La pianiste (2001, Michael Haneke)
Ocak 15, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
nobel edebiyat ödüllü, avusturyalı, feminist oyun yazarı ve romancı elfriede jelinek’in piyano öğretmeni (die klavierspielerin) kitabından; 2024 yılında michael haneke tarafından sinemaya aktarılan, başrollerinde isabelle huppert ve benoit magimel’in oynadığı; bol ödüllü film. schubert ve schuman alacakaranlığından ruhlara süzülen haneke başyapıtı.
filmin başkahramanı piyano öğretmeni erika kohut, çifte bir hayat yaşamaktadır. toplum içinde aşırı mükemmeliyetçi, otoriter bir konservatuvar profesörüdür. hem öğrencilerine ders vermekte hem de ev resitallerinde virtüözlük yapmaktadır. piyanoya dair her şeyde aşırı mükemmeliyetçidir; en çok da schubert ve schuman konusunda her notanın ritmini, duygusunu, dahası bestecilerin ruh ve duygu dünyalarını hissederek içselleştirecek bir duyarlılığa sahiptir. bu saygıdeğer, sanat romantizmi yüklü hayatın yanında, kimsenin bilmediği karanlık bir yaşantısı vardır. bu yaşantıyı tek başına ve gizli yaşar. ta ki ona âşık olan öğrencisine kendini tamamen açana dek. erika’nın bozuk kişiliğinin, ruh hastalığının kökleri derinlerdedir. aşırı dominant, hiçbir şeyden memnun olmayan, erkekleri sadece döllenme aracı olarak gören, ihtimal o ki tüm bunları birebir yaşayan adam, yani erika’nın babası tarafından hiçbir zaman memnun edilememiş, zaten memnun edilmesi imkânsız bir anne; delirerek akıl hastanesinde ölen bir baba. erika’nın sınırda kişilik bozukluğuna sahip olması için tüm şartları sağlamış bir aile. sorunlu anne-kız ilişkisi ve yaşanan büyük kayıp, hem de ardında akıl hastalığına tutulma korkuları bırakarak, delirerek ölmüş bir baba.
erika’nın annesi kızını kıskanmakta, konservatuvarda profesör olmuş kızını çocuk olarak görmekte, her fırsatta isteklerini yaptırmak için şiddet uygulamakta. erika aslında annesinin başgardiyan olduğu bir hapishanede, alacakaranlıkta, gündüzleri piyanosuyla, geceleri de saklı hayatıyla hayata tutunmakta. ne sevgiyi ne de sevilmeyi biliyor. hayatı boyunca annesi tarafından sözlü ve fiziki şiddet gördüğü için sevgi algısı; sevildiğini anlamak için dövülmesi gerektiği yargısıyla çarpıtılmış. bu bağlamda jung’un anne arketipi içinde anlattığı anne kompleksinin olumsuz etkisi; anneyle özdeşleşme tam anlamıyla gerçekleşmiş. şöyle ki; anne kompleksi sonucu erika anne ile özedeşleşmiş ve dişilik özellikleri felce uğramış. anneliği, kişisel bağlılığı ve erotik arzuları anımsatan her şey onda aşağılık kompleksine neden olmakta ve onu bunlardan kaçmaya zorlamakta. kaçıp sığındığı yer, kıza tümüyle ulaşılmaz gelen her şeyi mükemmel bir biçimde, denebilir ki bir üstkişilik olarak yaşayan anneden başkası değildir. kızın istemeye istemeye hayran olduğu anne, onun yaşayacağı her şeyi önceden yaşatıp tüketir. kız ise kendini feda ederek anneye yapışmakla yetinir; bir yandan da bilinçsizce, denebilir ki kendine rağmen, annenin tiranı konumuna yükselir, fakat bunu tam bir sadakat ve boyun eğme maskesi altında yapar. annesi tarafından gözle görülür bir biçimde kanı emilen ve sürekli kan transfüzyonuyla annesinin hayatını uzatan kız bir gölge gibi yaşar.
filmin başında, erika’nın yeni aldığı elbiseyi annesinin gereksiz harcama olduğu gerekçesiyle parçalaması; sözlü ve fiziksel şiddet içeren kavga neticesinde başını yaraladığı annesine sarılıp barışması; annesinin erika’yı hiçbir zaman takdir etmemesi, hatta konser öncesi ‘’kızınızla grurur duyuyor olmalısınız” diyen, öğrenci velisine, ”bu sadece bir okul konseri” demesi; walter’a yazdığı mektupta belirttiği mazoşist talimatlar da annesinin yan odaya kilitlemesini istemesine rağmen; walter talimatlarını uyguladığı zaman ilk fırsatta annesinin yanına koşması; her gece annesiyle aynı yatakta yatması ve aralarında geçen o trajik yatak sahnesi tüm bu kompleksin etkilerini açıklamakta.
erika’nın karanlık cinsel hayatı
erika; duygu temelli cinsel teması aşağılık, pis bir şey olarak görmekte. onun için cinsellik ya duygudan yoksun, salt pornografik bir şekilde olmalı ya da ona fiziksel acı vermeli. bunun için denediği yöntemler de sevgi algısı gibi trajik. ya porno filmlerin oynatıldığı özel video odalarına gidiyor, burada kadını edilgen ve aşağılayan bir zevk verici olarak gösteren filmleri büyük bir zevkle izliyor; hatta kendinden önce bu odayı kullanan adamların çöpteki menili mendillerini koklayarak doyuma ulaşıyor. ya da geceleri araba sinemasında sevişen âşıkları gizlice izliyor; kadın ve erkeğin doğal, tensel cinsel birleşimini gördüğünde atağa geçen aşağılık duygusu ile arabanın yanına çişini yapıyor. aynı durum; kan gördüğü zaman da gerçekleşmekte. kanı da cinsel bir simge olarak görüp tuvalete gitme ihtiyacı hissediyor. (kıskanlık krizi sonucu; walter’ın ilgilendiği kız öğrencinin cebine koyduğu cam kırıkları neticesinde elleri kan içindeki kızı gördüğü an, tuvalete koşma sahnesi)
banyoda tek başına yaptığı, jiletle mastürbasyon icraatı da yine cinsel hazzı aşağılanma ve acı duyarken hissedebilmesi kaynaklı. ve bu duygunun; yani kendini aşağılamanın, dövülmenin tetiklemesiyle hissettiği cinsel doyum; gerçek bir tensel temas varlığında yok olmakta. erika ya onunla ilişkiyi giren sevgilisi walter’a zor da olsa izin verse de; cinsel birleşmeyi tamamlayamadan kusmaya başlamakta ya da son geceki sadomazoşist senaryonun uygulandığı durumda dahi walter’la cinsel birleşme esnasında ölü gibi yatmakta.
walter ile erika’nın aşkı
walter akrabalarının düzenlediği ev resitalinde dinlediği, erika’dan çok etkilenir. erika ve bir piyanist arkadaşı resitalde; bach: `concerto for two pianos c major bwv 1061` çalar.
walter ile erika arasında şu konuşma geçer:
schumann do majör fantezisi üzerine bir diyalog;
erika: adorna’nın schumann’ın do majör fantezisini okudunuz mu?
walter: hayır.
erika: alacakaranlığından bahseder; henüz aklını kaybetmemiştir. tam bir bölüm önce. aklını kaybettiğini fark etmiştir. bu ona acı verir ama son bir kez dayanır. tamamen kaybolmadan önce kendini kaybetmenin nasıl bir şey olduğunun farkına varmaktadır.
walter: iyi bir öğretmen olduğunuzu söyleyebilirim.
erika: teşekkürler.
walter: bunlardan kendinize aitmiş gibi bahsediyorsunuz. bu nadiren olur. ve sanırım bunu biliyorsunuz.
erika: schubert ve schuman’ı severim hepsi bu. babam steinhof’ta tamamen delirerek öldüğü için, aklın alacakaranlığından da bahsedebilirim değil mi?
ve bu andan itibaren her zaman kadınların ilgisini çekmiş yakışıklı, çekici walter için erika keşfedilmeye, hatta fethedilmeye değerdir. tüm soğukluğu, schubert tutkusu, yüksek estetik zevki erika’yı walter’ın gözünde güzel, zor ama sahip olunduğu takdirde, gurur verici bir av yapar.
erika’ya kendini beğendirmek için aynı resitalde `schubert - piano sonata in a major, d. 959` third movement scherzo’yu çalar. ve akabinde büyük çaba sarfederek konservatuvar sınavını kazanır ve erika’nın öğrencisi olur. artık erika’nın sanat ve duygu mabedinin, yani piyanosunun, schubert’in canlı dinleyicisi ve öğrencisidir.
bazı diyaloglarda walter’ın gerçekten erika’yı sevdiği zannedilse de; filmin sonuna doğru bu sevginin; ilerde gerçekleşecek ego aşağılanmasının (cinsel birleşme sırasındaki kusma sahnesi) intikamına kurban edildiği görülecektir. yani walter’ın sevgisi erika’nın hem bedenine hem de kalbine sahip olma üzerine kuruludur. yoksa ruh hastası olduğunu; yazdığı mazoşist talimatlı mektuptan anladığı erika’ya yardım etmeyi, uzman gözetiminde tedavi olmasına teşvik edici, onun iyileşmesini isteyici bir sevgi, aşk olmadığı aşikârdır. ve isteğinin bir bölümünü alıp, yani erika’nın bedenine bir nekrofilyak gibi sahip olduktan sonra kimseye bir şey anlatmamasını söyleyerek, onu bu büyük acı ve şimdiye kadar tatmadığı kadar büyük aşağılanma ile yapayalnız bırakır.
erika herkese davrandığı gibi walter’a karşı da kalın duvarlarını önceleri yıkmaz. ama bir yandan da yakışıklı adamın ilgisinden hoşlanır. ama ne aşk üstüne kurulu cinsel ilişkiyi bilmektedir ne de sevginin ya da dövülmeden sevilmenin ne olduğunu. ‘aşk her şey değildir’, hatta hiçbir şeydir erika için. ama zamanla walter’ın yıllardır beklediği adam olduğuna inanır. önce ona tek bildiği sevgi verme şekliyle yakınlaşmaya çalışır. zaten elinden başkası gelmez. sonra tüm hastalıklı yargılarına, ruhuna, cinsel sapkınlıklarına, duygulanım bozukluğuna rağmen; walter’a ruhen ve bedenen teslim olur, bu tüm dayanaklarını yok etmesidir ve hayatını walter’ın aşkına bırakmaktır. maalesef ortada gerçek bir aşk yoktur.
haneke’nin sahneleri birleştiren tematik klasik müzik bağları
haneke filmde schuman, schubert ve bach’ın eserlerini aynı porte’de yarım notaları birleştiren bağ gibi kullanır. özellikle schubert liedleri bu noktada çok önemlidir.
ev resitalinde erika’nın;
bach: `concerto for two pianos c major bwv 1061` piyanoda çalması.
