Heykeller Yıkıla! Tiyatrolar Basıla! Diziler Yasaklana!
Heykel hakkında fikir sunmak için güzel sanatlar eğitimi almaya gerek yokmuş. Belki fakülte eğitimine gerek olmayabilir ama heykelin dilini, biçimsel yapısını anlayabilmek ve düşünce ortaya atmak için malumunuz sanat hakkında yüzeysel de olsa bir genel kültür bilgisine sahip olmak önemlidir. Zaten bu ülkede doğru düzgün bir sanat ve kültür eğitimi verilmediği için herkes bir şeylere saldırmakta, alakasız fikirler ileri sürmekte, kendisini çok özgür hissetmektedir. Bunun tarihsel ve siyasal nedenleri 1950’li yıllara kadar gitmektedir. Bu ülkenin demokrasiye geçiş yılları olarak gösterilen tarihleri aslında kültürel ve siyasal bir karşı devrimden başka bir şey değildir. Köy enstitülerinin, Halk Evlerinin kapatılması ile beraber gelişen sürecin şimdiki zamana yansımalarıdır. Tiyatroları basmak, heykellere kin kusmak, dizi ve filmlere sansür uygulanmasının önünü açmak…
İzmir’de Bornova Şehir Tiyatrosu oyuncularına yapılan saldırı, ülkenin sosyo-politik yapısı ve bu şehre göçlerle gelmiş insanların sosyo-psikolojik yapısı analiz edilmeden anlaşılamaz. Bornova ilçesinin en eski semtlerinden biri olan Altındağ’a göçlerle gelen ve şehir yaşamına alışamamış kişilerden bazılarının çocuklarının tiyatroya, tiyatroculara yaptıkları saldırı o insanların kültür ve sanatın evrensel ve hümanist yapısından uzakta yaşamaları ve ayaklarına kadar gelen sanat ve kültürü içselleştirememelerinden kaynaklanmaktadır. Yakınlarından, toplumundan psikolojik ve fizyolojik her türlü şiddet görerek büyüyen insanlar zaten sadece tiyatrolara değil, sosyal hayatın tüm katmanlarına saldırmaktadır. Alsancak’ta, Taksim’de sizden zorla para isteyen ya da sattığı mendil ya da başka bir şeyi zorla vermeye çalışan kimseleri bolca görürsünüz. Çevresindeki barlara giremeyen, gördüğü güzel arabalara sahip olamayan, hayatında kız arkadaşı olmamış, olamamış ve kaderci zihniyetini sadece alkol ve uyuşturucu kullanmaya çalışarak gidermeye çalışan bu insanların temel sorunları öncelikle ekonomik, sonra kültüreldir. Zaten bu ekonomik sorunlar yüzünden bazıları sonraları tarikatların ellerine düşer.
Belediyenin ve tiyatro sanatçılarının tüm özverili çalışmalarına rağmen sanata düşman olarak yetiştirilen bu kesimler maalesef bu tatsız olayı gerçekleştirmişlerdir. Ancak olaya küçük burjuva duyarlığı ile yaklaşmak soruna bir çözüm sağlamaz. Ben Altındağ’da büyüyüp yetişmiş ve daha sonra tiyatro eğitimi almış olan ve bu sanatı sürdürmeye çalışan biri olarak kendi yetiştiğim semtin bazı kişiler tarafından –varoşlar, kaba cahil insanların vahşi davranışı, gerici yobazların saldırısı gibi etiketlerle anılmasını hiç hoş karşılamadım. Zaten Bornova Belediyesi ve Bornova Şehir Tiyatrosu yaptığı açıklama ve yorumlarla olaya soğukkanlı ve nesnel yaklaşarak çok duyarlı bir çizgi izlemiş olduklarını gösterdiler.
Tabii ki yaşananların acısı ile bazı aşırıya kaçan yorumlamalar yapılmıştır. Ancak yukarıda değindiğim gibi olayın siyasal-ekonomik-toplumsal-psikolojik yapısı bilinmeden bu tarz olaylara doğru yaklaşımlarda bulunmak zorlaşmaktadır. İstanbul’daki sanat galerinin taşlanması ve sanatçılara yapılan saldırılardan sonra da eleştirdiğim yanlış açıklamalar da bulunulmuştu. Uzun yıllar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde sahnelediğimiz oyunlarda benzer sıkıntıları yaşayan birisi olarak, suçlayıcı değil, kazanmaya yönelik eylemler yapılması gerektiğine inanmaktayım.
Sorun bu gerici-yobaz-faşist-cahil-serseri olarak etiketlenen bu insanlara toplumun ve bireylerin neler verebileceğidir. Yaşam alanınız kısıtlanıyorsa savaşma vakti gelmiştir ama bu savaş tabii ki kültür kulvarında gerçekleşmeli; o insanları ötekileştirmeden kazanmanın yolları aranmalıdır. Hem siyasal olarak etkin bir mücadele hem de sivil toplum açısından katılımcı bir mücadele sürdürülmedilir. O bölgelere bir kez bile gelmemiş olan İzmir’in Beyaz Türkleri ve İstanbul entelijansiyası bu tarz olaylara nesnel bakamamaktadır. Hayatında varoşlarda siyasal çalışma yapmayan, varoşların okullarında tiyatro sahnelemeyen insanların bu konular hakkında görüş belirtmesine hiç gerek yok.
