Anasayfa / Sinema / Kült Filmler / Eraserhead (1977, David Lynch) – 2. Bölüm

Eraserhead (1977, David Lynch) – 2. Bölüm

Oedipus Kompleksi & Doğum Travması

Yazının devamı için bkz: Birinci ve üçüncü bölüm.

“Nevrotik kişi sadece biraz daha erken bir aşamada, doğum travmasında takılıp kalmıştır.” (Otto Rank, Doğum Travması) (1)

Modern psikanaliz, klasik Hollywood anlatı (narration) sineması ve toplumsal dizge gibi oedipus kompleksi de bir ölçüde hiyerarşik ve indirgemecidir. Bir “ilk olay” veya travmaya dayanır. Buna göre insan-özne, kişiliği belirli bir dönemde oluşan toplumsal bir organizmadır. Kimlik ve kişiliğin büyük bölümü çocuklukta biçimlenir. Bu tam olarak fallik evreye denk gelen bir kişilik biçimlenmesidir. Freud psikoseksüel gelişim kuramında kimliksel (cinsel kimliğin psikolojisini) aşamaları tasnif ederek beş dönemde incelemiştir: Sırasıyla; oral, anal, fallik (oedipal), latent ve genital dönemlerdir. Bununla birlikte beş dönem içinde ağırlık noktasını fallik döneme vermiştir. Kısacası Freud için yaşamın ilk beş yılı kişiliğin biçimlenmesindeki en önemli zaman dilimidir. Söz konusu zaman diliminde kişiliğini büyük oranda kazanan çocuk temel huy ve karakterini, alışkanlıklarını ve elbette olası saplantılarını inşa eder. Freud, “Uygarlık, bastırılmışlıklar üzerine kurulmuştur.” der.

Kimi post-freudcular, 1960’larda büyük ses getiren muhtelif feminist kuramcılar ve yukarıda sözünü ettiğim post-yapısalcı filozoflardan Deleuze ve Guattari mevcut geleneksel psikanalitik şemaya, “değişmez özne kuramı”na, oedipus kompleksi yaklaşımına, “aynı kalan özne tanımı”na karşı çıkmışlardır. Buna göre insan-özne belirli dönemlerde kişiliğini kazanmaz. Belirli ve kesin evrelerde (yaş aralıklarında) kişiliği oluşmaz. Kişilik edinimi ve kimlik dönüşümü süreklidir. Gelişim psikolojisini ve cinsel psikolojiyi belirli ve kesin bir zaman dilimine hapseden kişilik kuramları ne denli bilimseldir? Öyleyse; değişim, dönüşüm, kimlik ve kişilik kazanımı süreklidir. Denilebilir ki psikoseksüel kişilik kuramı nedeniyle Freud yoğun eleştirilere tabi tutulmuştur. Onun libido kuramı, id-ego-süperego üçlüsü, ceza görmek için suç işlendiği görüşü de yaygın olarak eleştirilmiştir. Bir ara Freud’a saldırmak modaydı; gerçi hâlâ da öyle.

Eraserhead’i geçmişte olduğu gibi sadece oedipus kompleksi kanalından okumak yerine, yukarıda sözünü ettiğim üzere, arzu-üretimi, şizofrenik-makine, doğum travması bağlamlarında okumak çoğu kez daha makul görünür. Şu: Az evvel, şizofrenlerin psikanalitik dizgeye direndiklerini mimlemiştim. Bir şey daha eklemeli: Şizofren, oedipus kompleksi modellemesine bütünüyle uymaz. Sahi, Freud’un şizofrenleri sevmediğini söylemiş miydim?! Şaka bir yana, Freud şizofreniyi çözümlenememiş homoseksüalite ve anneye bağlı sorunlar dolayımında ele almıştır. Bütün bunlar psikanalizmin ve dolayısıyla Freud’un öteki düşüncelerinin genel bir dışlanmasını, topyekûn reddedilmesini içermiyor. Sadece genelgeçer bakış açılarının reddi, ötelenmesi anlamına geliyor. Freud olmasaydı, bu yazı yazılamazdı.