(walter’ın erika’dan ilk etkilendiği an)
http://youtu.be/Cdbf9ZGhN3I
schumann ve schubert üzerine erika ile walter’ın konuşması.
walter’ın;
`schubert - piano sonata in a major, d. 959` third movement scherzo’yu piyanoda çalması.
(erika’nın walter’dan ilk etkilenmeye başladığı an)-yarım nota-
http://www.youtube.com/watch?v=L7qCZPH4pz8&feature=share
`f. schubert - winterreise - 17. ım dorfe`
http://www.youtube.com/watch?v=BHTiideC0Bw&feature=share
sahip olmadıklarını düşleyerek iyiden ve kötüden arındılar. ve ertesi sabah hepsi uçup gitti. -bağ-
(okulda ders)
(evde prova)
`schubert piano trio op.100 in e flat major, d.929`, 2nd movement
http://www.youtube.com/watch?v=Xczdmh8elFs&feature=share
porno izlerken menili mendili koklama -yarım nota-
http://www.youtube.com/watch?v=BHTiideC0Bw&feature=share
`f. schubert - winterreise - 17. ım dorfe` -bağ-
(koservatuvar)
havlayın bana köpekler
uyku saatlerinde dinlenmeme izin vermeyin
rüyaların sonuna eriştim
uyuyanlar arasında ne yapacağım?
provadaki aşırı kıskançlık ve walter’ın yardım ettiği kız öğrencinin cebine kırık cam koyma
`f. schubert- winterreise - 17. ım dorfe ` -bağ-
http://www.youtube.com/watch?v=BHTiideC0Bw&feature=share
köpekler havlıyor, zincirlerini zorluyorlar
insanlar yataklarında uyuyorlar
sahip olmadıklarını düşleyerek iyiden ve kötüden arındılar.
kıskançlık nöbeti sırasında hazırladığı kesici tuzak sonrası salonda yaptıklarını düşünme
`schubert- der wegweiser` -bağ-
http://www.youtube.com/watch?v=mwhJVxUppsw&feature=share
neden diğerlerinin geçtiği yolları yasaklıyorum
karlı kayalıkların arasından
gizli yollar arayarak
ve hâlâ birşey yapmadım
kaçmama sebep olacak.
bu aptalca istek nedir
beni kırlara çeken
okul ders sonrası walter’a mazoşist talimatların olduğu mektubu verme;
mektubun üstüne kamera çevrilir;
`franz schubert: andantino from sonata d 959 `
http://www.youtube.com/watch?v=mEIGRNJe38E&feature=share
erika ile walter’ın bazı anlamlı ve hazin tiratları, diyalogları
erika: dinamikleri ihmal ediyorsun. schubert’in dinamikleri çığlıktan fısıltıya gider. anarşi senin forte’ne benzemiyor. neden clementi’ye takılmıyorsun? schubert çok çirkindi. biliyor muydun?
senin görünüşünle hiçbir şey sana zarar veremez.
walter: neden bizi biraraya getirecek olanı yok edelim?
erika talimatların olduğu mektubu verir.
walter: teşekkürler. seni ne zaman görebilirim?
erika: birbirimizi arayalım.
walter: bu hafta sonu bir yerlere gidelim. sen ve ben sadece.
erika: yapamam, annemle dışarı çıkacağım.
walter: iptal et. anneni unut. bizi düşün. kayıp zamanı telafi etmeliyiz.
erika: ben mi? kayıp zamanı telafi mi etmeliyim?
walter: sevgilim! başkalarını düşünmeyi bırak, anneni, öğrencileri. anarşiden bahsediyorsun ama anneni aşka tercih ediyorsun. kendini bırak, hislerini serbest bırak.
erika: böyle davranma. (öksürük nöbeti)
walter: zorlanıyorsun çünkü yanlış bağlanmışsın.
erika: benim hislerim yok. bunu kafana sok. eğer olursa da mantığıma galip gelmezler.
walter: seni seviyorum. korkak olma. yazdığın bu mu, korkakça?
erika: bana kızgın mısın? umarım değilsindir. çok iyi yazılmış değil biliyorum. ben piyanistim, şair değil. aşk aptalca şeyler üstüne kurulmuştur. bunu düşün, numaramı biliyorsun. söylediğim gibi istediğini istiyorum. ihtiyacımız olan her şey bende var. ama bu yarını bekleyebilir. benimle konuşmuyor musun? seni iğrendiriyor muyum? (burada erika’nın aşağılanmış gururunun gözlerini doldurduğunu görürüz) bu gerekli değil. dövülme isteği bende yıllardır var. seni bekliyordum, biliyor musun? bu bir şaka değil biliyorsun. şu andan sonra emirleri sen veriyorsun. ne giyeceğime, ne renk olacağına sen karar ver. (burada erika, walter’e kendini beğendirmek, oyunun içine sokabilmek için çaresizce çaba gösteren bir ruh halindedir.) benimle konuşmuyor musun? kızgın mısın? bir şeyler söyle o zaman.
walter: sen hastasın. tedaviye ihtiyacın var.
erika: bana vurmak istiyorsan vur.
walter: ellerimi kirletmem. kimse sana dokunmaz, eldivenle bile. (mektubu yüzüne atar.) seni sevdim. ne olduğunu bile bilmiyorsun. şimdi beni itiyorsun. boş ver.
walter kızgınlıkla gider.
erika’nın annesi ile ünlü yatak sahnesi
erika annesiyle aynı yatakta yatarken;
annesi: bütün uğraşlar bunun içinmiş. aldığın ödül bu. burada bir genelev kur. komşuların ne dediği kimin umrunda. istediğini yap.
erika: seni seviyorum, diyerek yatakta annesinin üstüne atlar. onu öpücüklere boğar.
annesi: kes şunu! delirdin mi? (altında annesi çırpınır.) aklını kaçırmışsın.
erika: kes sesini! seni seviyorum.
annesi: ben de seni. ama kes şunu.sen delisin.
erika hıçkırıklarla ağlamaya başlar.
annesi: sen delisin. sen tamamen delisin. git uyu şimdi. enerjine ihtiyacın olacak. sadece dursan bile hazır olmalısın. seyircilerin arasında kimin olduğunu bilemezsin.
erika ağlamayı bırakır; annesinin üstüne son bir hamle daha yapar. annesi vurunca geri çekilir.
erika: orandaki kılları gördüm.
annesine sarılır ve uyur.
sonuç olarak; piyano öğretmeni, ailesi ve geçmişi yüzünden ruh hastası olmuş ve tek başına çözemediği bu hastalığı iki uçta yaşanan, iki farklı hayatla baskılamaya çalışan erika kohut’un trajik hikâyesidir. delilik aşk için gereklidir ancak ruh hastaları için aşk, tedavi edilmezlerse hem çevreleri hem de kendileri için ölümcül bir hal alabilir.
sinamasal not: hastalıklı anne kız ilişkilerine dair izlenebilecek bazı filmler; gerçek hayata dayanan: grey gardens (hem filmi hem belgeseli var); ingmar bergman’ın sonu bu kadar hazin olmasa da ama bergman şiirselliğiyle ruha işlenen; haneke’nin filmi gibi klasik müzikle, özellikle piyano ve chopin ile şiir gibi akan filmi autumn sonata ve darren aronofsky’nin black swan‘i.
sinemasal ayrıntı: isabelle huppert’i, çevresini ve kendini yıkıma uğratan bir kadın portresinde, klasik bir eserde izlemek isteyenler için claude chabrol’in madame bovary‘sini; daha saykodelik bir karakter için yine claude chabrol’ün la cérémonie’sini (seremoni); benoit magimel’i saykodelik bir karakteri canlandırırken izlemek isteyenler içinse yine claude chabrol’ün la fille coupee en deux’ni (ikiye bölünen kız) öneririz.
absürd not: avusturya’da konservatuvarda bile tüm hocaların fransızca konuşması oldukça ilginç. schubert lied’leri olmasa film boyunca almancanın esamisi okunmayacak.
Despina Yıldız Çağrı
inannasappho@gmail.com
Kapitalizmin Hizmetinde: James Bond
Ocak 15, 2024 by Editör
Filed under Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Kapitalist üretim tarzı manevi üretim biçimlerine, sanat ve şiire düşmandır.”
(Karl Marks)
Trench, Sylvia Trench sözleri tarihin derinliklerinde kaybolsa da, düşmanları tarafından kiralık katil, kraliçenin köpeği denilerek aşağılansa da, burjuva kitle kültürünün ve soğuk savaş döneminin en belirgin figürlerinden hatta serinin son filminde ‘’İngiliz gücünün temsilcisi’’ olarak ilan edilen, hiç takmadığı şapkasını uzaktan askıya atmasıyla bilinen ve dünyada en çok tanınan kraliyet donanması casusunun Bond, James Bond sözleri elli yıldır beyazperdede söylenmeye devam ediyor.
Devletler, devlet başkanları, ideolojiler ve yönetim biçimleri değişmesine karşın Palmerston’un her şeyi özetlediği ‘’İngiltere’nin dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır” sözlerindeki ‘’değişmez çıkarların’’ yılmaz bekçisi Bond değişmeden kalabiliyor hatta yalnız ülkesinin değil Batı dünyasının da koruyuculuğunu üstlenerek. Henüz Shakespeare ile baş edemese de, ne Palmerston ne Churchill ne de diğerleri (tuhaf şey, From Russia With Love filminde Türk casusu Ali Kerim’in masasında Churchill fotoğrafı var) Bond’un karizmasına karşı koyamamış ve tarih kitaplarının iki kapağı arasında sıkışıp kalmışlardır. İlk Bond filminin 1962’de çekilmesinden sonra Amerika ve İngiltere’de başkanlık/başbakanlık görevleri onar kez, Türkiye’de ise –çoğu zaman birkaç kişi arasında kalsa da- tam kırk kez el değiştirmiştir. Johnson, Callaghan, Brown, Çiller, Yılmaz, Talu, Irmak gibi isimler daha şimdiden unutulmuşken Blair, Nixon, Demirel, Ecevit gibi biraz daha uzun soluklu olanlar da yakında aynı akıbete uğramaktan kurtulamayacaklar ancak Bond her zaman olduğu gibi yaşamaya devam edecektir.
İngiliz kültüründe; ilk karşılaşmada zevk alınması mümkün olmayan ancak belirli bir süreç sonunda emek, deneyim ve bilgi edinerek yani bir anlamda bilerek ve isteyerek kazanılabilecek zevk nesnelerini tanımlamak için kullanılan ve dilimize ‘’edinilmiş zevk’’ olarak çevrilebilecek bir kavram bulunmaktadır. Kurbağa bacağı, kızartılmış akrep gibi tuhaf yiyeceklerden, bungee jumping ve sigaraya kadar birçok şey edinilmiş zevk kapsamına girebiliyor. İnsanın, ilk anda zevk ve tat vermesi bir yana mide bulandıran hatta acı veren bir şeyden zevk alacağım diye çaba göstermesinde, herkese göre olmayışının alınan zevkte hatırı sayılır rol oynaması ve kişinin yalnızca bir zevk kaynağı değil, ‘’başkalarının’’ sahip olmadığı bir zevk kaynağı bulmuş olmasıyla açıklanabilmektedir.
