Kuş misali her çeşmeye konarsın,
Acı tatlı demez, içer kanarsın,
Ene’l Hakk’ı yakın görmek dilersin,
O kafadan bakan göz ile değil.
–Dedemoğlu-
Bazı filmleri izledikten sonra yüreğinizde tatlı bir his bıraktığını hissedersiniz. Belki film o kadar ciddi mesajlar ya da felsefi problemler içermez ama o tatlılık sizin algınızda filmin uzun süre canlılığını korumasını sağlar. İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin hemen hemen bütün filmleri “Tatlı Film” unvanını almayı hak eden filmlerdir. Ancak bunların içinde Allah’ın Rengi’nin, tatlılık içermesinin yanı sıra Mecidi ekseninde İran İslam’ının dünya görüşünü yansıttığı için de yeri ayrıdır.
İran’ın yobaz bir toplum atfedilmesine rağmen, filmin diğer dillere “Cennetin Rengi” olarak çevrilmesinin, diğer ülkelerin de yobazlıkta ne dereceye ulaştığının göstergesi olduğunu belirterek filme giriş yapabiliriz. Film Allah’a adandığı için O’nun adıyla yani Bismillahirrahmanirrahim ile başlar ve kör bir çocuk olan Muhammed (Mohsen Ramezani) ekseninde işlenir. Küçük Muhammed kendi köyünden uzakta bir yatılı körler okulunda eğitim görmektedir. Yaz tatilinde Muhammed’in köyüne gitmesi ve orada kendisini sevgiyle bekleyen Nene’si ve iki kız kardeşiyle vakit geçirmesi onun en önemli neşe kaynaklarıdır. Annesi ölen Muhammed’in babasının yeniden evlenmek istemesi ve Muhammed’in “özürlülüğünü” de bu noktada bir engel olarak görmesi, babanın ondan uzaklaşmak istemesine sebep olmaktadır. Film genel olarak bu tema üzerinden işlenmektedir.
Ortalama bir insan algısı yarattığımız ve bunun dışında kalanları şizofren, deli, engelli gibi yaftalarla dışsallaştırdığımız yüzyılımızda Mecidi başka bir noktaya işaret ediyor: Belki de normal olmamak bir avantajdır! Küçük Muhammed’in görme duyusunu kaybettiği için diğer duyularında gözlenen gelişmişlik bunun bir örneği. Mesela uzağında bir yere düşen bir kuş yavrusunu duyarak onu elleriyle aramaya koyulması, bulduktan sonra onu hisleriyle tekrar yerine bırakması belki de normal insanın farkında bile olmayacağı bir güzelliktir. Ya da onun buğday başaklarına ve diğer bitkilere dokunduğunda hissettikleri bizim mahrum kaldığımız diğer güzelliklerdir. Ancak yönetmenin Küçük Muhammed’i özellikle gözleri görmeyen bir birey olarak seçmesindeki asıl mesajın 18. yüzyılda yaşamış olan büyük Bektaşi Dedemoğlu’nun “Ene’l Hakk’ı yakın görmek dilersin, o kafadan bakan göz ile değil” mesajı ile aynı olduğu bir kesinlik. Allah’ın Rengi öyle gözle görülebilecek bir şey değildir ve Muhammed için asıl avantaj sağlayan durum budur. Onun hissiyatı tepeden bakan göz ile görenlerinkinden daha farklı şeylere açıktır.
Filmde göze çarpan bir diğer özellik ise Said Nursi’nin Lem’alar’ında bahsettiği “şefkat tokatlarının” yoğunluğudur. Şefkat tokadı; sevenin, sevdiğine, sevgi eksenli, onu doğru yola getirme maksadıyla, kulağını çekme, azarlama manasına gelen tatlı bir ikazdır. Tabi konu Said Nursi olunca şefkat tokadı da Allah tarafından atılmaktadır. Yönetmenin şefkat tokatları da aynı kökendendir. Babanın çocuğundan uzaklaşmak istemesi, onu evliliğine bir engel olarak görmesi; genellikle yalnız kaldığında duyduğu korkunç sesler ve işlerinin ters gitmesi gibi tokatlarla uyarılmasına sebep olmaktadır. Ancak bunları anlamayan, “gözleri gördüğü halde kör olan” baba, durumunun bu kadar kötü olmasına “Sizin o büyük Allah’ınız benim için niye bir mucize yapmıyor?” diyerek isyan etmektedir. Baba karakterinin bu kadar kötü olmasına izin vermiyor ama Mecidi. Gerek kız isteme sahnesindeki tatlılığı gerekse çocuğu nehre düştüğünde onu kurtarmak için kendini nehre atması tasavvuftaki “Her şeyde sevilecek bir yan vardır” kıstasına işaret ediyor.