eraserhead-elestiri-hakan-bilge

Henry Spencer, ilk olarak içine doğduğu post-apokaliptik gezegenin bir ürünü olmak durumundadır. Henry’i Henry yapan şizoid kişilik yapısını anımsayalım. Öykünün gerçeküstü atmosferi çıplak gerçekliğin (sanatsal gerçeklikten bahsediyorum) izlerini silerken, geriye büyük ölçüde bulanıklaşan bir öykü iskeleti bırakmaktadır. Gerçek-rüya çiftlemesi arzu üretiminin doğasını aralamak için elzem görüntü yumakları oluşturur. Düş-gerçek çatışması psikolojik açmazların, sıkıştırılmış benliğin parametrelerini okumamıza olanak tanır.

Pişmiş “el yapımı” tavuklarla ucube bebeğin benzerliği dikkat çekicidir. Elbette fiziksel benzerlikten çok başka bir benzerliğe dikkati çekmek istiyorum: Tavukların kanaması ile bebeğin ölürken kanaması koşut biçimde düşünülebilir mi? Tavukların kanadığı (âdet görme olarak okunulmasından yana değilim) sekansın Henry’nin çocuğunu öldürme sahnesine bir hazırlık niteliğinde olduğunu söylemek istiyorum. Henry cinayet sahnesini zihninde canlandırmaktadır. Bu aynı zamanda bebeği nasıl gördüğüne dair de bir işarettir. Yenilecek (yok edilecek) bir şey gibi görür. “Herkes sevdiğini öldürür.” Tiksinti ve bulantının dışavurumu. Korkunç bilinçaltının bir dışavurumu. Acı çekiyordur Henry. Kuşkusuz hepimiz acı çekeriz; ama her birimizin acıyı yaşama biçimimiz farklı farklıdır. Bu noktada konuyu iyice detaylandırmak gerekiyor: Henry, Mary’nin çocuk doğurduğunu tavukların kanamasından hemen sonra öğrenir. Peki, öyleyse henüz varlığından haberdar olmadığı bir ucubeyi (ama elbette öncesinden Mary’nin hamile olduğunu biliyordu) öldürmeyi zihninde nasıl tasarlayabilir? Ben bunun çok önemli olmadığını düşünüyorum. Sebebi filmin neredeyse bir düş formunda, bir düşün kendisi gibi çekilmiş olmasıdır. Bu bağlamda bir artardalıktan, düzçigisellikten bahsedilemez. Öyküde olaylar sırasıyla ilerlememektedir. Bunu biraz daha açayım: Henry henüz ilk sahnede evine doğru giderken küçük bir su birikintisine sağ ayağıyla basar, fakat evde radyatörün karşısında sol ayağındaki çorabı çıkarıp kurutmaya terk eder. Sekans, devamlılık hatası olarak değerlendirilemez; aksine bizi (seyirciyi) izlediğimiz şeye karşı yabancılaştırır. Mantık kuralları, rasyonel açıklamalar artık geçersizdir. Bu nedenle öyküdeki olayları rasyonel biçimde, dramatik bir doğru izleyerek çözümlemek imkânsızdır; zaten yönetmenin de bu çabada olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan bu sekans, izlediklerimizin bir film olduğu gerçeğini anımsatmanın bir diğer yoludur. İzlenilen oyunun salt bir oyun olduğunu anımsatmak, yani yabancılaştırma efektleri kullanarak izleyici ile oyun arasına mesafe koymak köken olarak Brehtçidir. Bilindiği üzere Brecht, izleyicinin de tiyatro oyununa aktif biçimde katılmasını öngörmüştü. Böylece yanılsama evreninden ancak kurtulunabilecekti. Oyun ile arasına mesafe koyan izleyici eleştirel mekanizmasını da geliştirmiş olacaktı. İzlediği materyali sorgulayarak en gerçeğe ulaşacaktı. Brecht özdeşleşme mekanizmasını reddetmiş, Aristo’nun tiyatro kuramına da karşı çıkmıştır. Hollywood geleneğini, belli başlı kodlarını, alışılageldik şablonlarını Aristocu ortajen sanatsal mantalitenin bir devamı biçiminde düşündüğümüzde Eraserhead türünden yapıtları Brechtçi olarak tarif etmemiz gerekecektir. Söylemeye bile gerek yok ki filmde özdeşim kurabilecek bir karakter yoktur. Anne ve baba figürleri bedensel olarak dezanformasyona uğramışlardır. Dünyaya gelen çocuk tuhaf bir ucubedir. Henry ve karısı Mary gerek fiziksel olarak gerekse davranış kalıpları olarak sıradan bir Hollywood filmi karakteri görüntüsünden uzaktır. Mary’nin ailesi de öyle. Tipler galerisi normal ya da Hollywoodvari değil, Lynchvaridir. İzleyici öykü boyunca bir uzaktalık hissi yaşar. Anlamlandıramadığı görüntüler onu boğuntuya uğratır. Zaten yeterince karmaşık biçimde kurgulanan olaylar silsilesi şaşırtıcılık ve uzaktalık hissiyatını ikiyle çarpar. Tahmin edilebileceği gibi Eraserhead geniş dağıtım olanağı bulamamıştır. Lynch’in bazı filmleri de Türkiye ve benzer ülkelerde gösterime girmemiştir. Yönetmenin belirli bir kitleye hitap ettiği kesindir. Geniş kitleleri kapsayan filmler çekmemektedir.