Bond’un yüzüne söylenen ancak söyleyenin kimliğinden hareketle kolaylıkla çürütülebilecek hiçbir derinliğe sahip olmayan kiralık katil, kraliçenin köpeği sözleri, gerçek bir eleştiriden çok yukarıdaki kavramdan hareketle isimlendirebileceğimiz ‘’edinilmiş öfke’’ kavramı içerisinde değerlendirilmelidir. Propagandanın dengelenmesi maksadıyla, edilgen konumdaki seyircinin arkasına yaslandığı koltuğunda, büyüsüne kapıldığı filmin tamamen nesnel olduğuna inanmasını sağlamaya yarayan ‘’edinilmiş öfke’’ söylemleri Hollywood tarafından filmlerin doğasına eklemlenmekte, böylece olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan cahil beyinler tarafından peşinen lanetlenen eleştiri bir sömürü kaynağı haline dönüştürülmektedir. Kendini filmin kahramanı ile özdeleştiren (burada Bond) önceden koşullandırılmış seyirci eleştirilerin doğruluğunu kabul ettiği an kendi esaretine katkıda bulunmuş olacağından, bunu daha baştan reddedecektir.
Eleştiri ve sisteme karşı çıkış, sözde toplumun her kesimi tarafından benimsenen ve ayaküstü konuşulan, yüksek enflasyon (kimlerin etkilendiğinden söz edilmez), toplumsal ahlakın bozulması (bencilliği, ahlaksızlığı, erdemsizliği aşılayan ve zaten yıkılması gereken burjuva ahlakı olduğu belirtilmeden), hava ve çevre kirliliği (muhakkak Afrikalılar ve Asyalılar sebep oluyordur), rüşvet, uyuşturucu ve kürtaj gibi (temelinde yatan toplumsal sorunlara hiç değinilmez) filmin hitap ettiği muhafazakâr kitlenin hoşlandığı genelgeçer konulardan ibarettir. Ucuz işgücü, küresel kapitalistlerin baskısı (Quantum of Solace’da ücretlerdeki kuruş seviyesindeki düşüşün işçi eylemlerine konu edilmesi seyirci için dehşet verici olmaktan çok hayret verici, komik bir olay algısı yaratacak şekilde aktarılır. Bu tema yakın zaman filmlerinden Qcean’s Eleven filminde de benzer şekilde işlenmiştir) Latin Amerika ülkelerinin kaderi denilen ve haftada bir değiştiği vurgulanan diktatörlük heveslisi askerlerle doğru yanlış ayırımı yapmadan kendi halkının çıkarları doğrultusunda işbirliği yapan Batılı ülkelerden söz edilir ancak (asıl kötünün kaynakları kendi halkına dağıtan bir Marksist olduğu araya sıkıştırılır) Latin Amerikalı diktatörlerin kendi halkına ihanetlerinden ve temelinde yatan ekonomik sömürü düzeninden asla söz edilmeyerek, burjuvazi tarafından toplumsal olarak geçerli bulunan sorunlar gündeme getirilirken uygulanan sansür gizlenmiş olur. Bu sözde demokratik tartışma zemini özgür düşünce ve ifade yanılsamasının sahteliğinin kolayca açığa çıkarılmasını önler.
Tatillerini Bodrum’da yapabilen (mutlaka devrimci yoldaşlarla birlikte), ağızlarından puroları (elbette Küba’da devrimci kızlar tarafından sarılmıştır), ellerinden viski kadehleri (tabii ki İngilizlerle mücadele eden İrlandalı ve İskoç yoldaşlar tarafından üretilmiştir), ülkesinin bağımsızlık savaşını küçümsediği için Enver Hoca’dan Mao’ya, Che’den Castro’ya, Stalin’den Troçki’ye çeşitli hiziplerin ardında koşan ancak Mustafa Suphi, İştirakçi Hilmi, Şefik Hüsnü isimlerinden habersiz, literatürü bilmeyen, dünya ve ülke gerçeklerini soyuta indirgeyerek parka, bot ve bereden oluşan garpdop solculuğunu benimsemiş ‘’burjuva nimetlerinden faydalanan inançlı sosyalistleri’’mizin bile analiz yapmakta zorlandığı bu ilişkiler yumağında sıradan seyircinin hiç şansının olmadığını söylemeliyim.
Bu konuyu burada bırakarak, Bond filmlerinin alamet-i farikalarından, dünyayı ele geçirmek için uğraşan kötü adamlar hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Uzay araçlarından, denizaltılara, helikopterlerden roketlere, nükleer silahlardan iletişim sistemlerine pek çok ülkenin bile elinde olmayan imkan ve paraya sahip ancak karizma yoksunu kötü adamlar hiçbir seyircinin kendisini özdeşleştiremeyeceği kadar karikatürizedir. Bir fırsatını bularak Bond’u ele geçirseler dahi gizli yerlerine götürmekten ve bütün şeytani tasarılarını anlatmaktan kendilerini alamayan kötü adamların kullandığı daha alt seviye kötüler var ki isminin söylenmesiyle bile kendilerinden isteneni tam olarak yerine getirebiliyorlar. Böyle durumlarda kötü adamların yardımcısı olmadığım için seviniyorum çünkü sadece ismimin söylenmesiyle veya bir baş hareketiyle ne yapmam gerektiğini asla anlayamazdım. İlk dönem filmlerinde boy gösteren Sprectre dâhil hepsi bulduğu her fırsatı paraya çevirmek için kullanan beceriksiz sürüsünden ibarettir. Birçoğunun eçcinsel olduğu veya ima edildiği bu kötü adamların çevrelerindeki güzel kızlar, onların bu ‘’sırrını’’ maskeleyen ve Bond’a sunulmak üzere bekleyen birer nesneden başka bir şey olmadıkları gibi bu kızların kötü adamlarla ‘’yatmıyor’’ oluşu muhafazakâr ajan Bond’u mutlu etmektedir.
Bond’un karizmasını ve çekiciliğini alabildiğine sergilediği filmlerde fiziksel olarak çirkin, tuhaf, cahil, kibirli, merhametsiz ve sürekli başarısızlığa mahkûm kötü adamlar arasında dayanışma bulunmadığı gibi seçme şansları da yoktur. Bazen itici bir cüce, bazen demir çeneli bir dev, bazen eşcinsel iki arkadaş veya aptallığı yüzünden okunan bodur bir karakter kullanılırken en azılı düşman Blofeld, tüm yaptıklarının çirkinliğinden kaynaklanmış olabileceğini düşündürecek kadar tuhaftır. İlk filmlerde ıssız adalarda, denizin derinliklerinde veya dağların zirvelerinde saklanan, köpekbalığı, timsah, yılan veya zehirli örümcek beslemekten zevk alan kişiler olarak sunulan kötü adamlar ümitsizce, parlak fikirlerini uygulamak için çaba gösterseler de başarısızlıklarının nedeni yine kendileri olmaktadır. İyilerin safına geçmeleri için hiç bir şansları olmadan kişiliklerinin demir parmaklıkları arasında çılgınca koşuşup duran, ellerine geçirdikleri Bond’u öldürmemek için kendilerinin bile inanmakta zorlandığı bahaneler üretmeye çalışan kötü adamlar, üstün ahlak ve vatanseverliğini vurgulamak adına ilahi düzenin özünü ve mükemmelliği temsil eden Bond’a rüşvet teklifinde bulunsalar bile benzer bir teklif İngiliz casusunun ağzından asla duyulmaz.
Batı dünyası ve yapımcılara göre Bond filmleri, aşırı derecede karmaşık bir dünyada (Bond açıktır, samimidir), içten pazarlıklı, sadakatsiz ve ahlaksız (Bond doğaldır, dürüsttür, fedakârdır), gençliğin düzenini bozucu (Bond muhafazakârdır. Birçok kadınla ilişki yaşaması hatta kadınların çoğunun bir sevgilisi veya kocasının bulunması Bond’u veya İngiliz kamuoyunu rahatsız etmezken, Bond’un ‘’kulaklarını tıkamadan’’ Beatles dinlenemeyeceğini söylemesi muhafazakâr kamuoyunun desteğini muhakkak kazanmıştır), dünyayı karanlığa götürecek Marksizm gibi kökü dışarıda ideolojiye sahip kötüler grubu ile (Bond halk tarafından benimsenmiştir) sömürüye karşı mücadele eden, özgür dünya ve geleceğin sınıfsız toplumu için savaşan İngiliz casusunun maceralarını anlatmaktadır. Ancak kötü adamların tüm kaderlerinin, bir sonuç elde edemedikleri dönemsel planları devreye sokup, dünyayı bir krizin eşiğine sürüklemek ve Bond’un bütün hazineyi kendine –Batı dünyası- mal etme çabasına meşruiyet kazandırmaktan öteye gitmediğini anlamak için ‘’aydınlanmış’’ olmaya gerek olmadığı düşüncesinde olduğumu söylemeliyim.
Serinin ilk filminde, Amerika’nın uzaya göndereceği füzenin bir parazite maruz kalması ve bunun uçuş güvenliğini tehlike düşürebilecek olmasından hareketle, o yıllarda İngiliz egemenliğinde bulunan Jamaika’ya gönderilen Bond’un macerası anlatılmaktadır. Bir adayı satın alan Çinli kötü adam kendini yerli halk dâhil tüm meraklı gözlerden uzak tutmak için adada ejderha yaşadığı dedikodusunu yaymakta ve bunda da başarılı olmaktadır. Bond filmlerinde yerliler aptal, çirkin, aşağı ve akılcı düşünceden yoksun olarak gösterilmeye çalışılmakta olup bir filmde siyahî bir kızın gorile dönüştüğü gösterilirken bir başkasında siyahî kötü adamın ölümünün şişerek ve patlayarak gösterilmesi arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Yerlilerin ejderhadan dolayı adaya yaklaşmaktan korkmaları karşısında Bond’un gülüp geçtiği sahne, en arsız ve rezil örneklerini Indiana Jones filmlerinde gördüğümüz ‘’aydınlanmasını’’ gerçekleştirmiş muhteşem Batı düşüncesi ile dünyanın diğer halklarının inançlarının kıyaslanmasını yapmaya çalışan ve kendi inancını başkalarınınkinden üstün gören aşağılık bir zihniyetin beyazperdeye yansımasından başka bir şey değildir.
