Aldous Huxley - Ötesi Sessizlik
Aralık 23, 2024 by Editör
Filed under Büyük Besteciler, Klasik Müzik, Müzik, Metinler, Sanat
Salt duyuştan güzelliğin sezinlenişine, sevinç ile acıdan sevgiye, gizemci coşkunluğa, ölüme değin –temel olan, insanoğlunun ruhunu derinden etkileyen her şey yalnızca denenebilir, anlatılamaz. Ötesi her zaman sessizliktir.
Anlatılamayanı anlatmada sessizliğin ardından en yakın gelen müziktir –unutmamak gerekir ki, sessizlik tüm iyi müziğin ayrılmaz bir bölümüdür. Beethoven’ın müziği ya da Mozart’ın müziğiyle karşılaştırıldığında Wagner’in şiddetle akan müziği çok zayıf kalır. Wagner müziğinin ötekilerden daha az önem kazanmasının nedeni de belki budur; sürekli konuştuğundan, daha az şey söylenmektedir.
Değişik bir biçimde, bir başka varolma düzeyinde müzik insanoğlunun en önemli, en anlatılamayan deneylerinin kimine eş düşer. Gizli, belirsiz bir benzetmeyle müzik, dinleyicisinin kafasında kimi kez bu deneylerinin bir görüngüsünü, kimi kez ise tüm yaşam güçleriyle bu deneylerin kendilerini canlandırır. Bu bir yoğunluk, güçlülük sorunudur: görüntü donuktur, gerçek ise yakın ve parlaktır. Müzik ikisinden birini canlandırıp, uyandırabilir. Bu da saptayıcı olanaklara ya da tutuma bağlıdır. Yüreğin durup durup aralıklı çalışması bilinen bir yasaya dayanmaz. Müziğin bir başka tuhaflığı –tüm öteki sanatlarla bir ölçüde paylaştığı- yektin tümler, biçiminde deneylerini canlandırmasıdır; bir başka deyişle, anımsanan özgün deneyler nice yarım, belirsizlik içinde nice karmaşık olursa olsun, her dinleyicinin alabileceği yetenek ölçüsünde yetkin ve tümdür verilen. “Her zaman duyduğumuzu, ancak hiçbir zaman açıklayamadığımızı açık seçik ortaya koyduğu” için sanatçıya, özellikle müzisyene, içten borçlu duyarız kendimizi. Anlatıcı müziği dinlerken sanatçının özgün deneyine ulaşamayız kuşkusuz -bizim ötemizdedir bu çünkü, üzüm devedikeninde büyümez- ancak yeteneğimiz ölçüsünde en iyi deneye, müziği dinlemeden öncekinden daha iyi, daha tüm bir deneye ulaşırız.
Müziğin anlatılamayanı anlatmadaki gücü, salt söze dayanan sanatçıların en ünlülerince de onanmıştır. “Othello”yu, “Kış Masalı”nı yazan kişi anlatacaklarını sözle söyleyebilmiştir. Ancak, -burada Wilson Knigh’ın da ilginç deneyinden yararlanarak söyleyebilirim- gizemci nitelikte bir duygu ya da sezinin iletilmesi gerektiğinde Shakespeare anlamayı kolaylaştırmak için sürekli müzikten yardım istemiştir. Kendi küçücük tiyatro yapımı deneyime dayanarak, müzik iyi seçildiğinde, ona boşuna başvurulmadığını inançla söyleyebilirim.
Benim romanımın –Ses Sese Karşı- oyunlaştırılmasının son bölümünde Beethoven’ın ağır ağır giden A minor Quartet’inden seçmeler oyunu bütünler. Ne oyun ne de müzik benimdir; bundan ötürü oyunda müziğin yarattığı etkinin, benim görüşümce, şaşılacak ölçüde güzel olduğunu söyleme bağımsızlığı içindeyim.