İzlenilen şeyin bir film olduğunu anımsatma edimi olarak The Shining’deki iki sekans gösterilebilir: İlki henüz jenerek akarken oldukça yukarıdan, tanrının (ya da yönetmenin) bakış açısından çekim yapılırken helikopterin gölgesi dağın yamacına yansır. Bazı eleştirmenler bunu anlamlandıramamış, Kubrick gibi mükemmelliyetçi bir yönetmenin neden bu hataya düştüğü konusunda sorgulama yapmışlardır. Kuşkusuz bunu bir hata biçiminde düşünmek anlamlı bir çaba değildir ve izleyiciyi (ya da eleştirmeni) hiçbir yere ulaştırmaz. Kubrick henüz jenerik akarken izlediğimiz görüntülerin bir film olduğu gerçeğini anımsatır. Yeri gelmişken, yukarıda kısaca tartıştığım asansörden fışkıran kan sekansını burada başka bir bağlama oturtmaya çalışacağım: Fışkıran ve kameranın camına bulaşan kan izleyiciye dönük bir manevra niteliği taşır, provoke edicidir. Ne görmek istiyorsunuz, alın size kan banyosu, bu bir korku filmi! demenin bir başka yolu. Birçok korku filminde kan banyosu yaşatıldığını, izleyicinin duygularının sömürüldüğü düşünülürse bunu Kubrick’in bir karşı-reaksiyonu olarak değerlendirmek olasıdır. Kan görmeye alıştırıldınız, alın size kan, der gibidir Kubrick. Ama dikkat edilirse kanın göründüğü her sekans düşseldir ya da otelin karanlık geçmişinin izlerini taşır. Jack Torance sadece Dick Hallorann’ı baltayla öldürdüğünde kısmen bir parça kan görülür. Öte yandan The Shining karanlıkta geçen sahnelere çok az yer verir ve olayların çoğu yoğun ışık altında gerçekleşir. Bunu da bir karşı-reaksiyon biçiminde düşünmekte fayda var. İkincisi Torrance çiftinin daktilo başında konuştuğu sahnedir: Bazı eleştirmenlerin devamlılık hatası olarak yorumladıkları sahnede, Jack Torrance’ın arkasında duran sandalye ilk çekimde yer alırken, ikinci kesmede kaybolur. The Shining’de buna benzer birkaç sekans daha vardır. Özetlemek gerekirse; Gerek Eraserhead gerekse de The Shining klasik izleyici için anlamsız gelebilecek manevralarda bulunurlar, seyirciyi manipule ederler, sarsmak isterler. Yerleşik sinema alışkanlıklarıya dalga geçerler. Hollywoodvari şablonlarla alay ederler.