‘’Yalnız insan kulağında meme olduğu ileri sürülmüştür ve işittiğime göre zencilerde kulak memesinin bulunmaması hiç de seyrek rastlanan bir olgu değildir’’ veya ‘’Zencilerin yabancıları kokularından ayırt edebildiği’’ gibi bilimsel nesnellikten alabildiğine uzak bahanelerle dünya üzerinde yaşayan bir ırkı insan yerine koymamak için yaptıklarına bilim demekten asla utanç duymayan Darwin, teorisini bilimsel bir temele değil burjuva ideallerine göre kurmuştur. İlkçağlar boyunca doğal seçme olmamış olsaydı günümüzdeki aşamaya gelinemeyeceğine ve uygarlığın doğal seçimin işini birçok yönden engellediğine inanan Darwin ve 1890’lı yıllarda ortaya çıkan Sosyal Darwincilere göre, gerekli üstünlüklere sahip ırk Anglosaksonlar ile onun Amerikan koludur. Ayakta kalabilen ve ‘’dünyayı yöneten’’ onlar olduğuna göre bütün bir dünya tarihi Batı insanının ortaya çıkması için var olmuş ve evrimin son halkası tamamlanmış sayılmıştır. Çünkü ‘’Uzun bir dönem boyunca, çok zeki, enerjik, yiğit, yurtsever ve iyiliksever insanları en çok sayıda yetiştiren bir ulus, bu bakımdan geri kalmış uluslara genellikle egemen olur.’’ (Türlerin Kökeni) Bir filmde Anglosakson kimliğinin yüceltilmesi ve diğer ırkların aşağılanması o kadar abartılmıştır ki, Kuzey Koreli kötü adamlar DNA’larına dek her şeyleriyle Batılı olmak için mücadele eden ve kendi kimliklerinden utanan aşağılık kişiler olarak yansıtılmıştır.
Irkçılığı, sömürgeciliğin rasyonelleştirilmesi ve onu destekleyen sosyal davranış biçimlerini tanımlayan bir olgu olarak ele alan Oliver Cox, kapitalizm ve milliyetçiliğin yükselişi ile Avrupalılar arasında ırkçı sömürü ve önyargıların geliştiği tezini ileri sürmekte, kapitalizmin dünya çapında yaygınlaşmasına bağlı olarak tüm ırkçı düsmanlıkların yönetici kapitalistlerin, beyazların ve Kuzey Amerikalıların politika ve davranışlarının izlerini taşıdığını iddia etmektedir ki katılmamak elde değil.
1962 yılında çekilen ilk Bond filminin Fleming’in niçin serinin ilk değil de dördüncü kitabı olan Dr.No’dan başladığı hatta Fleming’in böyle tuhaf bir konuyu işlemiş olabileceği konusundaki merakımın Sırlar Evreni isimli kitabını okuduktan sonra açık bir şüpheye dönüştüğünü söylemeliyim. Halkın vergileriyle karşılanan evlerinde ve limuzinlerinde güven içinde yaşayan Washington’daki sapkın generallerin egolarını tatmin etmek için Amerikan Genelkurmayının Northwoods Operasyonu isminde, birçok yurtsever Amerikalının ve masum Kübalının anlamsız yere öleceği bir savaşı gerektirecek bir plan hazırladığından bahseden James Bamford şöyle diyor:
‘’Genelkurmay Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının yazılı olarak onayladığı planlar, belki de Birleşik Devletler hükümetinin şimdiye dek yaptığı en ahlaksız planlardı. Antikomünizm adına, Amerikan halkını kandırmak ve Küba’ya karşı başlatılması amaçlanan iyi planlanmamış bir savaş için destek sağlamak amacıyla kendi ülkelerine karşı gizli ve kanlı bir terörist savaş başlatmayı önerdiler. Northwoods Operasyonu kod adlı plan gereği, masum insanlar Amerikan caddelerinde vurulacak, Kübalı mültecileri taşıyan gemiler açık denizlerde batırılacak Washington D.C.’de, Miami’de ve başka yerlerde şiddetli terörizm dalgası yaratılacaktı. Bombalar insanları hedef alacak, uçaklar kaçırılacaktı. Düzmece kanıtlar kullanılarak tüm bunların suçu Castro’nun üstüne atılacaktı; böylece, Genelkurmay Başkanı Lemnitzer ve onun komplocu takımına, savaşlarını başlatmak için ihtiyaç duydukları bahanenin yanı sıra, Amerikan ve uluslararası kamuoyu desteği sağlanmış olacaktı.’’ (Sırlar Evreni)
Genelkurmay Başkanının aklına böyle bir fikrin ‘’Castro ellerine iyi bir bahane vermezse, Birleşik Devletler herkesin kabul edebileceği bir bahane uydurmayı düşünebilirdi’’ diyen eski başkan Eisenhower tarafından sokulmuş olabileceğini dile getiren yazar, Castro’nun işgal için Amerikan Genelkurmayına bir bahane sunmamasına çok öfkelenen General Lemnitzer’in bu fikri hiç unutmadığını yazıyor. Bu, planın hazırlıklarının 1958’li yıllara kadar –yani Lemnitzer’in Genelkurmay karargâhında göreve başladığı yıllar- gidebileceğini gösteren en önemli ipucudur. Amerikalıların en yakın müttefiklerinin görüşünü alabilmek adına İngiliz dostlarına bir şeyler fısıldamış olabileceğini ve kendisi de bir casus olan Ian Fleming’in Bond karakterini oluştururken özgeçmişi, yaşadığı, duyduğu ve okuduğu yaşamına yön veren bazı olaylardan etkilendiğini varsayabiliriz.
‘’İlk kez uzaya çıkarak dünya yörüngesini dolanan Amerikalı olacak olan John Glenn’in yolculuğuyla ilgili bir fikir ciddi şekilde düşünülmeye başlandı. Tarihi yolculuğu için Glenn, 20 Şubat 1962’de Cape Canaveral’dan havalanacaktı. Uçuşta Amerikan erdemleri olan doğruluk, özgürlük ve demokrasi bayrağı da gezegenin yörüngesine taşınacaktı. Fakat Lemnitzer ve kuvvet komutanlarının başka bir düşüncesi vardı. Roketin havaya uçurulması ve Glenn’in ölmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Amaç (…) kabahatin Küba’daki komünistlere ve diğerlerine ait olduğuna dair kesin bir kanıt sağlamaktı. Bu, Kübalıların elektronik parazit yaydıklarını kanıtlayacak birtakım delillerin üretilmesiyle başarılacak diye devam ediyordu Lemnitzer. Böylece NASA uzaya ilk Amerikalıyı gönderme hazırlıkları yaparken, Genelkurmay da John Glenn’in olası ölümünü savaşı başlatacak bahane kullanmayı amaçlıyordu.’’ (Sırlar Evreni)
Bu bilgiler ışığında ilk Bond filmi Dr. No’nun, onaylanan ve tam yetki verilerek (eski Ford danışmanı, sonrasında Dünya Bankası Başkanı) Savunma Bakanı McNamara’ya gönderilen –nedense McNamara kendi kopyasını saklamış ancak başsavcıya veya Başkan’a gönderip göndermediği konusunda bir şey söylememiştir- planın perde arkasındaki güçlerinin Başkan Kennedy’e söyletilen ‘’Bond filmlerini seviyorum’’ sözleri başta olmak üzere gizli yönlendirmelerde bulunduğunu, uygulamaya geçilmesi halinde dünya kamuoyunu yatıştırmak ve kendi yalanlarına kendilerini inandırmak maksadıyla Amerikan Genelkurmayının insanlık düşmanı planına paravan olmak üzere çekildiğine inandığımı söylemeliyim.
Yalnızca tek bir filmde, o da, kanundışı işler yapan ama nedense kötü adam olarak sınıflandırılmayan Draco’nun kızıyla düzmece başlayan macerayı saymazsak Bond filmlerinde sevgiye, aşka ve çocuğa yer yoktur. Bond kızları, erkeklere ve evlilik kurumuna ilgi göstermediklerinden erkekler genellikle müzmin bekârlardan oluşmaktadır. Herkesin kalacak bir yeri olduğu ama yuvası olmadığı bu kasvetli ve yalnız çiftler dünyası anneliğin ve babalığın son izlerini de yok etmekte ve seyirci, cinselliğin öne çıkartıldığı tek gecelik ilişkilerin olağan kabul edildiği bir dünya yaratılmasının gerektiği yolundaki çelişkili yargıya zorlanmaktadır.
Kötü adamların sürekli olarak ve hiç bir sonuç almaksızın kur yaptığı, hediye yağmuruna tuttuğu ancak yalnızca cilveleşme içinde kaldığı kadınlar gerçek bir erkek bulamadıklarından lezbiyenliğe yönelmiş yahut cinsel soğukluğa yakalanmışlardır. Yıllardır süregelen tatminsizliklerini Bond ile giderdikten sonra ‘’bir daha yapalım James’’ sözünü slogan haline dönüştüren ve iyi ile kötü arasında seçim yapmaya zorlanan kadınlar nedense kendilerine daha kötü davranan Bond’u tercih ederler.
Yakın tarihli bir filmde uzay mekiği çalışmalarında rol alan bilim adamını arayan ve onun kadın olduğunu anlayınca şaşıran Bond için kadınlar yalnızca sevişilecek ve sonra bir köşeye atılacak, kendisine ateşelen silah namlularının önüne hedef yapılacak varlıklardır. Yatağa girdiği kadınlara ‘’Ne yaptıysam ülkem için yaptım, zevk aldığımı düşünmüyorsun değil mi’’ diyebilecek kadar kadına hiçbir değer vermeyen Bond İngiliz elçiliğindeki casus kızı tutuklatmak için polise haber verdikten sonra, az sonra tutuklanacağından habersiz kızla son bir kez sevişir ve ondan sonra hapse yollar.
Gerçek yaşamdaki çocuğuna ve evine bakan kadının mütevazı evcil zevklerinden ve annelikten bile yoksun bırakılan, bütünüyle yapayalnız, kapalı bir dünyada, hiç bir yarar sağlamaksızın etrafta dönüp duran, tek varolma nedeni, sonsuza dek tahrik eden bir cinsel varlık olmaya indirgenen kadının bu durumu, namusu dâhil sığınabileceği hiçbir yer bırakılmayacak şekilde özgürlük adı altında pazarlanır. Lenin ‘’kadınların serbest aşk isteği’’ ile neler anlaşılabileceğine ilişkin bir liste yapmış, aslında burjuva isteği olan son maddelerin ilk maddelerde sıralanan ve herkesin kabul edebileceği baskı unsurlarının ardına gizlenmeye çalışıldığını söylemiştir ki Bond filmleriyle yapılan da tam olarak budur.
1. Aşk işlerinde maddi hesaplardan özgür olmak mı?
2. Bu konuda neden özgür olmak, maddi endişelerden mi?
3. Dinsel önyargılardan mı?
4. Papa ve benzerlerinin yasaklamalarından mı?
5. Toplumun önyargılarından mı?
6. Bir imsenin çevresinin dar koşullarından mı?
7. Yasaların, mahkemelerin, polisin bağlayıcı hükümlerinden mi?
8. Aşkın içindeki ciddi unsurlardan mı?
9. Çocuk doğurmaktan mı?
10.Zina özgürlüğü mü?