Diğer yandan görmeyen gözleriyle mevcudatın sırlarına ermeye çalışan Muhammed’in evrende bir sistematiklik bulmak için hesaplamalar yapması ve her seferinde biraz daha yaklaştığını hissettirmesi, izleyicide de kâinatta böyle bir sır olduğu hissiyatını uyandırıyor. Tüm bunlara rağmen elindeki cevherin kıymetini bilmeyen babanın sadece çocuktan kurtulmak için onu kör bir marangoza vermesi ve Muhammed’in bunun herkesin ortak fikri olduğu, Nene’si ve kardeşlerinin de onu istemediğine kanaat getirmesi onda büyük bir üzüntüye sebep olmaktadır. Muhammed’in ağlayarak “Kimse beni sevmiyor. Nene’m bile! Herkes benden kaçıyor çünkü ben körüm.” dediği sahne babasının işlediği günahın büyüklüğünü göstermesiyle birlikte seyircide de babaya karşı derin bir kin beslenmesine yol açıyor.. Bu da bundan sonra babanın başına gelen bütün kötülüklerin ona reva görülmesini sağlıyor. Aynı konuşma içerisinde yönetmen filmin belkemiğini oluşturan mesajı da Muhammed’in şu sözleriyle veriyor:
“Öğretmenim Allah’ın körleri daha çok sevdiğini söyledi, çünkü onlar göremiyormuş… Ben de eğer öyle olsaydı bizi kör yapmazdı dedim çünkü böyleyken onu göremeyiz. O da bana ‘Allah görünmezdir’ O her yerdedir. Onu istersen hissedebilirsin dedi.”
Torununa büyük bir şefkat besleyen Nene’nin, onun bir marangoza teslim edildiğini öğrenmesi üzerine oğluna “Bana başka bir yol bırakmadın” diyerek evden çıkması, çamura ve yağmura maruz kalması sonucunda oğlu tarafından zorla eve getirilmesi ve hasta olarak yataklara düşmesi oğlunun pişman olmasına sebep olmaktadır. Ancak hala evlenme fikrinden vazgeçmemiştir. Annesini iyileştirmek için “İstersen Muhammed’i getireyim” diyen oğluna Nene”nin “Ben senin için endişeleniyorum, onun için değil” demesi de filmin mesaj içeren bir diğer bölümüdür. Muhammed’in kalbi sevgiyle doludur ve gönül gözü Allah’ı bulmak için çaba sarf etmektedir. Ancak ona yöneltilen ilahi mesajları göremeyen, kendi zevki için çocuğuna bunca eziyet çektiren, Hakk’ın bilincinde olmayan baba asıl acınacak durumdadır. Nitekim öyle de olmaktadır. Ninenin ölümüyle birlikte babanın bütün işleri kötüye gitmeye başlamaktadır. Bunu bir uğursuzluk olarak kabul eden kız tarafının “Bu evlilik bize uğursuzluk getirir” diyerek düğünü iptal etmesi babanın aldığı en ciddi darbedir.
Baba, elindeki en büyük umudunu kaybetmesi sonucunda yavaş yavaş durumun ayırtına varmaya başlar ve Muhammed’i almak için marangozhaneye geri gider. Dönüşte yine aynı şefkat tokadının sesiyle karşılaşır ve bir köprü üzerinden geçerken köprünün yıkılması sonucu atıyla birlikte Muhammed’in nehirde sürüklenmesine maruz kalır. Şüphesiz ki Allah babayı bir sınava tabi tutmaktadır. Biraz düşündükten sonra kendini nehrin çılgın sularına atan baba bir süre sonra kendini bir sahilde bulur. Evet, baba ölmemiştir. Yaptığı kötülüklere karşı, seyircinin gözünde bütün eziyetlere müstahak olan babaya verilen bu kurtuluş, Allah’ın Rahman sıfatına bir göndermedir. O aynı zamanda sonsuz bağışlayıcı ve merhamet sahibidir. Filmin, babanın Muhammed’i bulması ve cansız gördüğü bedenine sarılmasıyla sona ereceği zannedilirken, efsanevi bir şekilde Muhammed’in kâinatın sırrını bulmaya çalışan parmaklarının büyük bir parıltı altında kımıldaması seyircide tarifsiz bir hissiyat uyandırır.
Mecidi’nin Allah’ı düzenleyicidir. Uyarılar gönderir, yola getirmek için fırsatlar sunar, kimi kötü gördüğümüz özellikleri bize bir lütuf olarak sunmuştur ve O’nun gerçekleştirdiği her şeyde bir hikmet vardır. Filme onca emek vererek çeken yönetmenin bakış açısını hırpalayarak ya da sığ eleştiriler yönelterek değerini düşürmek, bence ona yapılacak en büyük haksızlıktır. Bu nedenle filmi onun gözünden aktarmayı tercih ettim. Gündelik hayat elbette böyle değildir ya da yönetmene göre biz onun bu yönünü göremeyiz. Sonuç olarak sinemada gerçekçilik akımına karşı kurgusallığı büyük bir lütuf olarak gören Mecidi, bu filmi sayesinde bize imgesindeki dünyayı tanıtma fırsatı buluyor. Kulak vermek gerekir…
Ömer Mızrak
Yazarın diğer yazıları.