Tavukların kanadığı sekansla ilgili olarak bir başka boyut daha vardır: kürtaj. Sevgilisi Mary’nin hamile olduğunu ve er geç doğruracağını bilen Henry, yemek masasında kürtajı bir çözüm biçiminde düşünse de az sonra Mary erken doğum yaptığını belirteceği için iş işten çoktan geçmiştir ve geriye dönüş yoktur. Üçüncü boyut şudur: Cinsel birleşme esnasında kızlık zarının delinmesiyle akan kan. Tavuğun kanadığını gören Mary’nin annesi panikatak geçirir ve Henry’i konuşmak için bir köşeye çağırır. İlginç biçimde baba olaya hiç karış(tırıl)maz. Dördüncü ve son boyut ise konuyla uzaktan bağlantılı bir sorunsala işaret eder: sanayi çölü. Tavukların küçük ve el yapımı şeklinde olduklarını Mary’nin babasının ağzından işitiriz. Uygarlık-sonrası olan biten gerçekten de ilginçtir. Belki de organik üretim natürel tarımın yapılamamasından dolayı sıfırlanmıştır. Belki de toprakların yetersizliği (“nükleer savaş sonrası izbelik” ifadesini anımsayın) her şeyi mekanik biçimde üretmeyi mümkün kılmıştır. Bununla birlikte, evlilik yaşamının donukluğu ile el yapımı tavuklar arasında kurulacak ilişki otomatik, maddeye endekslenmiş, sanayi imgelerinden kurtulamamış, robotize, mekanik çağı, dolayısıyla Eraserhead’in kâbusumsu uzamını okumak açısından yararlı sonuçlar verecektir. Arkasından gelen nesil ise mutantvaridir, cehennem kaçkınıdır, korkunç bir kâbustan farksızdır.

Öte yandan, Mary’lerin evi aslında cehenneme dönüşmüş, rutin, grotesk, renksiz, sıkıcı aile hayatının prototipidir ve Henry’nin olası geleceğini sembolize eder. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde onun nelerden korktuğu ya da çekindiği bir nebze anlaşılabilir. Eğer evlenirse Henry de muhtemelen böyle bir aile hayatına sahip olacaktır. Donuk, itici, statik, tutuk varlıklarıyla anne-baba-büyükanne hiç de cezbedici bir görüntüye sahip değildirler. Henry evde çokça rahatsız olur, hatta gelecekteki kayınvalidesi tarafından tacize bile uğrar. Kayınbabasının ise ifadesiz bir yüzü vardır, bazen suratı bir fotoğraf gibi donar. Lynch neden bu denli grotesk, irrite edici bir aile tablosu çizmiş olabilir? Bu sorunun yanıtı aslında yukarıda bahsettiğimiz sanayi göstergeleriyle yakından ilintilidir. Mekanik cangıl bütünüyle üretimi ve zihinsel faaliyeti sıfırlanmış bir nesil yaratmıştır. Fabrikalar onlar için her şeyi üretmekte, daha da genelleştirirsek televizyon onlara ne yapacaklarını söylemektedir. Düşünmezler, başkaları onların yerine düşünür. Görmezler, başkaları onların yerine görür.

Eraserhead’in düşlerin Freudyen yorumu olduğu kanısını güçlendiren ikinci bir sekansa göz atalım: Henry’nin eve ilk geldiğinde çaldığı müzik (anne figürünün şarkısını saymazsak; ki şarkıya eşlik eden müzik de aynı müziktir) filmde işitilen tek müziktir. Aynı müzik Mary’nin evine giderken ikinci kez işitilir. Evde çalan müziğin sokakta duyulmaya devam etmesi sizce de tuhaf değil midir? Tuhaf değildir, çünkü izlediğimiz bir Hollywood filmi değildir ve olan biten ardışık biçimde gerçekleşmemektedir.

Bu noktada Freud için kısa bir pasaj açacağım: Freud bilindiği üzere az çok ketum biriydi. Belirli alışkanlıklara ömrü boyunca sadık kaldı. Çok az insanla görüştü. Kalabalık bir ailesi vardı. Sonradan birçok dostuyla yolunu ayırdı. Kuramsal tartışmalara girişti. Bütün bu kısaca geçtiğimiz yaşamöyküsünde ilginç bir detay yatmaktadır: Onun sinemaya olan karşı-reaksiyonu. Film izlemekten hoşlanmaması. Freud, bilinçaltının beyaz perdede yansıtılmasından yana değildi; hatta bunun imkânsız olduğunu düşünüyordu. Örneğin, davet edilmesine rağmen Georg Wilhelm Pabst’ın ünlü psikanalitik filmi Geheimnisse einer Seele’nin komitesinde yer almak istememiştir. Şuraya geleceğim: Eraserhead’in Freud’un karşı çıktığı şeyi pratize eden bir film olduğunu söyleyebiliriz. Henry’nin bilinçaltının sinemasıdır Eraserhead.