“Yeterince yerimiz, zamanımız olsaydı…” Bunlar bir tiyatronun bize veremeyecekleridir kesinlikle. Romanda “seslerin” keskinliğini hafifleten, ya da hiç değil hafifletmek üzere konmuş, hemen tüm üstü kapalı ya da açıkça belirtilmiş “karşıtların” kısaltılmış bir oyundan çıkartılması gerekliydi. Oyun tümüyle şaşırtıcı bir katılık, zorbalık içindeydi. Bu hemen hiç hafifletilmemiş sertlikler dünyasına birden bire giren Beethoven’in “Heilige Dankgesang”ı oyunu olağanüstü bir görünüme sokmuştu. Korkunç ancak yine de güven verici, tüm anlayışı aşan bir barış içinde saklı, kutsal bir güzellikle bir tanrı gerçekten görünerek inmişti sanki.
Benim romanım “The Book of Job” -İncil’in bir bölümü- olabilirdi, uyarlayıcı Campbell Dixon da “Macbeth”in yazarı; ancak biz yazarlar, yeteneklerimiz nice olursa olsun, nice uğraşırsak uğraşalım, duyarlı bir dinleyici iki üç dakikalık bir keman çalışının aydınlattığı türde bir anlatım olanağına hiçbir söz ya da oyunlaştırmayla ulaşamayız.
Anlatılamayanın anlatılmaması gerektiğinde, Shakespeare kalemini bırakıp müziğe dönmüştür. Ya müzik de başarısız kalırsa? Evet, işte o zaman sessizlik vardır hep sığınacak. Çünkü her zaman, her yerde sessizliktir arda kalan, sessizliktir her şeyin ötesi.
Aldous Huxley
Ötesi Sessizlik
Yeşilçam Klasikleri: Suçlular Aramızda
Aralık 23, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yeşilçam Klasikleri
“Sanatın sosyo-kültürel ve politik bağlamdan soyutlanamayacağını” düşünen usta sinemacı Metin Erksan’ın yönettiği Suçlular Aramızda (1964) özenli üslubu ve gelişkin anlatımından ötürü sağlam bir suç öyküsü. Ekrem Bora, Belgin Doruk, Leyla Sayar ve Tamer Yiğit’in oynadığı filmde; şantaj ve hırsızlık, metres hayatı yaşayan vamp tiplemesi (typification), caz müziği, striptiz yapan kadınlara rastlanan gece kulüpleri, geniş objektifli çekimler, modern İstanbul yaşantısı ve varoşların yarattığı çelişki, bir kara film (film noir) izliyormuş hissine kapılmamızı sağlayan başat sinemasal elementlerden bazılarıdır. Metin Erksan, toplumsal sınıflar arasındaki çarpıcı karşıtlıktan yararlanarak suçun farklı sınıflardaki yansımalarını ele almaktadır. Suç ve suçlu patolojisi klasik dönemin Hollywood filmlerindekini aratmayacak denli ustalıkla işlenmiştir. Susuz Yaz (1964), Yılanların Öcü (1962), Sevmek Zamanı (1965), Kuyu (1968) gibi ustalıklı filmlerinde de tanık olduğumuz gibi bu filminde de yönetmen, cinsel imge ve fetiş nesnelere yer vermiş, Türk sinemasının başyapıtlarından birine imzasını atmıştır.
