Bireylikler’in 31. Sayısı Çıkıyor!
bireylikler’in 31. sayısı mart ayının ilk haftası bilemediniz ikinci haftası kitapçılarda!
katiller kahramandır!
kahramanlar katildir!
“Katilleri sevmek, katil olmamın risklerine girmeden cinayet işlemenin maddi ve manevi hazzını yaşamaktır! Kim neye değer veriyor ve onu yüceltiyorsa, odur! Katilleri sevmek ve onları yüceltmek, gelecekte seni ve çocuğunu, günü geldiğinde öldürecek olanı sevmektir! Katilleri sevmek, övmek ve onları kendine kahraman yapmak ve toplumsal onur denilen hareyi onlara giydirmek, öldürmeyi ve caniliği sevmektir, bu da en büyük insanlık suçudur.” ertuğrul meşe
bireylikler’in 31. sayısını;
*insan cinsleri ve erkekler!
*uzun yuva-muzaffer kale
*dumanlı hava sahasında post modernislam arpa suyu masalı- ali toprak
*katiller kahramanımızdır!-ertuğrul meşe
*senin için-vicdani
*rıza inşası- bu tecavüz mü?-ben atherton- zeman, çeviri pelin öztürk
*sonsuz üşümek-mustafa eroğlu
*ceyl/an-ahmet cemil
*en iyi kadın ölü kadındır-şirvan erciyes
*mavra ile vaveyla-osman olmuş
*iki yüzlü,bencil,korkak “çok bilmişler” ve 8 mart- sevim korkmaz dinç
*hele de hemen ölünür mü?..-hurşit gara
*sinemada vamp arketipi & femme fatale imgesi & güzellik anlayışı - hakan bilge
*ağustos yazdan bilme yanılsaması-şinasi tepe
*değil lodoslara-serkan sönmezgil
*başka kadının biri-musa yazıcı
*aç yol-korkut kabapalamut
*bireysel milas ansiklopedisi
*mare nostrum2-a.emre cengiz
*dip sarnıç
*ters akıntılar 2- veroc serenas
*nükleer ayrılık ayini-rahman yıldız
*beni iyi görenler-emre varışlı
*tepe sarnıç
*koza-aynur dursun
*zeki ökten ve ahmet uluçay’ın ardından - hakan bilge
*kör ebe- emirhan esenkova
*vasatlık biçimdir ya da nihat behram şiiri-halim şafak
*beklenmeyen-öykü.t.k
*azer yaran: türkiye boyunca bir çocuk…-zeynep uzunbay
*dolmuş-gökhan t.günsan
*tanrıya karşı çıkın-crispin sartwell, çeviri ceren şanlıdağ
*bedensiz-saim kuru
*tatlı rüyalar-mavisu kahya
*renklerden portakal ve tılsım-mehmet muharrem tekin
*”ben”im dehliz-erbil çare
*simon-nazlı karabıyıkoğlu
*ölüm sessizliği-ş.hakan yılmaz
*bir bar taburesinin mağlubiyeti-murat ali seven
*ben,öteki ve 1984-ilayda yüksektepe
*soysuz kimlik-semih yıldız
*yarıda-onur ışık
*balıkçıların çektiği ağlardan hala İstanbul çıkıyor!-kıvılcım giritli
*madrabaz güne dair mekansız mezmurlar-orhan emre
*prolterya-şinasi tepe-hakkı çınar
*yeş-özgür balaban
*dip oda-altı- sivri dilli rüzgar
*üşüyen düşler-fatma aras
*seyrelti tahir akay
*kitap rafı
*bu bir emasya değildir-reha yünlüel
resimler: mehmet muharrem tekin
başlıklı şiir, öykü, söyleşi, yazı, resim ve fotoğraflar oluşturdu.
bireylikler’i istanbul’da beyoğlu ve kadıköy mephisto’da, seyhan müzik’te, nazım kültür’de; ankara’da imge ve dost kitabevinde, kurgu kültür merkezinde; izmir’de yakın (alsancak), pan (karşıyaka) kitabevinde (alsancak); kayseri’de onur ve tunç kitabevinde; balıkesir/bandırma’da ozan ve cansu kitabevinde bulabilirsiniz. eğer bulamıyorsanız abone olmanızı öneririz. sayısı: 4 ytl. yıllık katkı payı: 25 ytl. posta çeki no: halim şanlıdağ 692233 yazışma; p.k. 271 38002 kayseri
bireylikler@yahoo.com, bireylikler@gmail.com, bireylikler@hotmail.com
isteyen herkese örnek sayı gönderilir.