Çocuk sahibi olmaya duyulan öfkenin bir başka görüntüsü yine Mary’lerin evinde ortaya çıkar: Anne köpekten beslenmeye çalışan bir sürü yavru çıkardıkları hırıltılı tuhaf seslerle Henry’de kötü izler bırakır. Köpekler iki kez görüntülenerek yarattıkları kötü izlenim kuvvetlendirilir. Aslında Mary ahalisiyle köpeklerin hareketliliği ciddi bir benzerlik oluşturur: Büyükannenin heykelsi donukluğu, tavuk kanadığında sanki tavuğu taklit etmeye çalışan anne, arada tutuklaşıp zırlayan, panikatak Mary, garip sorular sorup tutuklaşan baba garabet bir ailenin tablosunu sunmaktadır. Benzer biçimde köpek yavruları salt beslenmeye, yaşamaya odaklanan, moral değerleri fırlatıp atan ailenin grotesk bir görüntüsünü oluşturmaktadır. Büyükannenin neredeyse mekanik bir karakter olması ayrıca ilginçtir: Hareketsiz varlığı adeta bir makineyi andırır. Mary’nin annesi gelir ve muhtemelen salata diyebileceğimiz yemeği karıştırabilmesi için kollarını tıpkı ilkel bir makine gibi hareket ettirir. Onun canlı olduğunu ancak sigarasını yakınca öğreniriz. Elbette özenilecek bir aile yuvası değildir karşımızdaki. Henry mesajı almıştır, ama yapabileceği hiçbir şey yoktur.

Henry dışında Mary’nin de aile olmaya dönük sorunlar yaşadığı görülür. Sürekli ağlayan mutantı ve Henry’i yağmurlu bir gecede apar topar terk eder. Bu sahneden sonra öykünün çok daha karmaşıklaştığı, daha doğrusu düşsel olana daha çok ağırlık verdiği söylenebilir. Bazı sahnelerin düş içinde düş olduğunu düşünmek için birçok geçerli neden vardır: Mary’lerin evindeki grotesk görüntülerin aslında bir işsiz olan (Mary’nin annesi ne iş yaptığını sorduğunda önce duraksar, sonra Mary panikatak geçirir ve Henry tatilde olduğunu belirtir, hemen ardından fabrikada çalıştığını söyler. Henüz odada bulunmayan ve bu konuşmaya şahit olması imkânsız olan baba içeri girer ve Henry’e kâtip olduğunu belirtir. Nerden biliyordu? Mary’lere ev ziyareti bir düşün parçasıdır.) ve tümüyle çıkışsız durumdaki Henry’nin aile olmaya dönük korkularının dışavurumu olduğunu, dolayısıyla düş olduğunu öne sürersek, Mary’nin bağırsaklarını çıkardığı yatak sahnesinin de düş içinde düş olduğu fikrini ileri sürebiliriz. Ama az önce de çıtlattığım gibi önümüzdeki arızalı bir filmdir, mantıksal açıklamalara izin vermeyen bir filmdir. Konu hakkında şöyle diyeceğim: Bir filmin tümüyle rasyonel çıkarımlara açık olması fikri yanılsamadan ibarettir. Bununla birlikte hiçbir film de anlamsız ya da mantıksız değildir.

