Detachment (2011) Amerikan yapımı bir film. Yönetmeni Tony Kaye’i ise American History X filminden tanıyoruz. Türkiye’de izleyicilerin karşısına Kopma ismiyle çıkan film Amerikan liselerinde geçici olarak görev yapan bir öğretmenin, Barthes’in hikayesini anlatırken, aynı zamanda gençliğin ve okulların durumunu da gözler önüne seriyor. Aslında filmi izleyip anlamaya çalışırken okulu, hayatın ve hatta hakikatle yüzleşmenin bir metaforu olarak algılamalıyız. Zorluk ve ızdırabın insanı her köşe başında beklediği bir hayat!
Sadece Amerikan gençliğini ve onları yetiştiren yetişkinleri ilgilendiren sosyal içerikli bir film değil Detachment. Daha çok şiddetle, suçla, saygısızlıkla ve kötülükle ilgili bir film. Ve film, yaşamın çelişkilerine (sanatın özü gereği) metaforlar yoluyla dokunuyor. Kopmanın ve ayrılığın hüznünü, saflığın değerini hafifçe suratımıza çarpıyor. Evet, bu film gerçekten izleyiciyi çarpıyor! Fakat bu çarpma o kadar derinden ve mütevazi ki, izleyici ilkin neredeyse hiçbir şey hissetmiyor.
Çarpmanın ya da çarpılmanın farkına varıldığında ise, yönetmenin film aracılığıyla söyledikleri daha aşikar kılıyor kendini: Her damla gözyaşı biraz daha yardımcı olur sana. Seni biraz daha uzaklaştırır acından, kederinden. Her damlada kendine daha yakın hissedersin kendini. Yaşamın çelişkileriyle karşılaştıkça, onları yakından tanıdıkça ve varolmaya çalıştıkça derinlerde sahip olduğun irfanın çıkar ortaya… İrfana yaklaştıkça merhametin ve hüznün artar. Gözünde yaş olsa da, yaptığın şeye devam etmek zorundasındır: İnsanlık için feda edersin kendini! Bu yüzden, bu binbir yüzlü gerçeklikle aramıza bir mesafe koymak rahatlatır. Kopmak lazımdır hakikatten, biraz olsun mesafe almak gerekir kendi hakikatimizden, ki onunla bir an için buluşalım, yüzleşelim. Hakikatle yüzleşilir mi tam olarak bilemeyiz fakat bu niyet ve çabanın yolu muhakkak bilindik bir yere çıkar: Hikmet’e!
Popüler bir Amerikan filminde hikmet ne arar diye düşünmemeli, onu en bulunmayacak (!) yerde aramalı ve nerede bulursak almalıyız… Detachment, ayrılığın, ayrımın ve kopuşun hikayesi. Kendinden kopuşla birlikte, aynı anda varlığa ve kendine yakın olurken varolmaya devam etmenin hikayesi nasıl olur diyenler, filmi tekrar tekrar izleyip anlamaya çalışmalı. Ve sormalı; kim kimden kopuyor? İnsan dünyadan mı yoksa kendisinden mi? Yaşamın içinde olup dünyadan kopuk oluşumuzun adı mı bu film? Yoksa insanın insandan kopuk oluşunun mu?
Teknik olarak bakıldığında ise film, kurgu olmasına rağmen, bir belgesel gibi tasarlanmış. İzleyici sanki gerçekten olayların içinde. Oyunculuklar doğal. Hikayenin içinde zaman zaman Barthes ile adeta itirafa benzeyen röportajlar yer alıyor. Sanki bize içini döküyor Barthes… Bu yüzden ortada bir oyunculuk yokmuş gibi hissediyoruz. Ve Camus’nün yaşayan ruh ikiziymiş gibi cümleler dökülüveriyor kimi zaman Barthes’in ağzından… “Bir çocuğun kuvvetli gönlü birçok karanlık mevzunun derinliğini idrak edebilir ama acaba kendi kopukluğunun o hassas anını anlayabilir mi?” diye soruyor mesela izleyiciyi sarsan sahnelerden birinde.