Kültürel havaya ayak uydurmayı çok iyi bilen ve doğal olanı yansıttığını iddia eden Bond’un kusursuzluğuna inanmaya zorlanan seyirciye tanınan seçenek kendisini Bond’a donüştürmesidir. Bu andan itibaren hayranlık duyduğu bu imgenin kendi imgesi olduğunu bilen ve onun düşündüğü gibi düşünen, onun masumiyetinin kendisinin masumiyeti ve onun mücadelesinin kendisinin mücadelesi olduğuna inanan seyircinin beklentisi Bond ile aynı hale gelir çünkü Bond da merdivenleri tırmanmaya en alt basamaktan başlamıştır. Peki, öyle midir?
İkinci Dünya Savaşı günlerinde Amerikalıların istihbarat ödeneği bulamadıkları yerlere zengin subayları gönderdikleri biliniyor. Bond’un bazı filmlerinde düşük bir maaş ve kraliçeden bir aferin uğruna çalıştığının dile getirilmesi İngilizlerin de aynı taktiği benimsemiş olduğu halde küçük burjuva desteğini yitirmemek içindir. Bond’un doğumundan itibaren para sıkıntısı olmamış, smokini üzerinde asla iğreti durmamıştır. Kraliyet donanması subayı olan Bond, Cambridge üniversitesinde ve İngiliz soylularının gittiği Eton okulunda okumuştur. Mavi kana mensup kraliyet donanmasında yarbay olan Bond’un, ailesinin kökenlerinin 1300’lü yıllara kadar gittiği bir filmde konu edilmiştir. Masonluğun İngiltere ve İskoçya’da ortaya çıkışı ile ailesinin kökenlerinin aynı yer ve aynı dönemde çakışmasına tesadüf diyemeyeceğimize göre Bond’un yarbay (commander) rütbesi Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 27. derecesindeki bir masonun kısaltılmış unvanı olan komandör rütbesini çağrıştırdığı için tercih edilmiş olabilir mi, bilemiyorum. Sıradan bir casusun ‘’İngiliz gücünün temsilcisi’’ olmakla takdim edilemeyeceği göz önüne alınırsa gelecek filmlerde Masonluk ile olan ilişkisi gündeme getirilecektir düşüncesindeyim. Bizim zenginden alıp fakire veren Sherwood ormanlarının serüvencisi Robin Hood bile Ridley Scott’un ellerinde Masonik bir karaktere bürünüverdi, belki de hep öyleydi…
Tüm cazibesinin altında bir kıskançlık, insafsızlık, zulüm, şiddet, şantaj, güçsüzün sömürülmesi yatan Bond daha ilk filmde işbirliği yaptığı yerli Quarrel’e ‘’ayakkabılarını’’ getirmesini emretmekten çekinmemiştir. Bu sahnenin ırkçı olmadığını iddia edeceklere soruyorum, acaba Quarrel’in böyle bir istekte bulunabileceğini düşünebilir misiniz? ‘’Evimde Filipinli bir hizmetçi var ancak Filipinli bir ailenin beyaz bir hizmetçisi olduğunu düşünemiyorum’’ sözlerinin de vurguladığı gibi her daim burjuva sınıfının temsilcisi olan ve gülen yüzünün ardındaki kapitalist ideolojinin kızgın çehresi ile kadife eldiveninin içindeki demir yumruğu ortaya çıkarmaktan asla çekinmeyen Bond’un dünyasında kimse bir başkasını sevmez, tek bir şefkat, bağlılık, merhamet ve adalet belirtisi bile görülmez. Adalet hakkında İlerleme İçin İttifak Koordinatörü Covey Olivier daha 1968’de açıkça şöyle söylemiştir. ‘’Bugün hakkaniyete uygun fiyatlardan söz etmek, bir ortaçağ kavramını canlandırmaya kalkışmak olur. Zira biz bugün ticaret özgürlüğü çağında yaşıyoruz…’’ (Latin Amerika’nın Kesik Damarları)
Ekonomik üretim araçlarını tek bir sınıfın denetlediği bir toplumda; o sınıf zihinsel üretim araçlarını, fikirleri, duyguları, sezgileri denetler. Dünyanın pek çok yerinde yenilgiye uğrayan çıkar şebekesini gizlemek için strateji değiştiren emperyalizmin, ideallerini ‘’Amerikan rüyasına’’ dönüştürmeyi başarması üzerine başta Hollywood olmak üzere televizyonlar, radyolar, dergiler, gazeteler ve kitaplardan günlük konuşmalara kadar her şey, her gün, her an ezilen ve sömürülen sınıfları birbirinden kopartarak uluslararası dayanışmasını zayıflatmaktadır. Burjuvazinin egemen ve ayrıcalıklı konumunu haklı çıkarmak için hükmedilenlerin dünyasını zararsız, doğal, saf, durağan köylü kesimi ile tehlikeli, şüpheci, kötü, hareketli kent kesimi olarak ikiye bölmekte hatta kendilerine dayatılan tüm değer yargıları ve ahlakın hükmedenlerden geldiğini anlamaması için işçi sınıfını da memur işçi, polis komiser, doktor hemşire, asker sivil, subay astsubay gibi sanal kavramlarla parçalamakta ve her birini öteki için tehdit unsuru olarak sunmaktadır.
Bir filmde kapısında uluslararası hayırseverler derneği tabelası bulunan bir yerde Spectre üst düzey yöneticilerinin toplantısı gösterilir. Bu sahne ile sosyal devlet politikaları eleştirilmekte komünistlerin eşitlik, hak, adalet görüntüsü altında kendi çıkarlarını düşünen bir avuç kötü olduğu izlenimi seyirciye verilmeye çalışılmaktadır. ‘’Her çağda egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleri olmuştur’’ diyen Marks, burjuvazinin, proletaryayı sömürmeye başladığı andan itibaren, sınıf mücadelesini iyi ve kötü arasındaki ahlaki savaşa indirgemeye çalıştığını söylemiştir. Ahlâkî etiket, çatışmanın ekonomik kökünü gizlemeyi ve sınıf düşmanının faaliyetini gizleyerek işçi sınıfının eksikliklerini onları zayıflatmak amacıyla, ahlaki kusura ve alay konusuna dönüştürür. Bond filmlerinde kötü adamların her türlü ahlaki zayıflıkları bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi kitabında şöyle demiştir ve haklı çıkmıştır. ‘’Bu yolla, dünyada, ruhu bozmayan fakat gevşeten ve hareket yaylarını sessizce çözen bir tür faziletli materyalizm kurulabilir.’’
Çarpma, çarpışma, düşme, havalanma, kaçma, kovalama, kavga, dövüş türünden hareketlilik yaşanır, gemiler, arabalar ve uçaklar parçalanıp silahlar ateşlenirken seyirci çöp bidonları, sıkışık yollar, tamiratlar, başıboş köpekler, insan yığınına dönmüş sokaklar, polisler, lağımlar ve gecekondular olmak üzere çağdaş kent yaşamının bütün sefaletine tanık olur. Kent, dışına kaçılması gereken, sonu gelmez faaliyetlerin sürüp gittiği, denetlenmesi olanaksız, varlığı anlamsız bir teknoloji faciası olarak gösterilirken, burjuva ideallerinin sürekliliği konusunda hiç bir itirazı olmayan köylü, halkın ürettiği her şeyin bekçisi olarak ilân edilerek popülerleştirilir.
Bond’un dünyasında üretim toplumsal değil doğaldır, tüm nesneler Q’nun ellerinde birden belirir ve bitmez tükenmez maceralarda armağan olarak sunulur, üretmek için kimsenin çalışması gerekmez. Emekçi ya da bir proletere rastlanmaz ve hiç bir şey sanayiin ürünü değildir. Q bölümünün birçok filmde deniz aşırı ülkelere taşınmış olması ve birçok ürünün üretim aşamasının değil de olmuş bitmiş son halinin gösterilmesi üretim süreçleriyle olan ilişkisinin kesilmesi gayretidir. Saat, araba, kalem, giyecek, altın gibi ismi ne olursa olsun bütün bu ürünlerin insangücü kökenli oluşları gizlenmiş, nesnenin kökeni ile onu üretim işlemine bağlayabilecek bağ ve toplumsal bellek kesilip atılmıştır. Doğrudan ekonomik üretimin yokluğunda işçinin teri, kanı ve emeğinden kopartılmak suretiyle özelliksiz, köksüz ve gelecek nesillere aktarılamayan birer meta haline dönüştürülen ürünler hiçbir filmde iki kez kullanılmazlar. İşçi sınıfı ve sınıfsal mücadele safdışı edilince çaba göstermeden servet edinmek meşru hale getirilmiş oluyor.
‘’İlk çakıl taşının insan eliyle işlenerek bıçak haline gelmesi için öylesine uzun bir zaman geçmişti ki, bizim tarih diye bildiğimiz zaman, bunun yanında önemsiz kalır. Ama zorunlu adım atılmış, insan eli özgürleşmiştir, bundan böyle de yeni hünerler kazanacak, bu yolla edinilen büyük el yatkınlığı insan soyundan soyuna geçecek, gittikçe artacaktır. Onun için, emeğin sadece bir organı değil ama aynı zamanda da bir ürünüdür el, Ancak emek yoluyla… insan eli mükemmellik derecesine ulaşabilmiştir’’ (Engels)
Bond maceralarında çalışanlar, kasiyerler, resepsiyon görevlileri, hostesler, satış elemanları ve garsonlar gibi hizmetlerini satan kimselerden ibarettir. Böylece hiç bir zaman üretilmeyen ancak her zaman satın alınan tüketim dünyasında satın alma işi sürekli yinelenmiş olur. Yeri gelmişken ülkemizde de her sokağa birer alışveriş merkezi açılmak suretiyle genç nüfusun güvenlik görevlisi ve kasiyere dönüştürülmesi yönündeki çabaların son hızla sürdürüldüğünü ve buraların kapanması halinde ellerinde nitelikli hiçbir mesleği bulunmayacak yüzbinlerce gencin varolduğunu görmenin acı verici olduğunu söylemeliyim.
Yazılı veya sözlü her kelimenin Batı ideolojisinin (bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerek. Burjuvazi yalnızca Batı toplumlarında var olan bir sınıf olup diğer toplumlarda bulunan benzer sınıflara –işbirlikçi- denilir. Batı burjuvazi demektir) propagandasını yaptığı günümüz dünyasında sürekli ve yoğun olarak baskıyla kuşatılmış kişi tek başına kurtuluş yolu bulamayacak kadar acizdir. Önceki yazılarımdan birinde sözünü ettiğim bir olayı kısaca hatırlatmak isterim. Ülkedeki komünist faaliyetleri araştırmak üzere kurulan Amerika’ya Karşı Çalışmalar Kurulları Meclisi (HUAC) üyelerini tedirgin eden 1944 yapımı Song of Russia isimli bir filmi araştırmak üzere bilirkişi olarak çağrılan Ayn Rand, ‘’insanları gülerken göstermenin’’ komünistlerin her zaman kullandıkları bir propaganda olduğundan hareketle, Rusları gülerken gösteren bu Amerikan filminde de Rus parmağı olduğunu iddia edebilmiştir. Geçtiğimiz günlerde karşılaştığım bir metnin yukarıdaki savı desteklediğini görmemin hiç şaşırtıcı gelmediğini söylemeliyim.
