“Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır…” –Andrei Tarkovsky
“Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedeni de bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli.” –Andrei Tarkovsky
İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’a göre Andrei Tarkovsky, sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. Tüm hayatı boyunca yumrukladığı ve ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildiği kapıları, Tarkovsky büyük bir tabiilikle dolaşmıştır. Çünkü onun için sinema -sanat- duadır. Filmleri, tanrıyla arasında kurduğu yegâne bağdır. Yapıtlarında ruhunu zincirlerinden kurtarır ve yaratıcının huzuruna çıkartır. Tanrısız bir sanata inanmıyorum, der Tarkovsky, sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirse ne mutlu bana…
Rus yönetmenin filmografisi on iki dizelik lirik şiir biçiminde ele alınırsa, Zerkalo (1975, Ayna) en kişisel mısrası olacaktır. Karanlık geçmişin sessiz bir tablosudur Zerkalo.
Savaş esnasında yitirilen çocukluğun olanca saflığına tutulmuş aynadır. Tarkovsky’nin ailesi uğruna yaktığı hüzünlü -ve bir o kadar özlü- ağıttır. Tam da bu sebepten; sanat eserlerini kalıplara sokmayı ve üzerinden kuramlar türetmeyi büyük bir meziyetmiş gibi gören entelektüel kesim tarafından, asla gerçekten anlaşılmamıştır. Entelektüel her türlü okumadan bağımsız olarak, Tarkovsky eserlerini insan ruhuna seslenme amacıyla çeker. Onun filmleri sadece hissedilmelidir. Zira ‘anlaşılma’ çabası içerisinde izlenen ve -doğal olarak- anlaşılamayan Ayna’yı karmaşık oluşuyla suçlamak; Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunu yeterince parlak bir tepsi olmadığı veya Balzac’ın Vadideki Zambak romanını şöminede yeterince harlı yanmadığı gerekçesiyle suçlamaktan daha mantıklı değildir.
Ayna; ölüm döşeğindeki bir adamın anılarının bilinç akışı tekniğiyle anlatıldığı, düşlerin gerçeklikle iç içe geçtiği bir hikâyedir. Film süresince yüzünü göremediğimiz Aleksei’nin anıları ve pişmanlıkları, Tarkovsky’nin geçmişiyle büyük oranda örtüşür. İki farklı çocukluk dönemi ve anne figürü, tek karakter tarafından canlandırılır. Çocukluğunda koşulsuz anne sevgisinden mahrum büyümüş genç adamlar, hayatları boyunca karşı cinste annelerini aramaya mahkûmdur. Anneyle girişilen sevgi savaşından galip ayrılan her çocuk; kendini topluma ispatlama savaşından uzakta bir hayat geçirebilme ayrıcalığını da kazanmış olur.
Anlatılmakta olan hikâye, dibine kadar bireysel niteliklerle bezenmiş olmasına karşın, dönemin Rus toplumunu da betimlemekten çekinmez. Duvarlarından gözyaşları akan toplum; korku içinde ve baskılar altında yaşamaya alışmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanmış çocukluğun, saflığı nasıl yok ettiğini biliriz; ancak her şeye rağmen özlendiğini de hissederiz. Ne kadar aşağılık ve rezil bir yer olursa olsun, çocukluğun iyimser hayalleri sıkıca bağlandığımız kökleri bırakamaz. Aleksei; babası tarafından terk edilmenin acılarını yaşamıştır, ne var ki kendi çocuğuna karşı daha özverili davranmaz. Sonuçta herkes, er yada geç en nefret ettiği kişiye dönüşür.
Hikâye boyunca önemi arz edilen ‘ev’ kavramı, insanoğlunun hayatının her döneminde peşinden koştuğu ve ulaşmaya çalıştığı nihai topraktır. Yaşanmakta olan gerçeklerin yükünün altında ezilen insan için, anne yanında olunabilecek sığınaktır. Ailesinden gerekli sevgiyi görmüş bir çocuk için ev; tencerede sıcak yemeğin kaynadığı yerdir. Çocukluğu acılar içinde ve anne sevgisinden noksan geçmiş, ölümle yüz yüze bir adam içinse, babasının şiirlerini okumaktan gayrı sığınılacak hiçbir yer yoktur: Koş çocuğum, taşı bu bedeni güçlüysen ve bakır halkanı kovala, bu evrende elinde sopayla, artık her adım yaklaştırırken onu, yeryüzü neşeli ve kuru bir şekilde çınlar kulaklarında…[1]
Tarkovsky sadece Ayna’da değil, diğer filmlerinde de ‘gerçeklik’ kelimesinin altını özenle çizer. Gerçeklik, algıladıklarımızdan ibarettir. Oysa geçmişin düşleri, karanlık zamanları bile büyüleyici bir çekicilikle servis edebilir. Geçmişe dönüp baktığımızda; imgelerin büküldüğüne, şekil değiştirdiğine tanık oluruz. Belki de böyle olmasını isteriz, çünkü hayallerimizdeki cisimler; onları somut biçimde görebilme şansımız olsaydı muhtemelen o kadar da ihtişamlı görünmezlerdi. Bahsi geçen gerçeği bilen Tarkovsky için Ayna; anılarında saklı kalmış rüzgârla dans eden yaprakları ve leylak kokusunu somutlaştırma -ona ulaşma- uğraşıdır, tek bir farkla: düşlerdeki güzelliğinden hiçbir şey kaybettirmeden.
Ayna; zaman zaman içimizde kıpırdanan kelebeğin, 108 dakikalık kanat çırpışına şahitlik etmektir. Uyanık ve duyarlı bir ruhla kelebeğe tanıklık edenler bilir ki: çağlar elbet değişecektir, ancak insanlığın özü ilelebet korunacaktır. Şu an için kendisini yüksek binalara -kafeslere- hapsetmenin peşinde de olsa, insanoğlu için doğaya ve çocukluğun saf huzuruna kanat çırpma vakti gelecektir.
“İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.” –William Shakespeare
Taflan Deniz
Yazarın diğer yazıları.
Başka Peron derginin Eylül-Ekim (2016) sayısında
yayımlanmıştır.
[1] Arseny Tarkovsky, Zerkalo.