Bir noktada, yaşamın ızdırabı fazla gelince, Barthes, sorumluluğunu aşacak konuşmalar yapıyor. Vicdanı gençlere yardım etmesini söylüyor sessizce… En kötü ve vahşi olan gençlere bile. Ve o artık “bir yabancı” ve gençlere yol gösteren bir rehber oluveriyor. Hz.İsa’nın bir temsili. Bir baba figürü bazıları için. Her şeyi olduğu gibi kabul etmeye çalışan, ızdırap içinde ve irfana sahip bir baba. Hassas, narin ve düşünceli.
Barthes, kendi gündelik sorunları ve değiştiremediği geçmişindeki hesaplaşmayla başetmeye çalışırken, okulda karşılaştığı zor durumlara hüzünle, vicdanla, sağduyuyla, incelikle cevap veriyor. Zaten Adrian Brody’nin samimi ve masum yüzü izleyiciyi hemen etkisi altına alıyor. Filmin başlarında geçici öğretmenliği hakkında konuşurken, kendisini işine adamadığını, sorumluluk duymadığını anlatıp sadece düzeni sağlamaktan bahsediyor. Bir süre sonra, yalnızlık içinde yaşayan, geçmişine karşı çözümsüz kalan Barthes, tesadüfen evden kaçmış ve hayat kadınlığı yapmaya çalışan bir genç kızla tanışıyor. Burası yanlış anlaşılmamalı; Barthes onu bir ağabey, bir baba gibi kanatları altına alıyor. Bu şekilde alışkanlıklarından, görmemezlikten gelişlerinden ‘‘kopuyor’’. Zamanla vicdanlı, dertli ve merhametli olduğu davranışlarıyla da ortaya çıkıyor. Çünkü o Camus’nün Yabancı’sı gibi, bir garip. Geçmişiyle, bunamış dedesiyle hakkını vererek yüzleşemeyen Barthes, filmin sonlarına doğru merhametle, dedesinin vicdanını yaşamının son dakikalarında temize çıkarıyor.
Bir hikaye anlatılırken birkaç katmanda/cihette ilerliyorsa, sanat değeri yüksek demektir. Ve bizler o filmi muhakkak birkaç kez izlemek isteriz, zira her izleyişimizde yeni bir şey öğrenebiliriz. Değerli ve önemli kitaplar gibi.
Kopma filmi, öğretmen, öğrenci ve ebeveyn üçgeni içinden hikayesini anlatırken, insanın acizliğini yansıtıyor, bizi farkına varmadan hüzünlendiriyor ve bazen de kızdırıyor. Bu farklı derecelerde karşılık bulan anlatım tarzı, filmin baş karakteri Barthes’e benziyor. Çünkü o da genç öğrencilerine onların seviyesine göre hitap ediyor. Böylelikle film, modern insana hiç de yabancı olmayan samimi açıklamalarla birlikte, toplumsal, psikolojik ve felsefi sorunları irdeliyor.
“Hepimizin sorunları var, uğraştığımız onca şey var… Akşam o sorunları eve getiriyoruz, sabah da işe götürüyoruz… Bence, acizlik, bu farkına varma hali, can simidi olmadan denizdeki akıntıya kapılmışlık hissi gibidir… Halbuki, daha dün, sen kendin birilerine can simidini atacağını düşünüyordun…” diye inliyor adeta Barthes.
Detachment, birçok uluslararası festivalde ödül aldı. Sadece hikayesinin ve içerisindeki ilginç kişilikler sebebiyle değil, aynı zamanda sinematografik üslubunun alışık olmadığımız bir şekilde olması dolayısıyla da. Film, bazı öğrencilerin hayatlarına yönelmiyor. Barthes dışındaki öğretmenlere de fazla ağırlık vermiyor. Ancak bu unsurlar bizi izleyici olarak merakta bırakmasına rağmen, filmde hiçbir şekilde eksiklik hissi yaratmıyor.
Detachment, ayrılığın, ayrı olmanın ve olanın hikayesi. Gariplerin ve kaybedenlerin, aciz insanın…
Can Mutlusoy
Sabah Ülkesi, 33. Sayı