Bu düzlemde Eraserhead’in çok eski bir meseleyi gerçeküstü bir tarzda ele aldığını öne sürüyorum: Henry, eğer bahsettiği doğruysa bir fabrikada kâtiplik yapmaktadır. Dostoyevski’nin İkiz (2) romanındaki Goladkin, Kafka’nın Dönüşüm’ündeki Gregor Samsa, Orwell’in 1984’ündeki (3) Winston gibi. Gilliam’ın Brazil filmindeki Sam Lowry (Jonathan Pryce) ya da The Double’daki Simon (Jesse Eisenberg) esasen edebî geleneğin ürünüdür. İkinci film Dostoyevski’den uyarlanmıştır. Örnekler çoğaltılabilir. Memurluk ya da memur olmanın grotesk görünümlerinin edebiyat geleneğinde önemli bir yeri vardır. Sinema edebî geleneği takip ederek çeşitli memur karakterleri tasvir edegelmiştir. Çehov’un Memurun Ölümü (4) adlı kısa öyküsü anımsanabilir: Yazı işlerinde memurluk yapan Çerviakov; saygılı, ince düşünen, yufka yürekli, biraz çekimser, kendini tam olarak ifade edemeyen, takıntılı bir kişiliktir. Yufka yürekliliği ve takıntılı kişiliği onun yıkımını hazırlayacaktır. Dünya ince düşünenlere göre bir yer değildir. Sinemanın karakter çiziminde Çerviakov’a çok şey borçlu olduğu söylenebilir. Gerçekten de birçok sinema yapıtında memur tiplemeleri çekimser, yufka yürekli, kendini iyi ifade edemeyen, etse bile çoğunlukla yanlış anlaşılan, pısırık, duygusal bir portre kimliğinde çizilegelmiştir. Dört duvar arasında bir akvaryumdaki gibi zorlukla yaşayan memurlar bazen kötü ikiziyle (Dostoyevski, İkiz) rakip haline gelirler. Bazen kapitalist sistemde hem kendi bedenlerine hem de çevrelerine yabancılaşarak ölüme yuvarlanırlar (Kafka, Dönüşüm). Bazen bürokrasinin, iktidarın öğüttüğü bir zavallıdırlar (Orwell, 1984). Bazen daha fazla direnemeyerek intihar ederler (Ayoade, The Double). Eraserhead memuriyet geleneğini sürdürür, ama mevcut çizgiden bütünüyle sapar. Biraz üstte ifade etmeye çalıştığım gibi gerçekten memur olup olmadığı belli değildir. Sadece geçiştirilir. Bir fabrikada kâtip olduğunu söylediği sahnenin düş ürünü olma ihtimali yüksektir, buna değinmiştim. Her ne olursa olsun; kapalı yaşamı, izole oluşuyla, renksiz çevresi ve yalnızlığıyla tipik bir varoluşa sahiptir. Goladkin veya Samsa’dan farkı yoktur. Lynch’in sinema filmlerinden çok edebî gelenekten esinlendiğini düşünüyorum. Çünkü Eraserhead başka bir filme benzememektedir. Tümüyle özgün bir film sayılabilir. Fakat karakteri vasıtasıyla çeşitli romanlarla kurduğu ilişki saptanabilir. Üstte sıraladığım romanların başkahramanları da Henry gibi kapana kısılmışlardır. Önemli ruh ortaklıklarından biri bütün bu memurların cinsel açıdan tutuk olmalarıdır ya da onların cinsel yaşamına dönük herhangi bir vurguyla karşılaşmayız. Hepsi birer bastırılmış bir Viktoryen dönem kahramanı gibidir. Eraserhead cinsellik bağlamında çok güçlü motiflerle yüklüdür. Birçok sekansta ana rahmini, kadın üreme organını, spermi sembolize eden görüntüler mevcuttur. Cinsel birleşme sahnesi de içerir. Detaylandırmak gerekirse: Henüz ilk sahneden başlayarak Henry’nin ağzından çıkan ve sperme benzeyen cisim, anne figürünün sahnede devinirken üstten düşen spermleri ezmesi, Henry’nin küçük bir kutuda kendisine gönderildiğini düşündüğü yine sperme benzeyen cisim öykünün durmaksızın en başa döndüğünü gösterir: anne bedenine duyulan özlem. Yukarıda kısmen bahsetmiştim. Birçok sahnede ana rahmini sembolize eden mağaramsı deliklerle, oyuklarla karşılaşırız. “Rüyada görülen klozet, ağaç kovuğu veya mağara anne karnının tipik bir tasviridir.” (5) diye yazar Rank. Kamera oyukların içine girerek kesme (cut) yapar. Bir sahnede oyuktan (vajina) çıkan kamera anne figürünü gösterir: Annesi oğlu Henry’i beklemektedir. Aynı sahnede babanın yüzü de (rakip) görülür. Babanın kuvvetli ve tehlike saçan gölgesi göründükten sonra grotesk kafa kesilme sahnesine geçilir. Kastrasyon anksiyetesi.

