumuna) yapılan bir isyandır. O da anne-babası tarafından cezalandırılır.
Seçim Bayazit
calderon@sanatlog.com
Yazarın diğer sinema incelemelerini okumak için yazar sayfasına bakınız.