Anasayfa / Sinema / Klasik Filmler / Ta kokkina fanaria (1963, Vasilis Georgiadis)

Ta kokkina fanaria (1963, Vasilis Georgiadis)

Yunan yönetmen Vasilis Georgiadis’in 1963 yılında çektiği mükemmel bir melodram Ta kokkina fanaria (Kırmızı Fener). Kara film tarzında kotarılmış bir mücevherdir de denebilir.

Bu filmi de kara filmlere duyduğum derin sevgiden ötürü keşfettim diyebilirim. Uzun süredir 50’li ve 60’lı yıllardan yaptığım kazı çalışmaları yine parlak bir sonuç verdi; çünkü enfes bir sinema harikası.

Farklı karakterlerin değişik hikâyelerini aynı trajik düzlemde örgenleştirmek hem edebiyat hem de sinema eserleri için kolay olmayan bir iş. Kırmızı Fener bu bağlamda yazgısını değiştirme derdindeki hayat kadınlarının yaşama uğraşısı üzerine bir melodram, denebilir.

Yaşamı olumlayan ve uğruna mücadele eden trajik kahramanların onurlu yaşam pratiği sanırım büyük yönetmenlerin de durmaksızın incelediği bir mesele; kökeni Sisifos’a dek geri gidiyor çünkü. Yazgısını sırtlayan trajediye kilitlenmiş kahraman bunun için sonsuza dek mücadele edecektir; ne olacağını, sonunda neyle karşılaşacağını bilse bile kaderini omuzlamaya devam edecektir. Nitekim Albert Camus’ü de Sisifos’u mutlu bir halde düşünmemiz gerektiği yazar Sisifos Söyleni‘nde:

“Sisifos’u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”

Filmdeki kadın kahramanlar da öyle yapıyorlar. Yaşamı sonsuzca olumlamak ve mücadele etmek Nietzsche etiği ile yakından örtüştüğü için öteden beri dikkatimi çeken bir konu. Nesneleştirilen kadınlar özneleşmeye çalışıyorlar. Arzu nesnesi konumundan birey statüsüne geçmeye çalışıyorlar. Film aslında bu konuyu araştırıyor. Yönetmen, evrensel bir hakikati Yunanistan coğrafyasında gözlemleyerek İtalyan Yeni-Gerçekçi sinemacılar gibi ülkesinin ezilmiş kadınlarını, onların umut ve umutsuzluklarını, küçük sevinçlerini ve hüzünlerini kayda geçiriyor. Sinemacının asli görevi de bu değil midir? İnsanı anlatmayan, onun onurlu mücadelesinden, yaşam serüveninden söz etmeyen bir sinemayı kim dikkate alabilir ki? Ya da insandan söz açmayan bir filmin geleceğe kalması mümkün müdür?

Fatalist örnekler kara film söz konusu olduğunda karşımıza sık çıkan bir meseleye işaret edir: Burada serüven büyük ölçüde anahtar klişelerden hareketle inşa edilir. Femme fatale ya cezalandırılır ya da cehenneme postalanır. Polis dedektifi ya da özel dedektif kısmen değişim geçirir ya da aynı potada dönmeye devam eder. Daha da kinik bir tavır takınabilir. Pesimizm öykülerin ruhuna sirayet etmiştir. Kırmızı Fener ise mevcut kodlara itibar etmeden öncelikle gündelik yaşam serüvenine ve mücadeleye odaklanıyor. Alternatif mücadele odaklarını katediyor. Sonunda trajedi bir şekilde kahramanları bulsa da aslında mühim olan mücadelenin kendisi ve yeni bir mücadeleye daha atılmanın kaçınılmaz gerekliliği. Kahramanlar da öyle yapıyorlar. Çünkü filmdeki ihtiyarın karısına sorduğu gibi: “Yaşam, güzel değil mi?” Elbette buna hemen herkes aynı yanıtı verecektir. Yaşam, güzel değildir sadece; uğruna mücadele edilmeye değer. En dibe vurmayan, en yukarısını nasıl görebilir?

Öte yandan, öyküde eril şiddet ve caydırıcı kuvvetin klasik noir‘daki gibi merkezi bir yer teşkil ettiği söylenemez. Bedenlerini sarhoş erkeklere pazarlayan ayaktakımı bunun da hakkından gelmesini bilecektir. Filmin bu açıdan feminist bir kapı araladığını düşünüyorum. Erkeğin salt seks makinesi kimliğinde gördüğü hayat kadını için halen bir şans daha vardır. Devletin üzerinde hakimiyet kurmasını beklemeden yaşam serüvenine kendin dahil olman gerekir. Ki öyküde buna dair bir detay da var: Barlar sokağını ve randevuevlerini yıkmak için gelen devlet yeni evler yaparak yeni yaşam olanakları sağlayacaktır. Ya hayat kadınları, onlar için ne yapılacaktır? Elbette hiçbir şey. Kadınlar iki ateş arasında kalmışlardır: Eril şiddet ve devlet baba. Seçimlerini yine kendileri yapacaklardır; çünkü hayat seçimlerden ibarettir. Beklemek hiçbir şeyi hiçbir yere ulaştırmaz. Ya içindesindir mücadelenin ya da dışında.

Kenji Mizoguchi’nin unutulmaz melodramı Akasen chitai’yi (1956, Utanç Sokağı) anımsatan Kırmızı Fener, bedenleriyle birlikte onurları da sömürülen kadınların makus talihine yakılmış bir ağıt mahiyetinde de okunabilir. Mizoguchi adı geçen filminde ayakta kalmak için karşı cinsini perişan edip sömüren bir femme fatale‘i de resmetmişti. Georgiadis ise ne kadar çabalasa da başladığı noktaya avdet eden ama yaşamaktan, mücadele etmekten de geri durmayan beden işçilerini tasvir ediyor.

Hayat kadınlarının aşklarını, çevrelerindeki onları sömüren akbabaları, eğlence ve seks peşindeki sarhoş müşterileri, diğer çalışanları, kavgacı gürültücü Amerikan askerlerini (ki Amerikan varlığına ve insanlarına sıcak bakılmadığı kesin) sevecenlikle tasvir eden Kırmızı Fener, Yunan sinemasını keşfe çıkarken mutlaka uğranılması gereken bir durak.

Hakan Bilge

[email protected]

Yazarın diğer yazıları.

kadın filmleri sinemada fahişe temsili sinemada realizm Ta kokkina fanaria (1963) Vasilis Georgiadis

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Otopsi: Hitchcock’un Psycho’sunun Sahne Sahne İncelemesi (Görsel Materyallerle Birlikte)

  1960 yılında Paramount Pictures şirketinin gözetiminde, Universal’in stüdyolarında çekilen ve Alfred Hitchcock’un son siyah ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort
bursa escort
ümraniye escort
çankaya escort
escort izmir