Spermlerin ezildiği sahne özellikle dikkat çekicidir: Anne figürünün edimselliği sanki mizansenin bir parçası gibidir. Şarkı söyler ve senaryonun bir parçasıymışcasına sahneye düşen spermleri ezer. Bütün bunlar ne anlatmaktadır? Bu noktada yeniden Samsa’yı işaret edeceğim: Ailesi Gregor Samsa’yı öldürür; çünkü o artık Samsa değil, bir böcektir. Rank, Doğum Travması’nda şöyle yazar:

“Fare, yılan, kurbağa, böcek vb. gibi küçük ve sürüngen hayvanların tekin bulunmayışı, bunların küçük deliklerde hiçbir iz bırakmadan kayboluşuyla ilişkilidir. Annedeki sığınağa geri dönme isteğinin tam anlamıyla yerine gelişi izlenir bu hayvanlarda; dehşet uyandırmaları da hem annenin içine geri girme eğilimini cisimleştiriyor olmalarından, hem de insanda kendi gövdesine girecekleri korkusunu yaratmalarından dolayıdır.” (6)

Eraserhead’de, sperme benzeyen ve hareket eden küçük varlığın bir görünüp bir kaybolan görüntüsü dikkate değerdir: Spermlerin anne figürü tarafından ezilmesi Samsa’nın öldürülmesiyle ilişkilendirilebilse bile daha önemli bir meseleye vurgu yapmaya olanak tanıyan spermin zıpladığı ve altındaki zemine girip çıktığı sekans bana kalırsa dönüşebilir kimlikleri sembolize etmektedir. Henry tutuk tavırlarıyla, çekimserliğiyle kadınsı özellikler taşıdığı gibi babası ile girdiği mücadelede görülebileceği gibi aynı zamanda erkeksi duygularla da hareket eder. Üstelik mutant da olsa bir çocuk sahibi olarak o da babalık vasfı kazanır. Mary evi terk ettikten sonra tıpkı bir anne gibi bebeğine şevkat gösterir, ateşini kontrol eder, onu ısıtmaya çalışır. Ama aynı zamanda bir katildir de. Mondimore, Eşcinselliğin Doğal Tarihi’nde, “İnsan embriyosu, karşı cinsin cinsel organının öncü dokusuna sahiptir.” (7) diye yazar. Freud, “Her insan biseksüeldir.” der. İnsan maskülen ve feminen duyguların yönettiği bir varlıktır. Henry babasının kötücül ve tehditvari yüz ifadesiyle karşılaşınca iğdiş edilir (kafasının koptuğu sahne), erkeklik organını yitirerek kadınsılaşır. Diğer sahne çok daha ilginçtir: Henry’nin kopan kafasını bulan çocuğun biri onu küçük bir kurşun kalem fabrikasına götürür, karşılığında para da kazanır. Kısacası Henry’nin kafası (ya da penisi) silgi imalatında kullanılır. Bir kurşun kalem için silgi vazifesi görür. Bu sahne de bir düşün parçasıdır. Freud, “Düşlerde semboller çoğu zaman zıtlarını temsil eder. Kişi düşünde eşini ölü olarak görür ve yoğun bir acı duyarsa bu, o eşin ölmesi için duyulan gizli bir isteği ifade eder.” (8) diye yazar. İnsan kafasının ya da erkek cinsellik organının silgiye dönüşmesini Freud’a bağlı kalarak erkeğin kadınsılaşmaktan duyduğu öğretilmiş korku dolayımında yorumluyorum. Elbette ilk bakışta kastrasyon anksiyetesini düşündürür ve bizi doğrudan Freudcu oedipus kompleksi kuramına götürür. Bununla birlikte Rank şöyle yazar: “Uyanma, özellikle kaygı rüyasından uyanma, her zaman doğum sürecini, dünyaya gelişi tekrarlar.” (9) Henry’nin düşünün bir parçası olan iğdiş edilme sekansı birçok açıdan tartışılmaya değerdir: Kafa gövdeden ayrıldıktan sonra ucube mutantın küçük kafası görünür. Ucube bebek aslında Henry’nin kendisi midir? Dolayısıyla Mary’nin bebeğini terk etmesi aslında Henry’nin de annesi tarafından terk edildiği anlamına mı gelmektedir? Bütün terk etme-terk edilme döngüsü Henry’nin kendisiyle mi ilgilidir? Evet, yanıtını veriyorum. Kapı komşusu fahişe ona, “Karın nerede?” diye sorduğunda Henry, “Tekrar ailesinin yanına gitmiş olmalı. Emin değilim.” yanıtını verecektir. Bu sahne Mary’nin bağırsaklarını çıkardığı düş sahnesinden sonra gerçekleşir; tabii ama fahişeyle seviştiği sahne de bir düşün parçasıdır. Film bir matruşka gibi düş içinde düş şeklinde ilerler ya da daha doğrusu kendi içine kapanır. Bilindiği gibi Rus yapımı matruşkalar anne figürünün içine yerleştirilen bebeklerden oluşur. Anne figürünün cennetle ilgili söylediği şarkıda birçok spermin sahneye düştüğünü görürüz. Her bir sperm olasılık halindeki Henry’i sembolize etmektedir. Tıpkı matruşkalar gibi.