“önümüzdeki sayı olursa biraz da son kitabı nidâ’dan hareketle ahmet telli’nin şiirini tartışmak istiyoruz. yazıp söyleyeceği olan varsa bekleriz. dostlukla.”
SanatLog Haber
Etin Cinsel Politikası
“Kasaba bakıyordum, istiyordum onu. Oysa kan lekeleriyle dolu önlüğünün sardığı koca göbeğiyle çok çirkindi. Ama eti çekiyordu.”
Kadın porno edebiyatının “İncil”i addedilen The Butcher’da (Kasap) böyle yazar Alina Reyes. Sıcak Ten adıyla sinemaya da aktarılan romanda, kan kokan pis bir kasapla yaşadığı ilişkiyi anlatır tüm çıplaklığıyla. Bir kadın neden et kesen, ete giren ve tüm yaşamı “et”i arzulamak üzerine kurulmuş bir erkeğe arzu duyar ki? Salt bir fantezi, bir fetiş olarak açıklama kolaycılığına düşmez Reyes, çünkü etin cinsel politikası içinden yazar; kadına reva görülen kanlı dünyayı dönüştürme umuduyla yazar…
Carol J. Adams, The Sexual Politics of Meat’de pornografi, fahişelik, tecavüz, dayak, reklam ve medya sektörünün elinde parçalanarak tüketilen kadın bedenine ilişkin “kayıp gönderge” kavramını ortaya atar. Bu kayıp gönderge yapısında, nesneleştirme ve parçalama süreçleri görünmez kılındığı, tüketilen nesne bir geçmişe, tarihe ve bireyselliğe sahip bir varlık olarak algılanmadığı için şiddet haklılaştırılır. Reyes özellikle bir kasabı, arzulanır bir cinsel varlığa dönüştürerek süreci tersine çevirir. Çünkü neyi, daha doğrusu kimi yiyeceğimizi, kime âşık olacağımızı ve cinselliğimizi nasıl yaşayacağımızı partiyarkal politika belirler ve et ile ilişkilendirilen teamüller erk/eklik etrafında döner. Et yemek bir erkek ayrıcalığıdır; ona sahip olarak tüketmek de elbette. Adams The Pornography of Meat‘de de yine popüler kültürün, reklamların ve pornografinin “eğlence” adı altında kadınlara ve hayvanlara yönelik düşmanca ve aşağılayıcı tavırlarını irdeler.
Fallik iktisadı parçalayıp eril merkeziyeti bozuşturan bir dil kuran, kadınların da porno yazacağını ama nasıl yazacağını gösteren Alina Reyes, 7 Gece’de bir tersinleme yaparak ete indirgenen kadını değil, cinselliğin yaşanma sürecini parçalara böler. Bir yıl boyunca yazışan, nihayetinde bir otel odasında buluşan çiftin geçirdiği yedi gecedir bu. İlk gece dokunmak dahi yasaktır, kadınsı tapınağın açılacağı ve kanın akacağı yedinci gece için beklemek gerekir, ki sabır en büyük erdemdir. Kutsi hazza ulaşmak için zevki geciktiren Uzakdoğu’nun taocu seks felsefesinden ve Hindistan’ın hazzı yararlılık değil kendinde bir gerçek olarak ele alan “ars erotica” anlayışından ilhamla yazdığı kitapta gerçek aşkın bir sanat meselesi olduğunu söyler Reyes; çünkü “Bir sanat eseri olan kişinin kendisidir, tanrının eseri olan şey, gerçek anlamda sevmeye ve sevilmeye duyarlı insandır.”
Peki tanrının eserini yok etmeye kendilerini muktedir kılan kasaplara ne demeli öyleyse? Romanlarını “et”, “kan”, “acı” ve “haz” kavramlarını bağıntılayarak kuran Reyes, kirli parmaklarıyla dünyayı yeniden boyamadan duramaz. Çünkü dünya zaten kirlenmiştir ve bireysel hafızamız, kolektif hafızanın izdüşümlerini içerir. Patriyarka, insan-hayvan ilişkilerindeki şiddeti ürettiği sürece erkeklik, avlamak, et yemek ve zayıf bedenler üzerinde denetim kurmakla eşdeğer bir olgu olarak kutsanacaktır ki İsrail tanklarına taşla direnmeye çalışan halkların, Bosna’da, Kosova’da yaşanan soykırımın, Somali’de, Irak’ta tecavüze uğrayan binlerce kadının, Şatila kasabı Şaron’un, Halepçe katliamının, Bosna-Hersek Savaşı’nın, Hitler’in, Saddam’ın, Stalin’in, Bush’un, Hiroşima ve Nagazaki kıyımlarının ve nicelerinin var olduğunu dünyamız kocaman bir av sahası; eril gücün kılıcını kuşananların mülkiyetinde dev bir mezbaha değil midir?
Etin göze ve hafızaya içkinliği
Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez’de et ontolojisinin, bedenin cinsiyetli bir varlık olarak betimlenmesiyle oluştuğunu belirtir. İktidar ten aracılığıyla işler. Beden yaşadığı dünyayı yönelimleriyle dokur ve bu dokuma faaliyeti dolayısıyla dünyayla aynı etin dokusunu paylaşırız. Dünya, bedenimi yansıtır, etime geçer; dünya ile etim arasında birbirine geçme, birbirine el koyma ilişkisi hakimse dünyanın elde edilme isteğinin, et aracılığıyla karşılanması normal değil midir?
Alina Reyes, Ulusal Cephe lideri Jean Marie Le Pen’i hedef alarak yazdığı Poupee Anal National’da, Le Pen’in sağcı politikasının kendi yazısından çok daha müstehcen olduğunu anlatmaya çalışır. Fransa’yı birbirine katan romanda, genç ve güzel bir kadın gizli gizli parti toplantılarını izlemeye başlar, zamanla konuşulanlar kadında tuhaf erotik çağrışımlar yapmaya başlar ve sağ parti lideriyle yattığını düşler. Derken düşler giderek şiddetlenir ve kadın kocasının yerine geçmeye karar vererek onu öldürür.
“Fransa’da olup bitenler beni korkutuyor. Ama daha da korkutucu olan Fransa’nın, Le Pen’in ırkçı söylemine alışmaya başlaması,” diyen Reyes, bu şiddete, şiddet ile karşılık vermek, edebi olarak direnmek ister, tıpkı Lilith adlı romanında yaptığı gibi… Lilith, Havva’dan önceki ilk kadındır ve Adem’in kaburgasından değil, onun gibi kilden yaratılmış olduğunu savunduğu için cennetten kovulur. İlk muhalif, ilk feminist Lilith’i dişi bir şeytana dönüştürür Reyes. Cennetten kovulunca düşsel kent Lone’ye gider, erkeklerin kan ve spermlerini emerek intikam alır.
Erotizmi ve mitolojiyi harmanlayan, eserlerini kanla, etle ilişkilendiren Reyes, klasik anlamda bir porno yazarı değildir. Toplumsal cinsiyet rollerini, kabulleri, iktidarın tene içrek denetim mekanizmasını, ayrılıkçı politikaları eleştirir; çıplaklığı, içgüdüyü ve kadının vahşi doğasını yüceltir. Ama kanla yazılmış dünyada uyku tutmaz onu; tutsaydı dört çocuk annesi Reyes’in “böyle” pornografik şeyler yazması mümkün olur muydu?
7 Gece’nin sonunda, birbirlerinin içine geçtiklerinde adam uyuyakalır ama kadını bir şey engeller:
“Hiçbir şey göremezken neden gözlerimiz sonuna kadar açık karanlığa bakarız?”
Merleau-Ponty, iç içe geçme ve kesişim kavramlarını kullanarak gören-görülen, dokunulan-dokunan ilişkisindeki kesin belirlenimleri ortadan kaldırır:
“Bakışım şeyleri sarar ve onlara kendi etini giydirir. Nasıl oluyor da bakışım şeyleri sararken onları benden gizlemiyor; nasıl oluyor da şeyleri örterken onların örtüsünü açıyor?”
Görülür bir şey ile o şeyin rengi arasında her ikisinin de destekçisi olan, her ikisini de besleyen ancak şeyin kendisi olmayan bir doku vardır, şeyin etidir bu… Franz Kafka ile Milena Jesenska aşkının ekseninde, toplama kamplarında yaşanan acı, aşağılanma ve hüznü aktardığı ve bence en anlamlı romanı olan Hayaletler Önünde Çırılçıplak’ta, yine etin cinsel politikası ve ontoloji çevresinde döner Reyes. Milena, toplama kampında ve hastadır. Kafka’yla yaşadığı ve asla gerçek bir kadın erkek ilişkisi boyutuna erişemeyen aşkı sorgulayan ve karşısındaki erkeği anlayan, anımsayan uzun bir mektup yazar: Kalemsiz, kâğıtsız; sadece düşüncelerinde.
Kafka’nın gri gözleri, Milena’nın etinin içinde boğulmak istercesine onun yüzüne dalar ama gözlerindeki korkuyu silip atamaz. Çünkü o ilksel ve ilkel bir varlık anlayışına geri dönme gereği duyarak bedenin dünyada algı ile varolmasını, şeylerin etiyle bedenimizin etinin iç içe geçişiyle ilgili düşünür yeniden yeniden. Duyumsanan şeyler, duyumsayanda kendilerine döner; tensel mevcudiyetlerin birbirlerine iletilmeleri söz konusudur. Totaliter bir bürokrasi çarkının içine, nefret ettiği Prag kentindeki gettoya sıkışan Kafka, hep dışarı çıkmak ister, çünkü içeridedir ve bir kez daha içeri girmek istemez. Çabası “dışarı”nın da kendine ulaşmasıdır. Dünyayla ilişkisi yönelimsellikle kurulan bedenin bedensel hafızası devreye girer, özellikle de etin bireysel bellek olduğu durumlarda; bir kasap dükkânında, çıplak bir kadın karşısında veya cinsellikte… Reyes’in aktardığı gibi, Milena, Kafka’nın et yemeyi, sevdiği kadının içine girmeyi reddetmesini aklın içinden anlamlandıramaz. Ancak “şeylere” girmek için, onu kendinde tutacak her şeyden, imgeden, düşünceden, temsilden, her türlü öznellikten sıyrılmalıdır; hiçbir şey ikamet etmemelidir bilincinde. Ki bu mümkün değildir. Bir hastalıktır etten tiksinti Kafka’ya göre, çünkü hasta olan öncelikle içinde yaşadıkları dünyadır:
“İnsanın, insan bedeninin böylesine değer yitireceği bir dönemin görücüsü olan o, kendi etinin iştahını doyurursa, istemediği halde bu kıyıma katılmış olmaktan nasıl korkmazdı?”
Milyonlarca suçsuz insanın parçalandığı günümüzde, Alina Reyes’nin kitaplarına “müstehcen” diyerek etin cinsel ontolojisini ıskalayanlar, şiddetini tenlerimize masseden kasaplardan başkaları değildir elbette. Ve onlar asla korkmaz, asla doymazlar…
handeogut@gmail.com
Alina Reyes
The Butcher, Grove Press, 1996
Lilith, Çev: Nermin Acar, Güncel Yayıncılık, 2024
Hayaletler Önünde Çırılçıplak, Franz Kafka ve Milena Jasenska’ya Dair, Çev: Aykut Derman, Doğan Kitap, 2024
7 Gece, Çev: Buket Yılmaz, Okuyan Us Yayınları, 2024
Dil Kültürü
Bir dilin temel işlevi üzerine düşündüğünüzde ama gerçekten düşündüğünüzde onun yalnızca bir iletişim aracı olduğunu anlayacaksınız. Dil, iletişim kurmak için tasarlanmış olup, duygu ve düşüncelerimizi somutlaştırmak için başvurduğumuz yoldur. Ama maalesef belli argümanları ezberleyip, dili olduğundan daha farklı ve anlamlı kıldığını sanan fazla romantik bir nesil de türemedi değil.