Jeneriğin caz müziğiyle aktığı Suçlular Aramızda’da temel mesele sınıf çelişkisidir. Metin Erksan’ın “mülkiyet üçlemesi” adını verdiği toplamda baktığı meselelerle birlikte ele alınabilecek görüngüler barındırır bu film de. Sırasıyla; Yılanların Öcü (1962), Susuz Yaz (1964) ve Kuyu’da (1968) mülkiyet olgusunun muhtelif göstergelerine bakan auteur, burada da sınıf çelişkisini burjuvaziyi sorunsallaştırarak yansıtmayı denemiştir. 1962’de çektiği Acı Hayat’ta da eşitsiz yaşam koşulları ve sınıf çelişkilerine odaklanan yönetmen 1960’larda imzaladığı birçok filmde -ki bu dönem, kendisinin de kabul edeceği üzere sinemasal anlamda en başarılı olduğu dönemdir- benzer temaları farklı görüngüler ve temeller açısından yineleme yolunu seçmiştir; bir auteur’ün pratize edeceği gibi…
Sonradan görme servet sahibi Laz Halis Bey’in (Atıf Kaptan) şımarık ve ukala oğlu Mümtaz (Ekrem Bora), proleter kökenli karısı Demet’i (Belgin Doruk) sevmekle birlikte; şuh ve çekici bir metrese de “sahiptir” (Nükhet rolünde Leyla Sayar). “Sahiptir”; çünkü satın almaya alışmış şımarık bir burjuvadır. Aynı zamanda sekreteri ile de ilişki hâlindedir. Sekreteriyle birlikte göründüğü bir sahnede, ona masanın üzerine çıkmasını emrettikten sonra, bacaklarının arasından kurukafayı tam isabetle geçirir ve jartiyerli bacaklarını çekiştirip, öpüp, okşayarak şöyle der: “Üzülme, kırk çift alırım…”
Her şeyi satın alabilecek güce ve servete sahip olduğunu düşünür Mümtaz; bundan çok emindir de… Az önce, Erksan’ın birçok yapıtında erotik imge ve fetiş nesnelere yer verdiğini söylemiştim. Bu sahnede de jartiyer fetişizmi sözkonusudur. Sözkonusu sahne, hem bir jartiyer fetişizmini görselleştirir hem de kapital’in her şeyi satın alabileceğinin bir göstergesi olup çıkar. Mümtaz, burjuva sınıfının hastalıklı bir üyesi olarak her şeyi satın alabileceğini öğrenmiş bir züppedir (snob). Jartiyer onun için kolayca satın alınabilecek bir metadır. Kadının kendisi de öyle. Kadınlar da, jartiyer de birer meta olarak aynı kapital-dizgenin içindedir. Freud’un da ifade ettiği gibi fetişistlerin ayakkabı, sutyen ve eldiven gibi nesnelere, yumuşak ve kadife eşyalara hassaten ilgi gösterdikleri biliniyor. Suçlular Aramızda’da bu nesne jartiyerdir… Dolayısıyla kadınların sahip oldukları değil, Mümtaz’ın onlara sahip olması önemlidir. Eğer kadın, Mümtaz’ın her istediğini yaparsa, Mümtaz onu mala mülke boğacaktır. Emirlerini yerine getirmesi yeterlidir.
Metresi Nükhet’le arasında geçen bir telefon konuşmasında ona; “Seni çıplak görmek isterim.” diyen Mümtaz, şu yanıtı alır: “Zaten hep öyle görüyorsun…” Metresi ile ilişkisinin başat nedeni sekstir her şeyden önce. Sahneyi zenginleştiren görsel (visual) detaylar çok daha çarpıcıdır. Bahsi geçen telefon konuşması sırasında hem Mümtaz hem de Nükhet birer seks partneriyle birliktedirler. Nükhet’in yatağını paylaştığı erkek de bir zenci. Onun; “Siyah bir kombinezon var üzerimde…” sözleri, demin de bahsettiğim, insan-meta ya da bir meta olarak özne paradoksunu yeterinde görünür kılmaktadır. Mümtaz’a göre Nükhet ne ise (hem varoluş hem de erotik anlamda) Nükhet’e göre de zenci seks partneri odur. Ayrıca bu sahne, Mümtaz’ın daha önce Nükhet’i başka biriyle sevişirken izleyip izlemediğini (voyörizm) düşündürür. Burada zenci erkek egzotizmi, sekste yeni keşifleri ima etmektedir kuşkusuz. Hemen hemen benzer motivasyon ve görüngüleri barındıran bir başka yapıt da, tür sinemasında (genre movie) uzmanlaşmış Mehmet Aslan’ın, İtalyan giallo yönetmeni Sergio Martino’nun Lo strano vizio della Signora Wardh (1971, Bayan Wardh’ın Garip Ahlak Bozukluğu) isimli kara film’inden uyarladığı Aşka Susayanlar - Seks ve Cinayet (1972) adlı giallo’dur. Eva Bender ve zenci seks partnerinin bulunduğu sahne. Burada da telefon konuşması var… (Bu filmi yazmıştım daha evvel. Burdan buyrun.)