Henry’nin kafasının makinede işlemden geçirilip silgi haline getirilmesi aynı zamanda uygarlık-sonrasının tipik göstergeleriyle ilgilidir: Yukarıda vurgu yaptığım mekanik çağın belli başlı yapay değerleri öznenin insanlıktan çıkıp sadece görünüş olarak varoluşa dönüşümünün başat sorumlularındandır. Özne kendi özüne yabancılaşmaktadır ya da yarattığı şeyle arasına mesafe koymaktansa ürettiği şeye dönüşmektedir. İnsan ürettiği şeyin tehdidi altındadır.

Henry’nin kafasının gövdesinden ayrılması mümkün olan tek tatmin olasılığını, ölümü yardıma çağırır. Nihayetinde ölüm her şeyin sonudur ama aynı zamanda vicdan azabının da, suçluluk duygusunun da sonudur. Acının sonudur. Kafası silgiye dönüşen Henry bütün sıkıntılarını unutucaktır, geçmişe bir sünger çekecektir, bütün mutsuzluklarını, anne bedeninden biyolojik kopuşla yaşadığı kaygılarını geride bırakacaktır. Anne figürünün şarkısındaki sözler birer ipucudur:

“Her şey güzeldir cennette,
Her güzel şeye sahipsin,
Benimkilere de.”

Hakan Bilge
[email protected]
Yazarın diğer incelemelelerini okumak için tıklayınız.

REFERANSLAR & NOTLAR

1) Doğum Travması, Otto Rank, Çev. Sabir Yücesoy, Metis Yayınevi

2) İkiz, F.M. Dostoyevski, Çev. Sabri Gürses, Can Yayınları

3) 1984, George Orwell, Çev. Celal Üster, Can Yayınları

4) Memurun Ölümü – (Bütün Öyküleri – 1 1880–1884), Anton Çehov, Çev. Mehmet Özgül, Everest Yayınları

5) Doğum Travması, Otto Rank, Çev. Sabir Yücesoy, Metis Yayınevi

6) a.g.e.

7) Eşcinselliğin Doğal Tarihi, Francis Mark Mondimore, Çev. Berna Kılınçer, Sarmal Yayıncılık

8) Düşlerin Yorumu, Sigmund Freud, Çev. Emre Kapkın, Payel Yayınları

9) Doğum Travması, Otto Rank, Çev. Sabir Yücesoy, Metis Yayınevi

david lynch - eraserhead Doğum Travması Eraserhead (1977 - David Lynch) – 2. Bölüm eraserhead film analizi eraserhead film eleştirisi hollywood anlatı sineması modern psikanaliz otto rank - doğum travması the shining - stanley kubrick

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort