John Huston’ın 1940’lı yıllarda çektiği kara filmlerden biridir We Were Strangers (1949).
Huston mücadeleci, kararlı, yazgısını avcunun içine almak arzusundaki serüven ruhlu portreler çizmiştir. Sinemasını tek sözcük özetleyebilir düşüncesindeyim: mücadele. We Were Strangers da kuşkusuz böyle bir filmdir. Bu kez mücadele alanı Küba dolayları. Artık tesadüf müdür, bilinçaltından süzülüp gelen gizil bir itki midir, yoksa gayet bilinçli bir tercih midir, bilemiyorum; lakin Amerikan ordusunun sağda solda, Orta Doğu’da ve Uzak Asya’da özgürlük vaadiyle cirit attığı son yıllarda We Were Strangers mevcut sosyo-politik-ekonomik dağdağanın bir önbildirimi şeklinde addedilebilir mi? Belki de. Amerikan sinemasına bakarken mevcut konjonktüre bakmak bir dereceye kadar nasıl gerekliyse, gerek Golden Age’in seri üretimine ve gerekse de sonrasında çekilen filmleri okurken uzak geleceğe de bakmak ve bağlantılar kurmak bir o kadar elzemdir. Hollywood asla sadece Hollywood değildir, aynı zamanda politik ve ideolojik bir arenadır. Bu mecrada çekilen çoğu film birbirine benzese de ideolojik yönsemelerin ayrıştırılması gerekmektedir.
İşte bu politik ve ideolojik kontekst içinde We Were Strangers’a kısaca bakabiliriz:
Huston’ın bu filminin senaryo yazarları kurnazca manevralarla Küba halkını sömürüden kurtaracak kişiyi önce bir Amerikalı kimliğinde, ardından aslen Kübalı olup da sonradan Amerikan vatandaşı olan soğukkanlı bir portre olarak konumlandırmışlar. Hiç ilgim yok, lakin böyle mavra bir senaryo yazmazdım ben olsaydım. Neyse. Aslen Kübalı Amerikan vatandaşımız, Amerikan gettolarında çalışan proleterlerin dişinden tırnağından arttırdığı paraları yardım niyetine toplayıp Küba’ya gelir ve halkını diktanın elinden kurtarmak için mücadeleye başlar. Huston sinemasından bilindiği gibi mücadele parlak bir zaferle sonuçlanır (gerçi kaybetmeye yazgılı loser’ları konu aldığı da tarafımca sık görülmüştür), ama planşör ve eylem adamı Tony Fenner (John Garfield) devrimin gerçekleştiğini göremeden, sömürücülerin yurt dışına kaçıp Küba’nın özgürleştiğine tanık olamadan öldürülür ve bilinmeyene göçüp gider. Fakat rahat uyusun, Küba emin ellerde!
John Huston ve Hollywoodvari devrim manevraları ve genel manzara:
Yarı entelektüel (bir üniversitede yüksek lisans yapıyor garibim) bir figür filmde bir ayak bağı olarak lanse edilir ve bir trafik kazasında cehenneme postalanır. Tünel kazma projesi boyunca giderek akıl sağlığını yitiren okumuş kesimin pratik anlamda devrime bir şey sağlayamayacağı düşüncesi hâkimdir. Bu tarih dışı fikir ne askeri yayılmacılığın tipik örneğini oluşturan Amerikan tarihiyle ne de Rus Devrimi gibi konjonktürel örneklerle kesişir. Özetle Hollywood halktan yana halka rağmen ilkesine uyduğunu kendi usullerince reklamize eder. Küçük adamın yanında olduğunu dile getirir.
China Valdés (Jennifer Jones) örneğindeki gibi Kübalı kadın prototipi ülkesine bağlı intikamcı ve gururlu bir kişiliği omuzlanır. Mevcut portre aynı zamanda klasik noir‘daki femme fatale figürünün çarpıtılmış bir görüntüsüdür. Affair in Trinidad (1952, Trinidad Olayı, Vincent Sherman) örneğindeki Rita Hayworth gibi.
Tony Fenner, en sonunda Amerika’dan aldığı yardımlar sayesinde devrime önayak olur. Amerika olmasaydı devrim filan olacağı yoktu herhal. Bu örnekte de kesinleştirilebileceği üzere nerede bir devrim, ayaklanma, kalkışma, darbe, isyan varsa Amerika her daim oradadır. Düzensizliğin de düzenin de kontrol edicisidir çünkü. Dünyayı gören büyük bir gözdür Amerika. Tüm zamanların en hakiki big brother’ıdır.
Yukarıda çıtlattığım gibi, esasen Amerikan ordusunun özgürlük getirme projesi hep vardı ve var olmaya da devam edecek. Sırada hangi ülkeler var, herkes az çok biliyor.
Demokrasi sözde ancak Amerikan yardımıyla dünyaya yayılabilir. Bu fikir değişmedi. 11 Eylül saldırılarının ardından kökeni çok eskilere dayanan özgürlük yayma ve geliştirme projesi iyice kanıtlanmış oldu. Aslında büyük bir koz oldu demeliyiz. John Lennon olsa barışa bir şans verin derdi. Ama işler öyle yürümüyor.
Fidel Castro ve Che Guevara bu filmi izlemişler miydi acaba? Sanmıyorum. Eğer izleselerdi ülkelerinde yasaklarlardı, eminim. Bununla birlikte, CIA ajanlarının bilmem kaç defa Castro’ya suikast planladıkları ama başarılı olamadıkları küçük yeğenimin bile bildiği politik bir gerçek.
Şu an Amerikan sinemasında olup biten birçok şeyin aslında daha önceden yaşandığını, çekilen ve birbirine benzeyen binlerce filmin esasen önceden de çekildiğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Filmin bize kazandırdığı tek şey bu!
İlave bilgi: 39 yaşında hayatını kaybeden çok sevdiğim aktör John Garfield sosyalist bir kişilikti. Hatta bir dönem baskılarla da karşılaştı. Bu filmde oynamış olmasına çok içerliyorum!
Hakan Bilge
Yazarın diğer yazıları.