Sinema Tarihinde Üçlemeler (2) - Hiroshi Inagaki’nin Miyamoto Musashi Üçlemesi
Mayıs 6, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
…Şida Kiçinosuke ”Yaşasan da ölsen de sağ kalmayacaksan yaşama!” diyerek sözün özünü söylemiştir. Yine ”gitsem mi gitmesem mi” diye düşündüğün yere gitme” demiştir. Buna ek olarak şunları söylemiştir: ”Yesem mi yemesem mi diye düşündüğün şeyi yeme” ölsem mi ölmesem mi düşünüyorsan ölsen daha iyi…
…Bir şeyi okurken içinizden okuyunuz, sesli okursanız sesinizin devamı gelemeyebilir.
…Morooka Hikouemon’un bir iş için çağrıldığında geçmiş bir olaydır. Kendisi tanrının adını anarak yemin etmek istedi. Ancak ben ”Savaşçının özü demirden daha serttir. Yüreğinde savaşçılık olduktan sonra tanrıların adını anmaya gerek yoktur” deyince yeminden vazgeçildi. Yirmi altı yaşındaydım…
Hagakure: Saklı Yapraklar -Tsunetomo Yamamoto
Yukarıdaki alıntılı yerler Tsunetomo Yamamato’ya ait “Hagakure: Saklı Yapraklar” adlı eserden. Yamamato 1659–1719 tarihleri arasında yaşamış bir Japon savaşçısıdır aynı zamanda. Jim Jarmusch’un “Ghost Dog: Samuray Way” adlı filminde Ghost Dog’un okuduğu kitabın yazarıdır velâkin.
Dikkati asıl çekmek istediğim nokta ise, samurayların sadece bir savaşçı olmadıklarıdır. Gerek kültürel birikimleriyle, gerekse Zen, Budizm, Konfüçyüs gibi temel doğu felsefelerini ilke edinmiş ve bunları “bushido” ile harmanlayarak kendi savaş felsefelerini, mitolojilerini yaratmış savaşçılardır samuraylar. Bushido kelime anlamıyla “savaşçının yolu” anlamına gelen; aynı zamanda samuray öğretisini belirleyen kurallardan oluşan bir kavram. Adalet, onur, cesaret gibi kavramlar bu öğretinin temel direklerini oluşturmaktadır. Bushido kelimenin tam anlamıyla samuray kültürünün anayasasıdır.
Tsunetomo, yıllar boyunca efendisinin hizmetkârlığını yapmış, yaşamının son yıllarında da saçlarını kazıtarak Budist bir rahip olmuştur. Samuray kültürü daha önce değindiğimiz üzere sadece savaş değil aynı zamanda bilgelik yoludur. Yaşamlarının sonuna gelen samurayların çoğu bu yolu seçmiştir. Bu da onları diğer kültürlerdeki; Avrupa şövalyeleri, Amerikan western mitinin kahramanlarından ayıran başlıca özelliktir. Amaçları iktidara sahip olmak değil, iktidara hizmet etmektir. Ve bunun sonucunda inzivaya çekilerek yaşamlarının geri kalanını düşünce ve fikirleri üzerinde yoğunlaşarak geçirir samuraylar. Orta çağın karanlık ve skolâstik öğretilere dayalı olmasına neden olan haçlı seferlerinden dönen şövalyelere nazaran, Amerikan westernlerindeki isimsiz kahramanların hiç de bundan altta kalır yanları yoktur. Bunu onları kötülemek ya da yaptıklarını çarpıtmak anlamında kullanmıyorum. Lakin Clint Eastwood’un 1992 yılında çekmiş olduğu ‘’isimsiz kahramanlığa ağıt’’ tadındaki Unforgiven (Affedilmeyen) filmi bunun resmi bir kanıtıdır. Ve farklı kültürlerden doğan, beyazperdede kendi “aura”larını oluşturmuş bu kahraman hikâyelerinin ortak noktası katıksız bir “şiddet”e neden olmalıdır.
Bushido bana göre sadece savaşçının yolu değil aynı zamanda “pişmanlığın yolu”, “vicdanın yolu”dur. Unforgiven filminde William Munny’nin seçtiği yol da işte bu azap yoludur.
Samurayların uzak doğu sinemasına etkileri yadsınamaz. Onları reddetmek aynı zamanda Japon ulusunun tarihini de reddetmek anlamına gelir. Samuray kültürünün 7. yy ile 20. yy.’ın sonlarına kadar sürdüğünü düşünürsek bunda haksız da sayılmayız. Ancak Japon sinemasının tamamen bu kültür üzerine yoğrulduğunu söylemek de abes kaçar. Bu nedenle Japon sineması iki bölümde incelenir. Bunlardan ilki “Gendai-geki” modern Japon sinemasıdır. Bu tür sinemanın en önemli özelliği toplumsal ve siyasal konuları ele almak, çağdaş Japon insanının sorunları üzerinde dramalar yaratmaktır. Yasujiro Ozu’nun sineması bu gruba girmektedir. Diğer bölüm ise “Jidai-geki”dir. Jidai-geki sineması daha çok dönem sineması olarak bilinir. Japonya tarihi üzerinde yer edinmiş samuray ve diğer dövüş kolları üzerinden, siyasi çekişmeleri, toplumsal olayları anlatan filmlerdir.
Samuray kültürünün en önemli özelliklerinden biri de samurayların “isim”lerinin olmasıdır. Bir samurayın ismi aynı zamanda onurudur. Lakin Japon tarihine baktığımız zaman samuray olarak sivrilen en önemli isim Miyamoto Musashi’dir. 1584-1645 yılları arasında yaşayan Miyamoto, gelmiş geçmiş en iyi samuray ve kılıç ustası olarak bilinmektedir. Yaşamı boyunca yaklaşık 30 düello yapan ve hepsini kazanan Miyamoto ilk düellosunu 13 yaşında yapmıştır.
