Bir Teslimiyet Panoraması
Kaynayan kurbağa sendromunu hiç duydunuz mu? Kurbağa aşırı sıcak bir sıvının kaynadığı kazana atıldığında tek bir hamle ile dışarı fırlar ve kurtulurmuş, ama eğer oda ısısında bir sıvının içine konursa ortama uyum sağlayıp gevşeyerek kendini salıverir, ısı aniden yükseldiğinde ise artık çıkmak için hamle yapacak gücü bulamadan haşlanırmış. Yani sonunu kabul edermiş. (Psk. Nesteren Gazioğlu’nun bilgilendirmesi.)
1980’lerin ikinci yarısında sinemamız, başta insanın ve kadının memleketimize has varlığına dair çözümlemelerinin yoğunluk kazandığı bir dönem. Kadın bireyselliği, aile yapısı ve toplumumuzda kadına verilen değer temalı filmleriyle Şerif Gören; Yeşilçam melodramlarının ölümsüz jönü Tarık Akan’ı apayrı başlıkla kaleme alınacak bir yazıda ne kadar methiye sarf etsek hakkını veremeyeceğimiz Yol (1982) filmiyle karşımıza çıkarıp onun o incelikli ve duyarlı yapısını da tanımamızı sağlarken, her zaman güzel ve esas kız rolündeki Hülya Koçyiğit’i ise sanatının ve yaşının verdiği olgunluğunun zirvesindeki haliyle Kurbağalar’da bizlerle buluşturur.
En başta bahsettiğim anektodun ilgisine gelince… Kırsal toplumda kocasını kaybetmiş bir kadın olan Elmas’ın (Hülya Koçyiğit) çeltik tarlalarında çalışıp, bir yandan da kurbağa toplayarak verdiği yaşam mücadelesinde, içine düştüğü kazanın sıcaklığıyla yavaş yavaş toplumun belirlediği normlara yenik düşüp teslim olmasının, ‘dul kadın’ anlayışının altında kalışının, bir kurbağa gibi sonunu kabul edişinin hikâyesidir bu film.
Anadolu kırsalında maalesef ‘kız oğlan kız’ diye bir deyiş vardır. Evlenip ayrılmış ve çocuklu her kadın, hiç evlenmemiş bir erkek ve onun annesi için teoride asla birlikte düşünülemez fakat filmde geçen yine bir başka çirkin deyişle dul kadın ‘eti tatlı gelen’ denilen çekici tehlikedir. Ali (Talat Bulut) annesinin (Tomris Oğuzalp) bütün karşı çıkışlarına rağmen, kan davası sonucu düştüğü hapisten çıkar çıkmaz özgürlük özleminin de etkisiyle arayış içindedir, ezelden beri âşık olduğu kadının artık yalnız kaldığını öğrenince onunla yakınlık kurar ve evlenmek ister. Anne, gelin kabul edeceği kişide geleneksel pratiklerden biri olan bekaret sahipliği şartını ararken, cinsel bastırılmışlıkla saldırganlaşmış köylü Elmas’ı önyargı ve tacizleriyle kuşatıp yeniden âşık olma hakkını kendine çok görmesine sebebiyet verir.
Erkeğin dünyası burada esasen tamamen bedensel arzuyla kurgulanmış, eril ve dişil bireysellik bir potada sevgi arayışının yeterli gelememesiyle eritilememiş ve tam anlamıyla birleştirilememiştir. Elmas’la bir gece geçiren Ali’nin, Elmas’ın kocası Pehlivan Halil’in (Metin Çekmez) fotoğrafını gördüğünde bilinçaltında ataerkil kuşağın yapılanmasından kaçamadığını ve sessizce kapıdan çıkıp gittiğini görüyoruz. Elmas geçmişte bir başkasının eşi ve ailesi olmuştur, onun aidiyet alanı sıfırdan başlatılamaz, anne ne yazık ki haklı gelir. Ali de kazandaki kurbağalardan farksızdır.
Muhafazakârlık maskesi takınıp bir yandan Elmas’ı dışlayan diğer yandan da kibar bir şekilde yardımsever davranıp bunun altında onu elde etmeye uğraşan köylünün aile yapısının da kapalı bir flört âdetiyle eşlerini arayan kızların abilerinden yedikleri dayakla sözde terbiye edilmeye çalışılması, evliliğin bir kölelik müessesesi olarak lanse edilmesi, aldatma meyliyle dolanan eşler gibi nahoş durumlarla beraber çok yerli yerinde olduğu söylenemez. Bazı bazı aşırı gelebilir ama Gören ve senarist Osman Şahin’in anlatmak istediği; erkeği erkek, kadını kadın, bu ikisinden bir toplum yapan özelliklerin seksüel dürtülerin ışığındaki yalınlıkla aktarılırsa elde ve akılda daha kalıcı bir seyir bırakacak olmasıdır.
Şahin’in feodal bir aileden gelişi, yaratım sürecini görece özgür buluşu, kente varana kadar saklı kalmış köy izlenimlerini aktarırkenki öyküsünü Gören’in kadrajına bırakıp eseri bundan sonrasında onun kabul edişi de ister istemez aynı anda oluşturduğu ikilemler ve bütünlükle filmde ekliptikler gerçekleştirse de Şahin’in deyimiyle amaç insan ruhunu anlamlandırma çabasıysa pekâlâ bu detay sorun edilecek değildir, yapımın yıllardır önemini korumasına da şaşırmamak gerek.
Monotonluk içinde geçen devinim, esasen herkesin kişiliğini teslim ettiği örf ve âdetlerin kıskacından kurtulamamak, hemcinsler arasındaki dayanışmanın riyakârlığa dönüşümü, ten teması ve şefkat muhtaçlığının kadınların da içine çekildiği erkek hegemonyasının tezahüründe çok görüldüğü hayatlar… Bunlar bizim erişebileceğimiz küçük bir kısımdı. Bilmediğimiz sayısız teslim olmuş hayat daha vardır. Ödemeye razı geldiğimiz bedelimizin duygularımız olduğunu bile bile teslim olmaksa? Cevapların varlığını göremiyorum bile.
‘Atilla Özdemiroğlu ve Yaman Okay’ın aziz hatıralarını unutmamak dileğiyle.’
Hülya Ayazoğlu
Yazarın diğer yazıları.
Cumlelerin yazilis tarziyla alakali olsa gerek ama kelimeler var ve hicbir sey anlasilmiyor yazidan.