İnsanlar dili ilk başta bahsedildiği gibi iletişim kurmak için icat etmişlerdir. İletişim kurma arzusu da duygu ve düşünce paylaşımından gelir. Bir dil ne kadar zenginse ve ne kadar çok insana hitap ediyorsa o kadar faydalıdır ve tabii ki de o ölçüde gelişmiştir. Evrensel bir dil olgusu insanlığın en büyük ihtiyaçlarından olup, ortak bir paydada buluşma arzusunun en büyük tezahürüdür. Bu açıdan bakarsak bir dile eklenen veya bir dilde türetilen sözcüklerin gerekliliği açıkça görülebilir. Özellikle Türkçeye, yabancı dillerden eklenen sözcüklerin bu noktada incelenmesi elzemdir.
Ancak belli bir güruh tarafından Türkçenin saflığı üzerine çekilen uzun tiratlar herhangi bir mantık içermediği gibi, dilin geri kalması üzerinde de en büyük etkiye sahiptir, kanımca. Elbette bir dili kullanırken onun bütün kurallarına uymak ve dili en güzel şekilde uygulamak gerekir ancak bir dilin gelişimi söz konusu olduğunda yeniliklere, yeni sözcüklere açık olmamak, dil faşistliği yapmaktan başka bir şey değildir. Şöyle düşünün, Türkiye’de sadece Türk ırkına mensup vatandaşlar yaşamalı, onun dışındaki ırklar sürülmelidir diyen bir insan ne kadar faşist ve hoşgörüsüzse, Türkçe içinde kullanılan yabancı dillerin varlığına tahammül edemeyen insan toplulukları da o kadar faşisttir.
Türkçe faşisti insanların en büyük argümanları ve bunca zamandır bu düşünce sisteminin varlığını sürdürmesinin tek sebebi olan açıklamaları şüphesiz ki kültür sözcüğünün içeriğidir. Kültür, bir topluluğun gelişim süresi boyunca yarattığı tüm manevi değerlerin toplamıdır. Ancak dil temelde duygu ve düşüncelerimizi yani aslında soyut değerlerimizin hepsinin paylaşım alanıdır ve onları somutlaştırır ki diğer insanlar sizin soyut değerlerinizi görebilsin, duyabilsin ve anlayabilsin. Dil başlı başına bir somutlaştırma aracıdır. Bu yüzden asla bir kültürel değer olamaz. Ancak elbette kültürlerin gelişmesinde rol oynar çünkü bir kültürün gelişimi yukarda da tanımladığımız gibi bir topluluğun ortak düşünce sistemini oluşturmasıyla mümkündür. İnsanların etkileşim halinde olmasının ve ortak bir değer yargısı oluşturmasının en güçlü enstrümanı dildir.
Dilin, kültür içindeki yerini değiştirip, onu bir kültürel değer olarak tanımlamanız bir dilin yok olması için elinizden gelen her şeyi yaptığınız anlamına gelir. Çünkü o zaman dili soyutlayıp, işlevsizleştirirsiniz. Dil, bir kültür öğesi değil, kültürel etkileşim aracıdır. Bu tanımı değiştirmek, dile ihanet etmektir. Yeniliklere ayak uyduramayan insanların temelde yaptığı şeyi yaparsınız dili kültür öğesi haline getirerek; yeniyi aşağılamak ve böylece eskiyi korumaya çalışmak.