İnsanlara sahip olma ve paranın kudreti üstüne en can alıcı sahnelerden biri de Mümtaz’ın, metresinin çıplak vücudunu kâğıt paralarla örttüğü sahnedir. Belkide filmin en unutulmaz sahnesi.
Öte yandan; Halil (Tamer Yiğit) ile Demet arasında geçen şu diyalog anlatının genel çerçevesini, yani sınıf çelişkisini iyice somutlaştırır:
HALİL: Sen fakirliği bilmiyorsun. Özleme onu. Yedi bitirdi beni bu rezalet! Sonunda az kalsın hırsız olacaktım.
DEMET: Hiçbir zaman sevmedim onu. Parası için katlandım ağız kokusuna. Orta hâlli aile kızları hep zengin erkek hayali kurarlar. Mümtaz’la zengin olduğu için evlendim. Birgün onu severim diye düşünmüştüm. Yanıldım. Her dilediğime sahip oldum. Ama bu yetmedi…
Acı Hayat’da da benzer mahrumiyet psikolojisi sözkonusu. Burada da Ayhan Işık ve Türkan Şoray, proletaryaya mensup iki sevgilidir. Bir türlü evlenemeyen, başlarını sokacakları uygun bir çatı bulamayan âşıkları zor günler beklemektedir. Şoray’ın lüks yaşamın cezbediciliğine kapılarak zengin ve şımarık bir burjuvayla (yine Ekrem Bora) evlenmesi; ama mutluluğu bulamayıp pişmanlık duyması Suçlular Aramızda’nın Demet’i için de aynıyla geçerli. Demet ve Şoray, proletaryadan gelen, parasal doygunluğa ulaşan; ama sevgi ve mutluluğu tadamayan yoksun tiplemelerdir. Her iki filmde de şımarık burjuva üyesini canlandıran kişinin aynı aktör olması tesadüf mü? Bizce hayır. Ekrem Bora, Acı Hayat’taki tiplemesine göre çok daha “arızalı” ve patolojik bir figürdür. Son sözlerini dinleyelim:
“Çaldım, öldürdüm; fakat ben yaptıklarımdan ötürü kendimi suçlu saymıyorum. Suç bende değil. Ben içinde yaşadığım çevrenin şartlarına uydum. Sizsiniz o çevre! Benim yerimde sizler olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız. Benim sonum geldi artık. Ama beni yargılayacak, bana hüküm verecek hiçbir kuvvet tanımıyorum! Beni benden başka hiçbir kuvvet cezalandıramaz!”
Evet. Mümtaz’ın son sözleridir bunlar. Ölürken bile Mümtaz’ın “Kibir en sevdiği günahtır.” Erksan’ın Mümtaz’a yukarıdaki sözleri söyletmesi, eleştirisini kişilerden alıp büyük bir sınıfa, sözümona burjuvaziye yönelttiğinin bir göstergesi olup çıkar. Ve benzer hastalıklı psikoloji Tunç Başaran’ın Büyük Kin (1967) isimli filminde de bahis konusu. Zengin (Reha Yurdakul) babasının kendisine her şeyi sağladığını; fakat ilgi ve sevgi göstermediğini düşünen psikotik genç adam (Yıldırım Gencer) ciddi bir varoluşsal boşluğa düşmüştür ve içinde biriktirdiği öfkeyi bir proleterin (Ayhan Işık) ailesini arkadaşlarıyla birlikte katlederek kusar. Bu genç adamın ve Mümtaz’ın ruh durumu hemen hemen benzer özelliklere sahiptir. Servetin, lüksün huzur getirmeyeceği tezi klasik dönem Amerikan sinemasında olduğu gibi Türk sinemasında da defaatle işlenen temalardandır. Otto Preminger’ın Angel Face’ini (1952, Muhteris Ruhlar / Melek Yüz) ya da Lewis Milestone’un The Strange Love of Martha Ivers’ını (1946, Martha Ivers’ın Tuhaf Aşkı) bu bağlamda refere edebiliriz.
Suçlular Aramızda, sınıf çelişkilerini derinlikli olarak ele alan ilk büyük Yeşilçam filmidir. Birçok açıdan da güncelliğini koruyan bir sanat yapıtıdır. Keşfetmeyen var mı?
hakanbilge@sanatlog.com
Şiiri Özlüyorum Dergisi, 45. Sayı
ŞİİRİ ÖZLÜYORUM - 45
İÇİNDEKİLER
Mustafa Durak*Hilmi Yavuz ve Yineleme* S.2-7
Percy Bysshe Shelley* Bir Şiir Savunması* s.8-13
Hüseyin Çiftçi**Dizeler* s.8
Hüseyin Peker* Yazma Boyası* S-14
Gültekin Emre* Midilli* S.15
Betül Tarıman* Aret’le Mülakatlar* S.16
İlhan Kemal* Kapı Kırıcı- Büyük Küsüş* S.17
Murat Dalgın* Kronik Ayna- Gölgedeki Oyun* S-18
Sadık Yaşar* Brüt Ağırlık- Yeryüzünü Tartan Aç* S. 19
Muammer Can* Kan Dil- Gece Fobisi* S. 20
Mustafa Ergin Kılıç* Sibel’i Us…5. Senfoni* S.21
Serdar Aydın* Blues ve Caz Şiirleri* S.22
Harun Aydın* Nostradamus’un Kamburunda Beliren Meseller* S.23
Selami Şimşek* Son Gözyaşı- Maviydi Kiraz Dallarının Alevi* S.24
Cihan Baskın* Yeni Bir Dünyanın Keşfi ve Columbus* S.25
Onur Sakarya* Cerrah* S.25
Fuat Çiftçi* Uzunca Oğlan İçin Yirmi Ötleği* S.26-27
Tahsin Şentürk* Kanat Alıştırmaları* S.28
Güntürk Üstün* Uyum Sağlama Becerisi* S.28
İlkay Coşkun* OtoRay* S.29
Hüseyin Korkmaz* Şimdi Şiir Düştüğü Yeri Yaksın* S.29
Serkan Gezmen* Kiraz, Muz ve İll Allah* S.30
Kaptan Ali Yalçınkaya* Ergen Şiirler 1* S.30
Abdurrahman Akkuş* Şairin Fazla Organı* S.31
Achim Wagner’den Şiirler* S.32
Harun Atak * Kopuk Ve Kopuk’la Yansıyanlar Odağında Bâki Ayhan T. Şiiri Söyleşisi* S.33-37
Vicdan Efe* Hayat* S.38-39
Zeki Karaaslan * Şiir Bahçesinde Dört Şair-Dört Şiir* S.40-43
Uluer Aydoğdu * Ölümü Göze Alan Yaşam Aşkı* S.44-46
Uluer Aydoğdu * Yap İşini* S.46
Hakan Bilge * Jean Genet’nin Manifestosu: Un Chant D’amour* S.47-48
Mustafa Ünver* Şair Çelişkinin Neresindeyse Onu Yazar… Şair Zamanına Borçludur* S.49
Koray Feyiz* Çeviri Kitaplığı* S-50-51