“Gençliğimden beri strateji yolunda eğitim aldım, on üç yaşında ilk düellomu yaptım. Rakibim Arima Kiheyi, Şinto riyu kılıç üstadıydı ve onu yendim. On altı yaşında Tajima bölgesinden gelen Akiyama isimli güçlü bir üstadı yendim. Yirmi bir yaşımda Kiyoto’ya gittim ve çeşitli kılıç okullarından üstadlar ile düellolara girdim ama hiç kaybetmedim…” Miyamoto Musashi, Go Rin No Şo
Miyamoto Musashi’nin yaşamı dilden dile aktarılarak, yaşadığı birçok olay bir tür efsane halini almıştır. Günümüzde ise bu usta samuray hakkında anlatılan birçok olayda ayrılıklar görmek mümkündür. Beyazperde ise böylesine bir kahramanın öyküsünü es geçmemiş ve türlü filmi kendisine ithaf etmiştir.
Miyamoto Musashi’nin yaşamı samuray sinemasında en çok anlatılan ve yansıtılan hikâyedir desek yanlış olmaz; imdb sitesine girip ismiyle arama yaptığımız zaman bile ne kadar çok kaynak ve film yapıldığını görmek mümkündür.
Ancak biz sinemada- ki bana göre- en iyi anlatılmış Miyamoto Musashi filmlerine değineceğiz.
Samuray Üçlemesi olarak bilinen ve yönetmenliğini Hiroshi Inagaki’nin yaptığı Miyomoto Musashi filmlerinin sırasıyla isimleri şöyle:
Miyamoto Musashi (Üçlemenin Birinci Filmi)
Zoku Miyamoto Musashi Ichijôji no kettô (Üçlemenin İkinci Filmi)
Miyamoto Musashi kanketsuhen kettô Ganryûjima (Üçlemenin Üçüncü Filmi)
Hiroshi Inagaki böylesine bir kahramanın biyografisini tek bir filmle anlatmak yerine, üç filmle anlatıyor. Bu nedenle biz de bu yöntemi izleyip filmleri üç bölüm halinde ele alıp anlatacağız.
Miyamoto Musashi
Hiroshi Inagaki’nin, Miyamoto Musashi’nin yaşamını ele aldığı bu ilk filminde ve sonraki filmlerde kahramana can veren; uzak doğu sinemasını yakından takip edenlerin samuray kimliğiyle tanıdığı Toshiro Mifune’dir. Mifune için artık “ismi olan bir samuray” tanımlamasını yapsak yerinde olur sanırım. Akira Kurosawa ile daha önce birçok samuray filmi projesinde yer alan Mifune, “isimsiz samuray”ı canlandırarak, Sergio Leone’nin Dolar üçlemesindeki “adı olmayan adam”a da ilham vermiştir.
Film 1600 yılında iktidarı ele geçirmek amacıyla yapılan doğu-batı savaşıyla (Sekigehara Meydan Savaşı) başlar. Kadraja ilk sahneden giren Miyamoto -filmde ilk ismiyle, Takezo olarak geçmektedir- (Toshiro Mifune), arkadaşıyla (Matahachi) bir ağacın üzerinde konuşarak, bu savaşa katılacağını ve bunu yapmaktaki amacının şöhrete ulaşmak olduğunu söyler. Aslında kahramanlık yaparak şöhrete kavuşma, ya da bir “isme” sahip olma bize yabancı gelmeyen bir temadır. Lakin eski Türk geleneklerinde de –Dede Korkut Öyküleri- kahramanlık yapmayan erkeğe isim verilmezdi. Matahachi’yi birlikte savaşmaları için ikna eden Takezo, katıldıkları bu savaşta Batı tarafında yer alır ancak savaşı kaybederler. Savaştan kaçan batı askerlerine rağmen Takezo cesaretini göstererek savaşır, ancak o da arkadaşının yaralanması üzerine savaşı bırakır ve bir köyde saklanır.
Aslında savaş temalı filmlerinin klişelerinden biri, savaştan kaçan askerlerin, köy ya da kasabaya sığınmaları, köy ahalisinden yardım istemeleridir. Ancak hiçbir savaş filmi bu tema üzerinden, samuray filmleriyle, sınıfsal çatışmayı anlatması açısından boy ölçüşemez. Akira Kurosawa’nın, Shichinin No Samurai (Yedi Samuray, 1954) filminde yine Kikuchiyo (Toshiro Mifune), bu çatışmayı dillendirmektedir. Aynı zamanda Kaneto Shindo’nun “Onibaba” adlı korku filmi de, bu temaya parmak basmakta; bir evde geliniyle birlikte yaşayan yaşlı bir kadının savaştan kaçan samurayları avlayarak geçimlerini sağladıkları anlatmaktadır. Yedi Samuray filminde, samurayların köylülerin evinde ölü samuraylara ait eşyaların bulması, mamafih samuray sinemasının sonradan kullanmaya başlayacağı bir klişe halini almıştır. Aynı şekilde Takezo ve arkadaşının bir köylünün evinde kaldığını anlayan haydutlar, onlara tehditler savurup gittiklerinde, evde yaşayan anne ve kızı yine aynı şekilde ölü samuraylardan çaldıkları eşyaları saklamaya çalışırlar.
Takezo’nun ilk düellosunu filmde görmeyiz. İlk düellosunu 13 yaşında tahta kılıçla yapan Takezo’nun tahta kılıçla ilk dövüşünü haydutlara karşı, köylünün evinde yaptığını görürüz. Böylece ilk dövüşünü tahta kılıç ile yaptığı konusunda hemfikir oluruz. Sonrasında köylü kadının Takezo’nun gücünden etkilenerek ona âşık olmasını ancak Takezo’nun buna sıcak bakmayışını görürüz. Takezo yalnız bir samuraydır ve filmde arkadaşına belirttiği gibi bu savaşa katılma nedeni sadece şöhret olmak değildir. Aynı zamanda onu bu savaşa iten yalnızlığıdır. Kadınlara karşı çekingen olan Takezo’nun sonra evden kaçması ve kendini bulması ile birlikte, bir sahnede şelaleye bakması bize haliyet-i ruhiyesini yansıtmaktadır.
Yalnız bir şekilde köye dönen Takezo köyün girişinde “Seyahat eden herkes geçerli bir kimlik belgesi göstermek zorundadır” yazısıyla karşılaşır. Kendi kimliğini bulmak için köyünden çıkan bir savaşçı için böyle bir manzarayla karşılaşmak ne büyük bir ironi. Ancak zorla köye girmeye çalışan kahramanımız içeri girdikten sonra, yönetim tarafından bir kanun kaçağı olarak mimlenerek her yerde aranır. Takezo arkadaşının başka bir kadınla birlikte gittiğini ve bir daha geri gelmeyeceğini söylemek için köye döndüğünde, arkadaşının annesi ve gelini onu askerlere yakalatır. Bu da aslında sürekli kadınlardan nefret eden ve onlardan kaçan bir samurayın kadınlara karşı olan davranışlarında haklı olduğunu gösterir. Ancak Takezo artık “vahşi” adıyla çağrılır. Cangılda yaşar ve yolunu kaybeder, herkes onu ararken, kendisi kaybolmuş bir hayvan gibi yaşamını sürdürür. Ve onu kurtaracak şey inançtan başka bir şey değildir. Köyün budha rahibi onu bulmak için cangıla girer ve bulur. Ancak onu askerlere teslim etmek yerine kendisiyle birlikte kalması şartıyla salıverilmesini ister. Miyomoto Musashi’nin yaşamının son yıllarında rahip olup inzivaya çekilmesinin en büyük etkenlerden biri de bu olsa gerek. Samuray olmanın sadece savaşçı olmak olmadığını, aynı zamanda bir aydınlığa ulaşma çabası olduğunu, ormanda yolunu kaybeden birisi için aynı zamanda kaybolduğu yolu bulma çabası olduğunu hatırlatmaya gerek yok.
Kahramanımızı ağaçta asılı iken, arkadaşının sevgilisi kurtarır ve birlikte kaçarlar. Kendilerini yeniden bir sürek avının ortasında bulan Takezo ve arkadaşının sevgilisi tekrar yakalanırlar. Takezo yine rahip tarafından tuzağa düşürülerek bir odaya kapatılır ve uzun bir süre boyunca bu odanın içerisinde budizm öğretisiyle yoğrulmuş kaynak ve kitaplarla birlikte kalır. Kendisini aydınlığa götürecek yol budizmden başka bir şey değildir. Ahlakını değiştirecek ve yaşamı boyunca yapmış olduğu budalalıkların farkına vararak kendi ahlak öğretisine kavuşacaktır. Uzun zaman içerisinde karanlıkta kaldığı oda ona ışık olacaktır.
Takezo uzun zaman sonra dışarıya çıkar ve gerçek bir samuray olur. Ve şu ana kadar en çok istediği kimliği edinmiş olur. Onun artık yeni bir ismi vardır bu “Miyamoto Musashi”dir. Takezo samuray olma sevdasıyla yola çıkmış, yaşamış olduğu bütün mücadelelerin, düelloların ve savaşların kendisini bir samuray yapacağına ve üne kavuşacağına inanmış, ancak hayal kırıklığına uğramıştır. “Samuray” statüsüne ise ancak bilgelik yolunu bulduğu zaman kavuşmuştur.
Musashi Miyamoto final sahnesinde köprüden aşağı doğru bakmaktadır. Gördüğü şey ise hafif hafif akan, dingin bir nehirdir. Daha önce onun ruh halini betimleyen şelaleden artık eser yoktur, içindeki bütün taşkınlık ve dalgalanmalar yerini nehir gibi, su gibi bir dingilik ve berraklığa bırakmıştır.
Onun bu hale gelmesine katkıda bulunan, arkadaşının eski sevgilisi -artık onun aşığıdır- ile yaşadıkları, onları görünmez bir iple birbirine bağlamıştır. Son sahnede ise sevgilisinin “bekle beni sevgilim, hazırlanacağım” sözüne riayet etmeyerek, arkasını döner ve geride bıraktığı tek mesaj “yakında geri döneceğim”dir.
Evet Samuray üçlemesinin bu ilk filmi dramatik bir şekilde sona erer. Bizlerde Musashi Miyamoto’ nun nasıl “Musashi Miyomoto” olduğunu öğrenmiş oluruz.
Zoku Miyamoto Musashi Ichijôji no kettô
Hiroshi Inagaki’nin 1955 yılında çektiği, Miyamoto Musashi’nin hayatını konu alan 2. bölüm, daha çok Samuray 2 adıyla bilinmektedir. Hatırlayacağımız üzere birinci filmin sonunda batan güneşe doğru yol alan kahramanımız, artık bilge bir samuraydır. İkinci filmde kaldığı yerden o enfes temayla başlar. Dağları, nehirleri, ovaları aşan Miyomoto bir nevi kendi varoluş yağıyla kavrularak ilerlemeye devam etmektedir.
Film, Musashi’ni yaşlı Baiken ile düellosuyla devam eder. Ayrıca bu izleyeceğimiz ilk birebir düellodur. Bu karşılaşmayı izleyen sahnelerde, düelloyu kazanan Musashi ile yaşlı bir bilge arasında şöyle bir konuşma geçer:
Musashi: Benim zavallı bir kılıç ustası olduğumu mu söylüyorsun?
Bilge: Kesinlikle.
Musashi: İmkânsız. Fakat düelloyu kazandım.
Bilge: Elbette dövüşü kazandın. Fakat bir samuray olarak kaybettin. Senin bedenin çok kuvvetli. Ancak, ruhun huzurlu değil. Bu da demek oluyor ki, herhangi bir düelloyu kazanabilirsin, ancak bu seni tam anlamıyla bir samuray yapmaz.
Kafasında yeni sorular şekillenmeye başlayan kahramanımız, Samuray olma yolunda tekâmüle ermemiş olduğunu, bunun için daha çok yol gitmesi gerektiğini ve bu konuda yapılabilecekleri düşünmeye başlar. Kılıcını parlatmak için, girdiği bir işyerinde “aynı zamanda daha keskin olmasını istiyorum” sözlerine, kılıcı parlatan kişi tarafından “ben asla insanları öldürecek aletleri keskinleştirmem, sadece parlatırım” şeklinde bir cevap alıp dükkândan çıkıp gitmesi; ancak yolda bunu düşündükten sonra tekrar geri dönmesi, önemli bir milattır filmde. Daha önce bilge ile olan konuşmasını hatırlayan Musashi, kazanmanın rakibi öldürmek olmadığını anlamıştır herhalde.
Tabii bu ikinci film sadece kendisi için bir devam değildir. Aynı zamanda, ilk filmin ilk sahnesinde gördüğümüz, savaşa birlikte katıldığı arkadaşı Matahachi ve diğer karakterler için de bir devam filmidir. Matahachi’nin ve daha önce samurayların eşyalarını çalan anne-kızın yolları, sonradan kahramanımızla kesişecektir. Aynı yola çıkan fakat sonradan farklılaşan iki karakterin de öyküsüdür bu film.
Musashi, kılıcını parlatadursun, bir yandan da gezdiği şehirlerdeki dövüş okullarının hocalarına meydan okumaya devam eder. Filmin şu ana kadar ihtiyacı olan şey ikinci bir karakterdir bana göre. Samuray filmlerinde genel olarak bu usta-çırak ilişkisine dayanan ikincil karakterler, bu filmde pek fazla kullanılmasa da; usta-çırak ilişkisi aynı şekilde devam eder. İlk filmdeki budha rahibi ile kahramanımız arasındaki ilişki bu usta-çırak ilişkisine oldukça iyi bir kanıttır.
Yoshiko okulunun hocasına meydan okuyan Musashi, düellonun sabah 6’da yapılması için onu köprüde bekleyeceğine dair bir mesaj yollar. Yıllar sonra aynı köprüde, 3 yıl önce geride bıraktığı sevgilisini bulur. Bu arada köprü metaforu bu tür filmlerde oldukça önemli bir önem arz etmektedir. Lakin köprüler sadece karşıdan karşıya geçme vazifesi görmezler, aynı zamanda kademe atlamak içinde de sık sık kullanılan bir metafordurlar. Düelloya ihanet eden Yoshiko okulunun öğrencileri, hocalarından habersiz bir şekilde Miyomoto’yu tuzağa düşürmeye çalışırlarken bir yabancı ile karşılaşırlar.
Bu yabancı yönetmenin sürekli birlikte çalıştığı Koji Tsuruta’dan başkası değildir. Koji Tsuruta için ayrıca bir parantez açmak istiyorum. Kendisi (samuray filmlerini sevenler dâhil olmak üzere) pek fazla tanıyan kişi yoktur. Ancak Toshiro Mifune için kirli sakallı samuray diyebiliyorsak, “temiz yüzlü samuray” yakıştırmasını da Tsuruta için yapabiliriz. Özellikle Japon sinemasında yönetmen ve oyuncu işbirlikleri oldukça önemlidir. Hatta bunu uzak doğu kültüründeki samuray etkisine bağlayabiliriz. Usta-çırak ilişkisi sadece filmlerde değil, gündelik yaşamda da vücut bulabilmektedir. Akira Kurosawa- Toshiro Mifune, Masaki Kobayashi-Tatsuya Nakadai, Hiroshi Inagaki-Koji Tsuruta (Yagyu Bugeicho ve Yagyu Bugeicho: ninjitsu) benzeri örnekleri çoğaltabiliriz.
Filmimize yeniden dönecek olursak köprüdeki gizemli adam (filmde Kojiro Sasaki) kimdir? Nereden gelmiştir? Bu sorular zihinde canlanırken, diğer yanda kahramanımız uğradığı ihanet sonucu kendini bir geyşa evine atar. Ve uzun bir süre burada kalarak kadınların dünyası ile kendi merhameti arasında bir bocalama yaşar. Ancak sonradan yarım kalmış işi olan düelloyu tamamlamak için geri döner. Düello sonunda galip gelir; tam da rakibini öldüreceği sırada bundan vazgeçer. Ve bir basamak daha kat etmiş olur kahramanımız.
Filmin ikinci bölümü şahsım adına biraz hayal kırıklığı oldu. Serinin en zayıf halkası olan bu bölüm Musashi’nin “kadınları sevmekten vazgeçtim” sözüyle sonlanır. Klasik bir finalle kahramanımız yine gün batımına doğru ilerler.