‘’Soğuk savaş yıllarında Moskova’ya yaptığım bir ziyareti anımsıyorum; beni en çok etkileyen şey şehrin renksizliği olmuştu. Gökyüzü griydi, evler griydi, arabalar griydi, caddede yanımdan geçen bütün insanların yüzü soluktu. Ama beni en çok hayrete düşüren hemen hemen hiç kimsenin gülmemesiydi. Yol boyunca defalarca hafifçe gülümseyerek selamladığım Moskovalıların hiçbirinden karşılık almadım. Başlarda bu durum eğlenceli geliyordu (o kadar tuhaftı ki, o yüzden) ama bir saat geçtikten sonra bu ortamın benim üzerimde yarattığı etkin farkına vardım. Ruh halim değişmişti. O neşeli halimden eser kalmamıştı. Yüzümdeki gülümseme gitmişti. Hüzünlü bir ruh haline kapılmıştım. Kendimi boz bulanık hissediyordum. Farkında olmadan fiziksel ve psikolojik açıdan çevremdeki insanları yansıtıyordum.’’ (Buy.ology-Martin Lindström)
Soğuk Savaş yıllarında dediğine göre en geç 1990 yılında gitmiş olacağını düşünürsek, bu sırada 20 yaşından küçük olan 1970 doğumlu yazarın saatlerce Moskova sokaklarında yalnız başına nasıl ve niçin gezmiş olabileceğini merak ediyorum. Moskova’nın yanı sıra Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Ukrayna gibi pek çok ülkeye gitme fırsatım oldu. Çoğu duvarın yıkılmasından sonra gerçekleşen bu ziyaretlerimde halk pazarlarında ekmek arası rendelenmiş havuç satan satıcının önünde uzayan kuyruklar başta olmak üzere büyük bir sefalete ve acıya tanık olsam da, belki yazarın istediği anlamda kahkahalarla gülmeyen bu insanların yine de kendilerine gülümseyerek merhaba diyenlere somurtarak baktıklarını görmedim. Böyle yapanlar muhakkak vardır ancak oranı Fransa’dan veya Danimarka’dan daha fazla değildir. Örneğin Fransa’da Fransızca haricinde bir dili kullanıyorsanız değil size gülümsemeleri bakkaldan ekmek bile alamazsınız, yüzünüze bakmazlar. Yazarın böyle bir şeyi ‘’uydurmuş’’ olmasının tek izahı Burjuvazinin Rus halkını asık suratlı, nemrut ve gülmeyen bir millet gösterme çabasının günümüzde de sürdürülğünün en açık göstergesidir. Yazar tabii ki bunu emirle değil içinden öyle geldiği için, Sovyetleri kötülemenin ve aşağılamanın kendisine yeni fırsat kapıları açacağı bilinciyle gönüllü olarak yapmaktadır.
Burjuvazi eşittir Batı ne demektir, burjuvazi niçin Batı düşünce dünyası haricinde yetişmez, yetiştiğini düşünenlere niçin işbirlikçi denir Türk yazınının en büyük kalemlerinden Kemal Tahir bu konuda şöyle diyor. ‘’İçerde devlet desteğiyle yerli zengin yetiştirmeye sapıldı mı, bunun, bizim gibi memleketlerde, üst idareci kadrolara sıvaşmaması mümkün değildir. Üst idareci kadrolar, milli zenginlerle ortaklık da kursalar, rüşvet karşılığı aracılk da yapsalar, keselerine attıklarının her zaman on katını, çoğu zaman, hatta yüz katını, şuna buna sus payı verip çarçur ettirirler. Bu durum içerde ister istemez, bazı alanlarda zengin edeceklerinin işlerini kolaylaştırmak için tekeller kurmaya zorlar hükümetleri… Devlet işletmelerinin zararına katılmadan kaymağını alarak, fazladan pazarı tekel şartları içinde tutarak iş yapanlar, Batı anlamında kapitalist olamazlar. Bunlar ne kadar çok zenginleşirse, devleti o kadar çok didikler, temellerini o kadar çok oyar. Bunlar, içinde bulundukları şartlar dolayısıyla sınıf şuuruna varamadıkları için kendi devletlerini kurmaya yönelemezler. Tersine hiçbir sorumluluk yüklenmeden Batı anlamında sınıf karakteri olmayan enikonu SAHİPSİZ devleti kendi hesaplarına çalıştırıp soymayı çıkarlarına daha çok uygun bulurlar. Bu düzende, doğulu devlet, haklara karşı ödevini yerine getiremez olur. Halkın düşmanlığı, bir anlamda da umutsuzluğu arttıkça artar. Yüksek idarecilerle onların hırsızlık ortakları da bu umutsuz halklara gittikçe daha etkili kötü örnek olurlar. Bir yandan zenginlik düşmanlığı alıp yürürken öte yandan insanlar içinde debelendikleri kara yoksulluktan anca vurgunla, kanunsuz çarpmalarla, lotaryalar yoluyla kurtulacakları inancına varırlar. Böyle ortamlarda hırsızlık ayıp olmaktan çıkar. Toplumun en alt tabakalarında sürünenler bile hiç olmazsa çocuklarını okutup bu soygun çetesine katmayı biricik amaç edinirler. Böyle ortamlarda haklara doğruları anlatmak giderek imkânsızlaşır. En akıl almaz yalanlar, hayaller tabulaşarak enaçık gerçeklerin yerini tutar. Bu sebeple böyle ortamlarda siyasi partiler ister istemez birer yalan fabrikası haline gelir. Seçmen söylenene değil, bunlardan hangisinin iktidara yakın olduğuna, yakın olanlardan da hangisinin vurguna daha açık, daha yatkın olduğuna bakar. Böyle durumlarda, politikacıları hırsızlıkla suçlamak, onların seçim güçlerini azaltmaz, tersine artırır.’’ (Kurt Kanunu)
Bu toprakların en büyük yazarlarından Kemal Tahir’in dedikleri karşısında tüyleri ürpermeyenler için Amerikan saldırganlığı en fazla duyan Latin Amerika’dan bir yazarın dediklerine kulak verelim:
‘’Sosyal piramidin tepesinde yer alan altı milyon Latin Amerikalının toplam yıllık geliri piramidin dibinde yığılı duran yüz kırk milyon yoksul emekçinin yıllık gelir toplamına eşit. Günlük kazancı çeyrek dolardan ibaret olan tam altmış milyon köylü var bugün Latin Amerika’da; aynı Latin Amerika’da, İsviçre ve ABD’de açtırdıkları özel hesaplarda beş milyar doları biriktirmiş bekleyen felaket tüccarları da var ve bunlar, yeni üretim ve iş alanlarının açılıp geliştirilmesine ayrılabilecek olan bu muazzam servetleri, milyonlarca insanı hem aşağılayan, hem kışkırtan bir pervasızlık içinde lükse, tantanaya, gösterişe, hiçbir üreticiliği olmayan yatırımlara ayırıp heba etmekteler. Emperyalist iktidar merkezlerini sulayan yağmur, sistemin geniş kenar mahallelerini baskına uğratmaktadır. Buna paralel ve eşzamanlı olarak da, bizim içeride egemen ama dışarının egemenliği altındaki sınıflarımızın refahı, yük hayvanları gibi yaşamaya mahkum halk yığınlarımızın talihsizliğini…talihsizlikten de öte, felaketini oluşturmaktadır.’’ (Latin Amerikanın Kesik Damarları)
Arkadaşlarına değil görevine sadakat duyan Bond hiçbir zaman görevin başarılması veya önemsiz birinin hayatının kurtarılması gibi ahlaki bir ikilemle karşılaşmamış, bir kaçış yolu varsa her zaman ilk çıkan o olmuştur. Doğru yolu bularak iyilerin safına geçen Jaws’ın, kendisinin emrini yerine getirirken mutlak bir ölümle karşı karşıya kalacağını bilmesine karşın Bond bu duruma aldırış etmez ancak filmin sonunda Jaws’ın mucizevî bir şekilde kurtulduğu haberi gelir. Diğer Bond filmleriyle kıyaslandığında Jaws’ın kurtuluşunun aykırılık oluşturduğunu ve filme sonradan Bond’un bu umursamazlığının seyircide oluşturacağı –belki de oluşturduğu- tepkiyi azaltmak için eklenmiş olduğunu düşünüyorum.
Kira, elektrik faturası, yiyecek veya giyecek konusunda asla bir sorunla karşılaşmayan, görevde olsun olmasın en lüks otellerde konaklayan, en pahalı içkileri içen, en iyi arabalara binen ve sürekli son teknoloji ürünü cihazlar kullanan Bond sihirli bir bolluk içinde yaşar. Bu müsrif ve lüks toplumda geçim yolları konusunda büyük bir sıkıntı yaşanmadığından kötü adamlar servetin kökenini gizlemek için birer araç olarak kullanılırlar. Casino Royale filminde Bond’un kumarda kazandığı paranın, Afrika’da bir dilim ekmek ve bir bardak su bulamayan insanların parası olduğu görmezden gelinerek –çünkü paraları çalan Batı değil kendi yöneticileridir. Kötü adamdan çalmak ise onu cezalandırmaktır- Bond tarafından casinolarda harcanır. ‘’Para sayesinde ruhları cennete bile göndermek mümkündür’’ diyen Kolomb’un torunları tarafından dünyalarının tüm faziletlerini içerebildiği ve güzel olan her şeyi simgelediği para en büyük amaç ilan edilmiştir.
Bond’un temel karakteristiği yalnızlığıdır. Tek bir arkadaş, tek bir dost edinememiştir. Her faaliyeti kendi toplumsal sınıfının tarihsel yaşantısını üretir. Ritm hiç bozulmaz. Şekiller sürekli olarak yer değiştirir. Hikâye bitmez tükenmez bir şekilde tekrarlanır. Bond kendisine hareket sağlayan her şeyi kullanır, tank, jet uçağı, araba, tekne veya uzay roketi… Bu mekanik araçların kolayca ortaya çıkışları ve birden kayboluşları şaşırtıcıdır. Nesnelerin işlevleri değiştirilmeden yeni bir renge boyanmaları gibi, Bond da faaliyetlerinin doğası ve dürtüsü değiştirilmeksizin yüksek teknoloji ile yeniden donatılır.
Bilim oyuncak dolabından çekilip çıkarılır, bir süre oynandıktan sonra yerine konur. Aynı şekilde, Bond da günlük yaşamından çekip alınır ve kötü adamı yakalamak adına sağa sola koşturur, görevini yapar ve sonra bir sonraki maceraya kadar gündelik yaşamına döner. Başlangıç ve sonun hep aynı olduğu hatta maceranın kendisinin bile, aynı eski malzemenin abartılmış yinelenmesinden başka bir şey olmadığı filmlerde seyirci bir maceradan diğerine geçerken görevin bitirilmiş olması başka bir maceraya atlamak için kullanılan basamak olur.
Bugün yeni olan bir şey yarın eski sayılmaktadır. Bilimin ürünleri, Q’nun icatları ve piyasadaki en son fikirler anında tüketilecek nesnelerdir yoksa çabuk bozulabilir, modası geçebilir ve yerlerini başka şeyler alabilir. Bilim, bir tür hayret ve şaşkınlık yaratan teknolojik reklâm aracı haline getirilir. Hiç bir ilerleme yoktur yalnız o ana hizmet eden bu araçlar ulaşım veya biçimsel çeşitlemeler için kullanılır ve bir sonraki filmde çoktan unutulmuşlardır bile. Üretici güçler olmadığından sözde bilimi temsil eden ve sürekli alaya alınan zavallı Q’nun çalışmalarında bilimsel rasyonellik önem taşımaz.
Her bir filmdeki faaliyetler küçük ayrıntılar dâhil bir öncekiyle esasta aynıdır. Bond birbirinin taklidi olan maceralar içinde döner ancak bu dönüş bir gün bıkkınlık uyandıracağından seyirciyi perdeye çekebilmek için yeni malzemeler bulmak zorundadır. Bıkkınlık ve değişiklik korkusu, karakterlerin fiziki hareketlilikleriyle bastırılırken samimiyet, geleneksel karakterin kullanılmasıyla sağlanır. Maceranın çekiciliğine kapılan seyirci, yeni teknikler karşısında, karakterlerin kendi kendilerini tekrarlayıp durduklarını fark edemez. Son Bond filmi Skyfall’ın yönetmeni bu durumu şöyle izah ediyor:
“Her yeni Bond filminin öncekilerden daha büyük, daha iyi, çok daha fazla görülmeye değer, daha heyecanlı ve daha şaşırtıcı olması gerekmektedir. Yeni tehlikeli sahneler, orijinal hileler, seyirciyi eğlendirmek ve heyecanlandırmak için yeni yollar aramak; senaryo yazarları, yapım ekibi, sahne koordinatörü ve her yeni sahnenin maliyetiyle ilgilenenler ile aylarca süren tartışmalar ve toplantılar sonunda belirlenmektedir. Maliyetler büyük bir baş ağrısıdır ancak tüm Bond filmleri gişede başarı elde ederek büyük kar sağlamıştır. Bu açıdan akıllı davranmak ve para kazanmak için Bond filmlerine daha çok para yatırmak doğru bir ticari yaklaşım olacaktır.’’
Son Bond filminde sık sık sözü edilen gölgelerde savaşmak, komünist Rusya’nın bir taktiği olarak yansıtılırken İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı’nın, özellikle İngilizler ve Amerikalıların Napolyon’dan Hitler’e uzanan tarihsel süreçte Avrupa’yı tarihin derinliklerinde yokolmaktan kurtaran Rusya’yı derhal düşman ilan ederek artık savaşların gölgelerde yapılacağını söylemelerine hiç değinilmez. Gölgelerin karanlıkta değil aydınlıkta olduğu göz ardı edilir. Stratejik Servisler Ofisi’nin (OSS) şefi Orgeneral Wiliiam O.Donovan, Başkan Henry Truman’a ‘’Rusya Birleşik Devletler için henüz bilmediğimiz çok daha büyük bir tehdit oluşturacaktır’’ derken Hitler daha intihar etmemişti. Aynı sözler Churchill tarafından da dile getiriliyordu ancak Sovyetlerde böyle bir konuşmanın varlığına dair bir ipucu bulamıyoruz. Son Bond filminde artık gölgelerde savaşmak yok derken Rus tehdidinin tamamen bittiği ve artık yeni bir düşman ortaya çıktığını söylemektedir ki yeni düşmanın kim olduğu gelecek filmde belli olacaktır. Ancak filmin İstanbul’da geçiyor oluşu yeni düşmanın İslam olduğuna dair ipuçları veriyor mu, göreceğiz. Goldeneye filminin açılışında Berlin Duvarı’nın, Lenin’in heykellerinin, orak çekiç simgelerinin kısaca komünizmin yıkılışı gösterilerek Fukuyama’nın ilan ettiği ‘’tarihin sonu’’ tezine destek veriliyor. Tarih felsefesinin oluştururken ırkçı yaklaşımlarını gizlemeye gerek duymayan daha doğrusu bunun ırkçılık değil gerçekler olduğunu söyleyen Hegel Prusya devleti ile tarihin sonunu işaretlemişti, Amerikan ideolojik tetikçilerinden Fukuyama duvarın yıkılmasıyla tarihin sonucu ilan etti aynısı Roma için de söylenmişti ama tarih devam ediyor. Churchill, Lenin için ‘’Sovyetlerin başına gelebilecek en kötü şey Lenin’in doğması, daha da kötüsü ölmesi olmuştur’’ derken haklı mıdır? Marksist görüş tarihteki her şey olması gerektiği için olmuştur demesine karşın Stalin’in yerine Troçki’nin devam etse ve Lenin’in bir müddet daha yaşamış olsa ne olurdu diye düşünmeden edilmiyor…
Bir casus deşifre olmaktan, sınır dışı edilmekten daha da kötüsü yıllarca hapse düşmekten korktuğundan kimliğini asla söylemezken düşük profilli kalamayan Bond hemen her yerde casus değil de diplomatik bir temsilci gibi davranmaktan çekinmiyor. Sokak ortasında meraklı kalabalığın bakışları altında, sırf birkaç saat tutuklanmamak adına başka bir ülkede MI6 casusu olmanın dokunulmazlığı varmış gibi hem kendisinin hem de işbirliği yaptığı ajanın kimliğini açıklamaktan çekinmiyor. Başka bir filmde politik bir karaktere bürünerek Rambo’dan önce Afganistan’a gelerek Rusların esir tuttuğu bir Afgan liderini serbest bırakarak Amerika’dan önce harekete geçiyor. En komiği diyeceğim ama en arsızı demek daha doğru olacak, ilk yöntemi provoke etmek olan bir İngiliz casusu Ruslardan, Sovyet vatandaşı olmayan birine ilk kez verildiği öylenen Lenin Şeref Madalyası aldığının söylenmesi oluyor.
Bond nerdeyse hemen her filmde olayı kişiselleştirmemesi yönünde ikaz edilir, filmlerin en az yarısında yetkileri elinden alınır veya M’in direkt emirlerini uygulamaz. CIA’den arkadaşı Felix’in karısının öldürülmesi üzerine tamamen kendi başına harekete geçse de görevini emirler doğrultusunda tamamlar. Olayın tamamen kişiselleştiği filmde ise emirler doğrultusunda başlayan görev İngiliz hükümetinin inisiyatif alamaması sonucu müstakbel kayınpederi kötü adam Draco’nun adamlarının Bond’a yardım etmesiyle kötü adam altedilir ancak İngilizler bundan dolayı hiç utanç duygusu hissetmez ve itaatsizliğinden dolayı Bond hiçbir zaman cezalandırılmaz. Her şey düzmecedir ve aslolan İngilizlerin çıkarlarının korunmasıdır. Yoksa demokrasi havariliğine halel getirmeyecek şekilde inkâr edilebildiği ölçüde kimin kiminle işbirliği yaptığı önemli değildir.
Azılı düşman, kötülerin kötüsü, Bond’un karısının katili Blofeld’in ölümü intikam duygularını tatmin etmeyecek kadar sıradan ve kimsenin sorgulamadığı şekilde gerçekleşir. Bir patlama esnasında ölüp gider. Her zaman her olayı kişiselleştirmekle suçlanan Bond, karısını öldüren adamın ölümünü kişiselleştirmez. Bir görev daha başarılmış ve düşman, ölümüyle kahraman ilan edilemeyecek şekilde bertaraf edilmiştir.
Daha üçüncü filmde (Goldginfer) kötü adam bir 00 ajanını satın aldıklarını söylese de üzerine gidilmez ve özellikle soğuk savaşın son ermesinden sonraki filmlerde ajan ihanetleri doruk noktasına ulaşır. Bir filmde Avrupa’daki bütün 00 ajanlarının çağrıldığı bir sahnede dokuz ajan yan yana oturuken üç yöneticinin karşılarında oturduğu ve bir daire şeklini alark Arthur’un şövalyeleri veya İsa’nın havarilerini simgeleyebilecek kadar ileri gidebilen 00 ajanlarının sürekli ihanet etmeleri nasıl açıklanabilir. M’in kişisel korumalığını yapandan tutun da son filmin kurgusunun tamamen üzerine kurulduğu ajan ihaneti meselesi, anlaşılmayan ve üzerine gidilmeyen bir konudur. Gidildiği noktalarda da sebep sonuç ilişkisine değinilmeyerek sistemi kendi çıkarları için kullanan çürük elmalar olduğu belirtilerek cezaları verilmektedir.
İki kutuplu bir dünya düzeninde seyirci başka türlüsünü yemeyeceği için kötü adamın küresel bir yıkım getirmek adına New York veya Moskova’yı yok edebilecek planlar yaptığı vurgulanır. Dünyayı kurtaran Bond olsa da bu şehirlerin arasına Londra veya İngiltere sıkıştırılmaz ve seyirci Bond’un dünyayı kurtardığı zırvalıklarına tahammül etse de Amerikan altınlarını korumak için yanında CIA, FBI ajanları varken British İntellegnce adına Amerikan topraklarında operasyon yapsa da hiçbir zaman Londra’yı kurtaramamıştır.
Bond’un Amerikan topraklarında Kraliçe’nin İstihbarat Servisi adına operasyon yapması seyirciye ne kadar tuhaf geldiyse, aynı tuhaflığı hisseden ‘’birileri’’ tarafından belki ikaz edilen senaryo yazarları başka bir filmde hiçbir işe bulaşmaması yönünde defalarca ikaz edilen Bond’u ‘’gözlemci’’ olarak bir uyuşturucu baskınına dâhil ediyorlar. Ancak senaryo yazarlarının ve yapımcıların kulağının adamakıllı bükülmesi için yıllar geçmesi gerekiyor. Die Another Day ile İngilizlere ilk kez fırça çeken CIA senaryoya dâhil olduğu bundan sonraki hemen her filmde Bond’u tokatlamaya devam eder.
Yakın dönem filmlerinden birinde Bond CIA’deki arkadaşı Felix ile buluşur. Aralarında şiddetli tartışma yaşanır. 60’lı ve 70’li yıllarda Bond’a koşulsuz yardım eden Felix yoktur artık. Bond’un, kimse kokaine ve komünizme aldırış etmese Güney Amerika’nın hali ne olurdu, yıllardır bu ülkelerin altını oyuyorsunuz demesiyle Sabri Çağlayangil’in CIA yıllardır altımızı oymuş sözlerini hatırlamamak elde değil. Bond alaylı bir şekilde CIA’nın herkesle çalışmasına hayranım diye sözlerini bitirir. Evet, biz de hayranız.