İşte tam bu noktada Türkçeye girmeye başlayan İngilizce kelimeler konusuna geçiş yapmak gerekir. Bazı İngilizce sözcükler, Türkçeleştirilip, dilimize katılmaya başlamış, dilimizi zenginleştirmiş, anlatım gücünü arttırmış ve iletişim ağını genişletmiştir. Yeni katılan bu sözcüklerle Türkçe diğer dillerden insanların da anlayabileceği kıvama gelmeye başlamıştır. Böylece ortak bir evrensel dil arzusu gerçekleşmeye başlamıştır. Düşünün ki bir dili bütün insanlık konuşabiliyor, insanlar birbirini anlayabiliyor ve iletişim maksimum seviyeye yükseliyor. İşte bir dilin gelebileceği en son nokta budur, dilin zirvesidir, bir dilin amacının tam olarak yerine gelmesidir. Zira bir dil sayesinde en büyük amaç olan “iletişim” artık global olarak işlemektedir. Herkesin ortak bir noktada buluşabildiği yegane çözüm budur. Bu sayede ortak bir kültür de oluşturulmuş olur, insanlar toplumsal kargaşalardan sıyrılabilir. Tüm dünyanın tek bir kültür altında toplanması ve dünyanın küçülmesi olarak görebiliriz bunu.
Elbette bu duruma karşı yine aynı karşıt görüşün yeni bir argümanı ortaya çıkıyor; tek tipleşme. Bu argümana göre evrensel bir kültür ve dil insanları tek tipleştirecek ve kültürel renklilikler ortadan kalkacaktır. Ancak durum hiç de öyle olmayacaktır. Zira evrensel bir dil ve kültür olsa bile sonuçta belli coğrafik etkilerden ötürü insanlar yine geleneksel kültürlerini de sürdürebilecek. Şöyle düşünün, Türkiye’de resmi dil Türkçe olmasına karşın birçok kültür ve renklilik de söz konusudur. Bu kültürel çeşitlilik bir evrensel dilde ve kültürde de devam edecektir çünkü insanlar ne kadar evrensel olursa olsunlar hayatları çevreleriyle sınırlıdır ve o çevre kendisine bir kültür oluşturacaktır.
Bu bakış açısına karşılık geliştirilen argümansa Türkiye’de çok kültürlülüğün nedenini birçok dilin olmasına bağlamaktır. Yani biz Türkiye’de resmi dil Türkçe olmasına karşın birçok kültür vardır derken diğer taraftan insanlar, birçok dil olduğu için birçok kültür var demektedirler. Yanlış olan kanı da budur zaten. Kültürlerin farklı olmasının nedeni dillerin farklı olması değil, çevrenin farklı olmasıdır. Dilin kültür üzerinde bir etkisi yoktur, kültürün gelişmesinde ve yayılmasında rol oynar sadece. Kültür oluşturmaz, sadece onu aktarır, yayar böylece kültür gelişir, çünkü kültürler yayıldıkça başka fikirlerle, duygularla, düşüncelerle dolar, büyür. Aynı coğrafyada yaşıyoruz saçmalığını bir tarafa atıp daha derine inersek yani daha küçük çevrede değerlendirirsek eğer bu durum daha açık olacaktır. Daha küçük coğrafi bölgelerde bir kültür yaratılmıştır. Benzer fikirlere ve bakış açısına sahip toplulukların bir araya gelmesinin sonucudur bu. Dil sadece bu fikirlerin aktarılmasında kullanılmıştır. Yani son argümana cevap olarak söylememiz gereken şey, farklı diller olduğu için farklı kültürler oluşmamıştır, zaten farklı kültürler vardır sadece dil bunu “dile getirmiştir”, somutlaştırmıştır.
Sonuçta söylemeye çalıştığımız şey, eğer tek bir dil olsaydı bile birçok kültür var olmaya devam ederdi. Zira insanlar birbirinin aynı değillerdir. Farklı görüşleri, farklı duruşları, farklı fikirleri, farklı duyguları, farklı düşünceleri ve farklı farklı yaşam şekilleri vardır. Kültürü oluşturan da bunlardır, bu yüzden herkes aynı dili de konuşsa çok renkli bir hayat asla yok olmayacak, varlığını insanlıkla birlikte sürdürmeye devam edecektir.
Yazan: Serhat Çolak
colakserhat@hotmail.com