Miyamoto Musashi kanketsuhen kettô Ganryûjima
Nihayet üçlemenin son ve belki de en iyi filmine geldik. Sinema tarihinde üçlemeler şüphesiz büyük bir yer kaplamaktadır. Ancak bir o kadarı da hayal kırıklığından öteye geçememiştir. Bu filmler ekseriyetle günümüzde çekilen ve ivedilikle tüketilen pop-corn sineması olarak tabir edebileceğimiz filmlerdir. Bu filmler genellikle kısır bir düzen, düşünce ve ahlakın yansımasından başka bir şey değildir. Sinema tarihinde üçlemeler başlığı altında bu konuyu detaylı olarak inceleyebiliriz ileride. Bu üçlemeler genelde ardıl olarak çekildiği için, ilk filmden sonra çekilen devam filmleri oldukça basit ve yararsız olmuştur. Bu zinciri bozan nadir filmler olacaktır elbette. Yakın bir dönemde çekilen (her ne kadar ben “bütün bunlar tek bir film sayılır” desem de) Lord of the Rings (Yüzüklerin Efendisi; 2024-2002-2003) serisi ve Star Wars (Yıldız Savaşları; 1977-1980-1983) serisi gibi; Samuray üçlemesi de bu zincirin halkasıdır. Ve seri devam ettikçe daha da önemli bir yer tutmaktadır. Zaten samuray kültüründe böylesine yer edinmiş bir kişiliği tek bir filmle anlatmak abes olur kanaatimce.
Hiroshi Inagaki’den pek fazla bahsetmedik- ki sonrasında bahseder miyiz bilmiyorum. Çünkü uzak doğu sinemasında da pek fazla önem arz etmiyor maalesef. Yönetmenin adı bu üçlemeyle anılıyor sadece. Bunun yanında sadece samuray filmleri de çekmemiş Inagaki, aynı zamanda samuray ve “ninja” kültürünü filmlerinde işlemiştir. Bu açıdan izlenmesi en önemli filmleri “Yagyu Bugeicho” ve “Yagyu Bugeicho: Ninjitsu” filmleridir. Rehber niteliğindeki bu filmleri türün meraklıları gönül rahatlığıyla izleyebilir.
Ve filmimiz… Her zamanki gibi yine o hoş tınılarla başlar. İkinci filmde karşımıza çıkan gizemli adam -Kojiro Sasaki- antrenman yaparken kahramanımızı yenip en az onun kadar ün salmak arzusuyla yanıp tutuşmaktadır aynı zamanda. “Örütülü sopa” adını taktığı kılıcına bunu söylerken, ilk filmde Musashi’nin ağaçta arkadaşıyla yapmış olduğu konuşmayı hatırlarız. Ancak Musashi’nin o açıdan pek fazla bir eksikliği yoktur. Çünkü o vakte kadar yapmış olduğu 60 düellodan hiçbirini kaybetmeyerek ülke genelinde hedeflediği üne kavuşmuştur. Yine de bir dövüş turnuvası sırasında yanındaki çocuğa meydan okumaya çalışan turnuva birincisiyle karşılaşmak yerine, çocuğun kabahatinin bağışlanması için özür diler. Evet samuray aynı zamanda adil olandır. Musashi kendisini görmek isteyen Edo Shogunu’na gitmek için yola koyulur.
Edo şehri Japonya’nın siyasi birliğini sağlamadan önce Tokyo şehrine verilen isimdir. O dönemde Japonya’nın en büyük askeri ve siyasi şehriydi. Bu nedenle kendini ispatlamaya çalışan ya da efendi arayan samuraylar sürekli bu şehirde ikamet etmekteydi. Büyük düelloların yapıldığı yer yine Edo’ydu. Shogun ise bir eyaletin en büyük yöneticisine verilen unvandı. Bu konuda hayal gücümüzü zorlayacak olsak karşımıza çıkacak manzara, Akira Kurosawa’nın Shichinin No Samurai (Yedi Samuray, 1954) filminde, köylülerimizin bir avuç pirinçle samuray kiralamaya gittiği şehir gibi olsa gerek.
Tabii Musashi henüz Edo’ya varmadan, gizli rakibi Kojiro şehrin yolunu tutmuştur. Kendi ününü arttıracak, Musashi’ye kendisiyle savaşmayı arzu ettirecek kadar düello yapmayı planlamaktadır. Lakin bu amacını, diğer samurayları sakat bırakıp onları iş bulamaz hale getirerek, Shogun’un öğretmeni unvanını elde ederek gerçekleştirmeye çalışır. Her iki samuray bir araya geldiklerinde birbirlerine ilerde karşılaşma sözü verir.
Musashi şehirden ayrılarak, kendisine katılan yeni arkadaşlarla birlikte uzak bir köyde bir kulübede, bir yıl boyunca çiftçilik yaparak, toprak sürerek ve tekniklerini geliştirerek yaşamaya devam eder. Bu arada çoğu samuray filminde aşina olduğumuz, köye musallat olan haydutlarla da mücadele eder. Tabi ki yönetmenin bunu filmine arka plan yapmasının amacı, o dönem için bize bir görüş sağlamaktadır.
Mushashi’ye nerdeyse hiç kavuşamamış olan, filmin duygusal odağı Otsu, sevgilisini diyar diyar aramaya koyulmuş ve sonunda kendisini bu köyde bulmuştur.
Ancak Otsu’ya Musashi’nin yerini söyleyen kişi, Musashi’nin ezeli rakibi Kojiro Sasuke’dir. Kendisi de sevda yaralısı olan bu samuray bu hareketiyle, aynı zamanda Musashi’yi kalbinden de vuracaktır.