Son söz olarak kısaca söylemek gerekirse Bond’un görevi Batı’nın denetiminden uzakta gelişen sanayinin engellenmesidir. Batı’dan bağımsız hareket etmenin kötü sayılmak için yeterli olduğu filmlerde ele geçirilen bütün ileri teknoloji ürünleri daha iyi bir amaç uğruna kullanılmak yerine derhal imha edilirler. Böylece dünyaya yeteri kadar gözdağı verilmiş olur, Yaparsanız yıkarız.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarın diğer film eleştirileri için tıklayınız.
Pak Parti
PKK kendisine Pak Parti denmesini istedi.
Bu haber başlığını görenler uzun süre düşündükleri halde bir anlam veremediler. Neydi bu PKK, nereden çıkmıştı, neden şimdi böyle bir açıklama yapıyordu?
Bazıları yaşadıkları hızlı iletişim çağının gereklerini yerine getirerek hemen unuttular, başka dünyalara dalıp bir daldan diğerine sekerek gezintilerini sürdürdüler.
Pek azı konuyu araştırmaya değer gördü. Kısa bir uğraştan sonra bazı bilgilere ulaşabildiler.
….
İlk izlenimleri haber yeni olsa da konunun epey geride kalmış olmasıydı. Geçmişteki bazı olaylarla ilgili yeni kaynaklar bulunmuştu. Anlamakta zorlandıkları bir kavrama ulaşmışlardı. Bölücülük. Uzun süredir çatışmalardan, savaşlardan uzak yaşadıkları için ayrı düşmek nedir bilmiyorlardı. Nefretten, düşmanlıktan tümüyle habersizdiler. Konuyla ilgili buldukları bir metni yorumlayarak anlamaya çalıştılar.
“Bölücülük. Bunu anlatmak kolay değil. Bir örnek vereyim. Yağmur yağdı yağacak bulutlu bir sonbahar gününde Tayyar Bey eline keskin bir bıçak alıp olgunlaşmış parlak, bir yanı kırmızı elmayı ikiye ayırırsa kim bölücü olur? Yarısı yeşil elmanın parçalarından biri mi? Onu kesen bıçak mı? Bıçağı elinde tutan Tayyar Bey mi? Yoksa ona “Bu elmanın yarısı yeşil, yarısı kırmızı. Bir yanı güneş görmüş, olgunlaşmış, serpilip gelişmiş. Diğer yanı geri kalmış. Toprağın suyundan, güneşin sıcaklığından yararlanamamış. Kesip ayırmalısın ikisini birbirinden” diyen bir başkası mı?”
Bu tuhaf paragrafı kim, ne zaman yazmıştı? Bu konuda bilgi yoktu. Ama şu an içinde oldukları kardeşlik ortamından çok önce olmalıydı mutlaka. Çünkü gördükleri diğer yazılar, haberler hiç de güzel bir ilişkiyi anlatmıyordu. Çıkar çatışmasıyla beslenen nefret ve hoşgörüsüzlüğün getirebileceği sonuçların en acı örneklerini görüyorlar, bunlarla karşılaşmaya alışmamış yürekleri derin bir acıyla yanıyordu.
….
Pak Parti’yle ilgili araştırmalarından bir sonuç alamadan bu kez bir Akça Parti’yle karşılaştılar.
Buldukları not “Akça Parti kararıyor mu?” diye başlıyor ve içinde şöyle deniyordu:
“Öteden beri AKP’nin kısaltma olarak Akça Parti kullanılmasını istemesini pek anlayamadım. Aydınlanma ve Kurtuluş Partisi’ne niçin böyle densin ki? Ya PKK bu kısaltma bizi kötü gösteriyor, bize Pak Parti densin derse ne olacak? Ama sonuçta her bireyin, her kurumun başkalarına zarar vermediği sürece dilediğini düşünme, söyleme ve isteme hakkı vardır.”
Daha sonra anayasa tartışmalarından söz ediliyordu. Notları okumadan önce bunun anlamını öğrenmeleri gerekti. Çünkü yaşamlarında yasaların ne kendisi, ne anası, ne de babası vardı. Epey çaba harcadıktan sonra bunların ilkel toplumlardaki insanlar ve gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar dizisi olduğunu anlar gibi oldular. Bir gezegende yaşayanların ne kendilerine, ne birbirlerine, ne geçmişlerine, ne de çocuklarının geleceğine saygısı yoksa, davranışlarını tümüyle bencillikleri ve çıkarları belirliyor, çatışmalarda üstün gelen her istediğini yapabiliyorsa işlerin çok da kötüye gitmemesi için bazı önlemler alınması gerekiyordu. Hukuk denilen genel bir doğruya uymaya çalışarak önce genel, sonra özel kurallar hazırlanıyordu. Yine de bu uygulamalar kesin çözüm getirmiyordu, çünkü gücü eline geçiren hepsini dilediği gibi çarpıtıyor, değiştiriyor, bildiğini okuyordu.
Anayasayı araştırırken bir yazıda (1) karşılaştıkları sansür sözcüğü başlarına iş açtı. Bunun ne olduğunu anlamak için epey kafa yordular.
O koşulları tümüyle anlamaları olanaksızdı. Yine de bir an için orada olduklarını düşündüklerinde büyük bir üzüntü duydular. Acımasız kalabalığın içine düşmüş duyarlı, güzel insanlar büyük zorluklara katlanmış olmalıydı.
Sonra insanların hak ve özgürlüklerini korumayı güvence altına alması beklenen anayasayla ilgili buldukları notları anlamaya çalıştılar.
“Ama anayasanın eşitlikle ilgili maddesinde yürütme ve yasama gücünü elinde tutan tarafın mutlak anlamda eşitliğe, ayrımcılık yasağına, sosyal dışlanmaya karşı güvence verilmesine, devletin pozitif yükümlülüğü ve kadın erkek eşitliği gibi temel kavramlarda düzenleme yapılmasına karşı çıkmasına bir anlam veremedim. Yönetimde olmak, güç, insanı değiştirebilir. Ama yine de sorumluluk, sağduyu ağır basmalı. Haklı isteklere kulak tıkamak, zorla, baskıyla, katı sınırlarla insanları ve toplumu dönüştürmeye çalışmak olumlu sonuçlar vermiyor. Üstelik çok ağır bedeller ödenmesine yol açabiliyor. İletişimin, düşüncenin, bilimin önünün en azından teknik olarak böylesine açılmış olduğu bir çağda özgür bir gelecek diliyorum.”
Geçmişi anlamak kolay değildi. İletişim, düşünce ve bilim sözcüklerinde bir sorun yoktu. Artık bunların tümü sonsuz bir özgürlüğe kavuşmuştu. Yeryüzünü paylaşan insanlar doğanın bir parçası olduklarının bilincindeydiler. Hem birbirlerini, hem de gezegeni paylaştıkları tüm canlıları her an yüreklerinde hissediyorlardı. Ama baskı ve sınır kavramları onlar için bir anlam taşımıyordu. Ancak çok uzun bir araştırma ve okuma programından sonra biraz olsun atalarının bir zamanlar yaşadığı sıkıntıları anlayabildiler.
Bir başka notta “Anayasayı cinsellik ve mahalle baskısı tıkadı” deniyordu. Cinselliğin yalnızca nüfus artışı sağlamak ve çocuk yapmak için yaşanması isteniyor, bunun dışındaki yaklaşımların yanlış olduğu söyleniyordu. Özgürlüklerinin gücüyle yaşadıkları mutluluğu düşününce bunu da anlamaları kolay değildi.
“En az üç çocuk önerisi batıda kabul görse bile artış hızı uzak bölgelerdekine yetişemez. On yıl, yirmi yıl sonra oradaki nüfus ezici bir çoğunluğa ulaşabilir. Geçmişte bugünün güçlü partisine kayan avantaj o bölgede yaşayanların destekleyeceği bir başkasına kayabilir.”
Burada ne söylendiğini pek anlamadılar. Seçim, propaganda, oy almak ya da satın almak, yönetimi ele geçirmek için her türlü yolu deneyerek kendi çıkarlarına yatırım yapmak tanıdıkları kavramlar değildi. Fazla üzerinde durmadan geçtiler.
Beynin değişkenliği ve aşkı konu alan not epey ilgilerini çekti. Onlar için geçmişten gelen böyle bir not bulmak, taş devrinden kalmış bir bilgisayar bulmaktan farksızdı. Notta bilim insanlarının cinsel tercih konusundaki çalışmalarından söz ediliyor, bazıları cinsel tercihin doğuştan geldiğini söylese de yıllarca heteroseksüel olan ve hiçbir biseksüel geçmişi olmayan insanların bile homoseksüel aşk yaşayabildiği anlatılıyordu.
Notlardan birinde insanın doğaya verdiği zarardan söz ediliyordu. (2)
Çevreye ve topluma karşı duyarlı olmaya çağıran notlar onları duygulandırıyor, kendilerini borçlu hissediyorlardı. Yaşadıkları güzel dünyayı işte bu tür kişilere borçluydular, kim olduklarını bilmeseler de onları kendi ataları olarak kabul ediyor, seviyor, saygı ve minnet duyuyorlardı.
….
“PKK kendisine Pak Parti denmesini istedi.”
Haberin kaynağı olan notta böyle yazıyordu.
Tarih 29 Ekim 2024 olarak atılmıştı ama ayrıntılı bir inceleme yapmadan bunun gerçekten bu zamanda mı, yoksa çok daha önce mi yazıldığını bilebilmek olanaksızdı.
Amed adı verilen bir yerde yapılan açıklamadan söz ediliyordu.
Yazıda geçmişte karşılıklı yanlışlar yapıldığı, ancak dönemin başbakanının önerilerini dikkate alan yoksul bölge insanlarının üstün doğurganlığının önce bölgede, sonra da genelde diğerlerini azınlık durumuna getirdiği belirtiliyordu. Bundan sonra yeni bir sayfa açılacağı, partinin eski kısaltmasının hem kötü çağrışımlar yapan söyleniş biçimi, hem de geçmişte yaşanan üzücü olayları anımsatması nedeniyle artık kullanılmayacağı söyleniyordu.
“Partilerin Kardeşlik Kuruluşu olarak açıldığımızda kısaltmamızın PKK olacağını hiç düşünmemiştik. Geçen yıllarda kısaltmamız adımızdan çok yıprandı. Sorunları geride bıraktığımız, gerçek kardeşlik, barış ve dayanışmanın ışıklarını gördüğümüz bu koşullarda yaptığımız değişiklikle “Partiler Arası Kardeşlik” oluşumunun yaşama geçmesinin mutluluğunu yaşıyoruz.”
….
Gördükleri haberle ilgili gerçeği araştıranların buldukları son not bu oldu. Geçmişle ilgili yeni izler taşıyarak günlük yaşamlarına döndüler.
1. Burcu Cebesoy, Sinemada Sansür, http://sanatlog.com/etiket/sansur-sistemi-ve-anayasa/
2. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi-insan/Blog/?BlogNo=352989
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.