Musashi boş zamanlarında budha heykelleri yontar. Bir sahnede yanındaki çırağı yaptığı heykellerinin yüzünün sevgilisi Otsu’ya çok benzediğini söyler. Bunu daha önce fark etmemiş olan Musashi’nin içindeki sevgili hasreti, her seferinde yonttuğu tahta budha heykellerin büyüklüğü ile doğru orantılı olarak artar.
Büyük düello için az bir zaman kalmıştır. Her iki rakip kılıçlarını bilemiş, şartlar elverdiğince eğitimlerini tamamlamıştır. Düello bir adada yapılır ve bu mücadeleyi Musashi kazanır. Kahramanımız filmin sonunda ağlar, ancak dökülen bu gözyaşları aslında uzun zaman önce öldürmemeye yemin ettiği rakiplerinden birini öldürdüğü için değil; bir daha onun kadar iyi bir rakip bulamayacağı içindir. Sinemada buna benzer sahneler az değildir. Michael Mann’ın suç filmi Heat de (Büyük Hesaplaşma) yine benzer bir sahneye sahiptir. Oldboy filminde Lee Wo Jin, intikamını aldıktan sonra yaşamanın bir anlamı kalmadığına inanarak kendini öldürür. Rekabete dayalı filmlerin genelinde olmasa bile böylesi sahneler filmin dramasını yükseltmektedir.
Miyamoto Musashi üçlemesi böylece biter ancak Musashi’nin yaşamı bu şekilde bitmez. Yukarıda bahsettiğimiz üzere Musashi yaşamının son dönemlerinde inzivaya çekilecek, Go Rin No Şo kitabını yazarak modern Japon edebiyatını ve sistemini etkileyecektir.
Yazan: Kusagami
Jean Renoir Klasikleri (2) - Boudu Sauve Des Eaux (1932)
Mayıs 6, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
Boudu Sauve Des Eaux (Boğulmaktan Kurtarılan Boudu), Fransız yönetmen Jean Renoir’ın 1932 yılında çektiği bir filmdir. Başrolünde Michel Simon oynamaktadır. Film 2024′te Gerard Jugnot tarafından Gerard Depardieu’nün başrolünde tekrar çekilmiştir.
Film, sokaklarda yaşayan “kokan adam” Boudu’nun hikayesi etrafında gelişir. Hayatına son vermek amacı ile nehre atlamaya kalkışan Boudu, bir (burjuva) karakter tarafından kurtarılır. Bu karakter (Mr. Lestingois) tarafından eve alınarak Boudu‘ya yardım elleri uzatılır. Film aptalca ya da sıradan bulunabilir ama biraz inclendiğinde öyle olmadığı ortaya çıkacaktır (Bununla birlikte Renoir bu konuda çok cesurdur). Boudu karakteri basit bir karakter olmakla birlikte karşıtlıkları kendi içerisinde barındıran bir karakterdir. Hem korkunçtur hem de sempati duyulabilen bir karakterdir. Boudu bir anlamda “özgürlük”ü, “anarşi”yi, istediğin gibi davranabilmeyi yansıtmaktadır. Fakat daha derin incelendiğinde bundan daha fazlasıdır. Renoir klasik Fransız geleneğinden gelir ve daha çok Yunan mitleri ile haşır neşir olmuştur. Biz ise bunların yansımalarını Renoir’ın filmlerinde görürüz.
Yunan dünyasının Nietzsche’ye göre Apollon ve Dionysos olmak üzere iki tanrısı söz konusudur. Apollon’un dünyası daha çok düzenin, aklın, entellektin, mantığın, ölçülülüğün, tutarlılığın dünyasını temsil ettiği gibi; Dionisos’un dünyası ise doğayı, tutkuyu, coşkuyu, yaşama arzusunu ve “naturel impulses”ları ve daha çok “kaotik” olanı ifade eder. Sanat, estetik, tabiat, tarih ve insan bu kutuplaşmaya tabi olarak değişir. Bundan hareketle, bu filmde bir anlamda düzeni simgeleyen burjuva (middle-class) dünya ile kaosu simgeleyen dünya arasındaki çatışma anlatılır; ama Renoir’ın tarafgir olduğunu düşünmüyorum. Dünya için ikisi de gereklidir. Kaos belirli zamanlarda dünyaya hakim olur ve her şeyi tersyüz eder. Dünya ise bu kaotik altüstler ile zenginleşir. Boudu bu dünyada daha çok kaosu simgeler; Mr. Lestingois’in düzeni simgelediği gibi.
Ama Boudu salt “kaos”tan ibaret değildir. O bir anlamda “mantıklı olmayı” da ifade eder. Kendi mantığı ile burjuva karakterlerin aklını karıştırır. Filmin başında kendisine beş frank veren çocuğun verdiği parayı, altında son model bir araba olan bir “mösyö”ye vererek ona ekmek almasını söyler. Bir başka sahne ise Boudu’nun Lestingois’lerin evinde yemek yerken masayı lekelemesi neticesinde evin hanımının bu lekeyi çıkarmak için tuz dökmesi ve ardından Boudu’nun şarabı tekrar masanın üzerine dökerek bu eylemi tuzu çıkarmak için yaptığını söylemesi bunun bir örneğidir.
Boudu bir açıdan bakıldığında “doğal adam”dır. (homme natural; 18. yy batı edebiyatlarında şumülli bir yer işgal eden “le sovage noble” kavramının bir yansımasıdır. Daha çok batıdaki gezginler yabanda gördükleri “bozulmamış adam”ın erdemleri konusunda övgüler düzmüşlerdir. Jean-Jacques Rousseau bu konudaki öncü yazıları ile sürekli dikkat çekmiştir). Bu doğallığı daha çok burjuvaların dünyasına ayak uyduramamasında ve sakarlığında ortaya çıkar. Filmin sonunda tekrar doğaya dönmesi ise oldukça manidardır. Boudu “self-destructive” özelliklere de sahiptir ki doğanın Dyonisyan güçlerinin bir özelliğidir. Hem kaotik olması hem de “self destructive” olması…
Bununla birlikte Boudu aslında burjuva değerlerine dair bir saldırı adamı olarak da görülebilir. Bu doğru olduğu gibi bunu filmin tümüne yayamayız. Nitekim klasik ahlaki değerler açısından yozlaşmışlık ifade eden bir karakter olmasına rağmen (Mr. Lestingois) Boudu’yu kurtarmıştır.
Belki de bu self-destructive özelliği yüzünden Boudu’ya kimse tahammül edemez. Sadece evin sahibi Lestingois “doğal adam’ın iyiliğine” olan inancından dolayı ona diğerlerinden fazla tahammül eder. Aslında Lestingois burjuva değerlerinin mahpusudur. Onlar ile sınırlandırılmıştır. Boudu’da aradığı ise budur. Bir anlamda Boudu, Lestingois’in sahip olmak istediği özgürlüğün vücut bulmuş halidir. Bunun tersi de Boudu için geçerlidir. Aslında bunlar hayatın farklı görünümleridir.
Filmin sonunda Boudu’ya yüz bin frank çıkar ve hizmetçi ile evlenir. Nehirde kayıklar üzerinde bir düğün yapılır fakat Boudu’nun içerisinde olduğu kayık devrilir; diğer karakterler kurtulur ve karaya çıkar. Boudu ise nehirde sürüklenir. İleride karaya çıkarak -bir anlamda- diğer karakterleri atlatır. Onlar ise Boudu’nun ölüp ölmediğini veya kaçıp kaçmadığını bilmezler. Ama bu son devriliş oldukça ironiktir ki Boudu’nun hayatındaki “değişim”i tekrar vurgular. Hayatın Dyonisosvari güçleri yeniden hakimiyetini kurar ki bu devrilme bunun bir anlamda sembolik bir ifadesidir.
Yazan: Calderon de la barca
The Shogun’s Samurai (1978; Kinji Fukasaku)
Mayıs 6, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
The Shogun’s Samurai (The Yagyu Clan Conspiracy) / Yagyû ichizoku no inbô
Yön: Kinji Fukasaku
Oyn: Kinnosuke Yorozuya, Sonny Chiba, Hiroki Matsukata, Teruhiko Saigo, Mayumi Asano, Hiroyuki Sanada, Shinsuke Ashida, Etsushi Takahashi, Sanae Nakahara…
1978 Japonya
130 dk.
Filmimiz Edo periyodu, Tokugava Shogunate (1603-1868) zamanında geçiyor. Bu dönem Chambara filmleri için sayısız malzeme vermektedir.
1624; Tokugava devrinin ikinci Shogun’u Hidetada, Edo (Tokyo)’daki kalesinde ölür. Fakat bu ölüm saray çevresinde şüpheyle karşılanır. Ölüm döşeğinde günlerce can çekişmesi, vakitsiz bir ölümün habercisidir. Saray aşçısının intihar etmesi, zehirlenme iddialarını güçlendirir. Peki bu ölümün kime ne faydası olacaktır…
Babasının yerine büyük oğlu Iemitsu’nun tahta geçmesi gerekmektedir. Fakat bu genç adam kekemedir, yüzünde çirkin bir doğum izi taşımaktadır. Halbuki ikinci oğlu Tadanaga, zeki ve yakışıklıdır. Yani Shogun’luk için ambalajı janjanlıdır. Bu yönden bakıldığında, merhum Shogun ve oğulların annesi kraliçe Oeyo bile, tahta eblek çocuğun değil, usturuplu olanın çıkmasını uygun görmüşlerdir. Saray erkanından Tadanaga’nın kuvvetli destekçileri de vardır; Owari lordu (Akira Kurosawa’nın favori aktörü Toshiro Mifune bir görünüp hemen kayboluyor), saray başnazırı Doi ve meclis üyesi Sakai… Bu arada genç bir nazır olan Matsudaira Izu ve haremin önde gelenlerinden Leydi Kasuga, Iemitsu’yu desteklemektedir.
Shogun öldüğüne göre, onun seçtiği genç oğul değil, hakkı olan Iemitsu tahta geçecektir. Fakat sırf bunun için Shogun’un öldürüldüğü söylentileri yayılmaktadır; Tadanaga bunu kullanarak tahtı almaya çalışacaktır. Her ne kadar kendisi bilmese de, Iemitsu’nun destekçileri babasını öldürmüştür, gerçekten. Peki bu suçun ortaya çıkması nasıl önlenecek ve çok sevdikleri Iemitsu’nun hakkını almasını nasıl sağlayacaklardır?…
Bu noktada işe Yagyu el atar. Bu soğuk kanlı, ifadesiz, tok sesli yaşlı adam Iemitsu’nun kılıç hocasıdır. Aynı zamanda Shinkage okulununun da yöneticisidir. Çocuklarını da (kızını bile) kılıçlı savaşçılar olarak yetiştiren bu adam; Iemitsu her ne kadar reddetse de onu entrikalarına dahil edecektir.
Birbirlerine diş bileyen iki kardeş, karşı karşıya gelir ve babasının otopsisini reddeden Iemitsu, kardeşi ve annesini Edo’dan kovar. Osaka’daki iç savaş sonrası başlayan geçici barış dönemi yok olmak üzeredir. Bu savaştan yararlanmayı düşünenler de vardır. Shogunluk döneminden beri hakları elinden alınan imparator, görünmez parmaklarını olayı kızıştırmak için kullanmaktadır; Kiyoto’daki soylular (Naib hazretleri) bir türlü Iemitsu’nun Shogun’luğunu kabul etmemektedir.
Fakat Yagyu, düşünülenden daha zekidir. Sadece gerektiği zamanlarda konuşan, içindeki fırtınaları asla ifadelerine yansıtmayan adam o kadar soğuk kanlıdır ki; bu yolda bir oğlunu ve bir kızını kaybettiği halde geri adım atmaz. Geriye bir tek oğlu kalmıştır: Jubei (kült aktör Sonny Chiba) babası gibi bir efendinin emrinde çalışacak karakterde değildir. Zaten tüm bu karmaşada kilit rolü üstlenecek, kaybettiklerinin acısını kanla çıkaracaktır.
Bu uzun, destansı filmde aksiyon, politika, dram, komedi ve romantizm var. Yani tam eğlencelik! Büyük bir ihtimalle uzun soluklu bir TV dizisine dönüştürmek için tasarlanmış yapımda o kadar çok karakter ve yan öykü var ki anlatmakla bitmez. Tabii ki atmosfer, dekorlar, kostümler etkileyici bir biçimde tasarlanmış. Zamanın tumturaklı seremonileri ve gergin jestler çok güzel aktarılmış. Toplu savaş sahneleri, kılıç dövüşleri ve savaşçının bir akrobat olmasını gerektiren atraksiyonlar, chambara severlerin gözünü okşayacak yeterlilikte. Siyah kıyafetli ninjalar oradan buradan fırlıyor; karakterler sesini kokusunu bile duymadıkları düşmanlarını bir medyum duyarlılığıyla hissedip gardını alıyor. Bu sezinleme sorunu nedeniyle bir gözünü kaybeden Jubei, göz bandı takarak daha bir karizmatik oluyor. Sonny Chiba, kendisine çok yakışan bu rolde savaş sanatındaki ustalığını konuşturan bir anime kahramanı gibi. Zaten filmin en dürüst kişisi Jubei. Başta entrikalara malzeme olsa da, tüm olayların aslında bir tepişme olduğunu farkediyor; ezilenlerse tabii ki masum halk… Kıyafetlerin, ipeğin hışırtısı, altının parıltısı gözümüzü kamaştırsa da fakirliği acımasızca aktarabilen filmde; özellikle roninler, o filmlerde gördüğümüz imajlarına uymayan bir vaziyette karşımıza çıkıyor. Bir tür eşkiya portresi çizen bu samuraylar, bir lordun emrine girmek için neredeyse ağızlarıyla kuş tutacaklar. Parasızlığın vermiş olduğu pejmürde halleriyle satıcıların mallarını talan ediyorlar; çingeneler gibi kamp kurup aşırılıklara gidebilecek hareketlerde bulunuyorlar. Bu taht kavgasında, bir yere yamanma ümidiyle, Tadanaga’nın safhında savaşa katılan bu sefil insanlar; satranç tahtasında kolayca yenilebilen piyonlardan başka birşey olamıyorlar.
Shogun yönetiminin karşısına aristokrasiyle çıkan soylular ise, mide bulandırıcı bir yozlukla aktarılıyor. Çocuksu ve entrikacı Saneeda Sanjo ve kötücül efemine Ayamaro Karasumaru bedeninde aktarılan aristokrasi; işlevsizlik sularında çoktan boğulmuş, yapay bir biçime dönüşüyor. Beyaz boyalı, makyajlı yüzleri, abartılı kostümleriyle oraya buraya devinen bu kütleler; yüzlerindeki maskenin ardında gizledikleri ihtirasları nedeniyle göz yaşı dökebiliyorlar. Ya da ne kadar efemine olsalar da (“Senin kılıcın ne kadar uzunmuş öyle!”), Jubei’nin karşısına bir cellat gibi çıkabiliyorlar.
Karakterler her ne kadar klişe olsa da; filmdeki kimin haklı olanın belirsizliği, tam iyi veya tam kötünün olmaması sevdiğim bir yön oldu. Filmin baş karakteri olan (yani aslında özdeşleşmemiz gereken) Yagyu bile karakterinin griliğinden bazen karanlığa doğru yelken açıyor. O kadar fazla entrika var ki, sonuçta hak diye bir unsurdan bahsetmek yersiz oluyor. Bu uğurda gözden çıkarılan, vaad edilmiş topraklarını alamayan Negoro klanının durumu, herhalde filmin en düşünülesi kısmı. İktidar, bu sadık insanlara kötülükten başka bir şey getirmiyor. Saltanat mertebesine çıkmakta kullandığı basamakları yok eden, sonuca ulaştığı vakit bir yük olmaktan başka bir işe yaramayan gemilerini yakan Yagyu; hırsın cisimleşmiş şekli olarak zihnimize kazınıyor. Kulaklarda kalan son kelimeler ise; filmin başında, kendisini seven kişilerin babasını zehirlediğini öğrendiğinde şoku üzerinden yeni atan Iemitsu’nun ağzından dökülüyor “Artık sizinle cehenneme bile giderim!” Öyle de oluyor.
Fakat tarih yanıltıcıdır. Bazı olayları kolaylıkla ört bas eder. Bütün kötülükler ve çirkinlikler o kadar tozlanır ki sanki hiç gerçekleşmemiş gibi olurlar. Ne olursa olsun; Tokugava Shogunları ayakta kalmış ve 2 yüzyıl daha tüm Japonya’ya hükmetmişlerdir.
Yazan: Wherearethevelvets