Gelelim heykel konusuna: 12 Eylül zihniyetinin yarattığı en önemli travmalardan birisi de heykeldir. O dönemki askeri yönetiminin ülkenin her yanına diktiği estetikten yoksun heykeller özellikle doğu ve güneydoğudaki insanlara sevgiyi zorla heykelle gerçekleştirmeye, aşılamaya çalışmaları akıl almaz yanlış uygulamalardan biri olarak tarihe geçmiştir. Ülkenin her tarafını heykele benzemeyen heykellerle donatan zihniyet zaten bu ülkenin genlerini heykele karşı duyarsızlaştırmıştır. Din derslerini zorunlu kılan ancak sanat tarihi derslerini kaldıran, resim derslerinin içini boşaltan eğitim sisteminin tarihsel yanlışlarının yansımalarıdır heykellere ucube diyerek saldırmak…
İslamiyetin sadece şekilsel yanı ile ilgilenen geniş halk yığınları için de o heykel önemsizdir. Hoşgörünün en önemli destekçilerinden olan İslam dininin barış ve kardeşlik adına yapılmış olan bir heykeli görmezden gelemeyeceğini anlayamazlar. Çünkü din bu ülkede sadece başlara takılan türban ölçeğinde değer bulmaktadır. Politik bir karşı çıkış olarak yapılan heykele karşı bu tavır, “Put bunlar, taş parçası, kâfirlerin işi.” diye düşünebilecek olan ülkemizin geniş muhafazakâr-milliyetçi kesimlerin içlerindeki nefreti ortaya çıkarmaktadır. Her ne tartışırsak tartışalım yine bu ülkenin kuruluş zeminine çakılıp kalıyoruz. Cumhuriyet’in kültür-sanat-eğitim alanında uygulamaya çalıştığı ve hayal ettiği gelecek ile ona karşı kendini ötekileştirilmiş olarak hisseden kesimler arasındaki ilişkinin tarihsel seyrinin son aşamalarını yaşamaktayız.
Gelelim gündemimizi derinden meşgul eden dizimize: Yıllardır televizyon ekranlarında bu ülkenin devlet yapısına, bu ülkeyi yönetenlere ya da önemli görevlerde bulunan kişilerine dolaylı ya da dolaysız olarak her türlü eleştiriyi yapan, kan ve vahşeti kullanarak toplumun geniş kesimlerinin ilgisini uyandıran bir o kadar da sevilmeyen bir dizi film vardır. Hemen hatırladınız öyle değil mi? Tabii ki Kurtlar Vadisi. Bu dizi bile şu an Kanal D’de yayınlanmakta olan “Muhteşem Yüzyıl” dizisi kadar gürültü koparmamıştı. Bakanlardan başlayarak toplumun değişik katmanlarından kişilerin dizi hakkındaki eleştirel yorumlarını dinlemekteyiz. RTÜK şimdiye kadar hiçbir dizi için bu kadar şikâyet gelmediğini söyleyerek şimdilik diziye uyarı cezası vermeyi uygun bulmuş. Ancak şikâyetlerin tekrar sürmesi halinde yayından kaldırma cezaları olabileceğini gündeme getirmiş.
Diziye küfür ve hakaret boyutunda yapılan yazılı ve sözlü sataşmalar ise akıl almaz boyutlara ulaştı. Öncelikle sağlıklı bir tartışma yapılması için bu konular hakkında bilgi sahibi olan insanların konuya katılmaları gerek. Ama medyanın maalesef büyük bir çoğunluğu bu tartışmaları bir rayting pazarına dönüştü bile. Dizinin tarihsel atmosferinin ve tarihsel yapısının incelenmesi tarihçiler tarafından tabii ki tartışılabilir, tartışılmalıdır da. Ancak tüm bunlar yapılırken çoğunluk tarafından unutulan bir konu bunun bir drama olduğudur. Yani gerçeğin kendisi değil, onun değiştirilmiş ve yetkinleştirilmiş biçimi olan taklidi. Tabii hayatında Aristoteles’i duymayan, duymadığı için de “Poetika” adlı yapıtı okumamış insancıkların bu düşünceleri anlaması biraz zorlaşıyor. Yani sinema, tiyatro televizyon, dizi filmleri gibi sanatsal üretimlerin kurgusal gerçeklik temelinde bir dönüştürüm süreci sonunda çeşitli durum ve olayları yansıtmış oldukları asal gerçeği göz ardı edilmektedir. Çeşitli film ve tiyatro oyunları için de eskiden beri benzer tartışmalar yapılır durur ama bir türlü sonuç alınamaz. Dizinin senaristi Meral Okay ne kadar bu gerçeği dile getirmeye çalışsa da yine ön yargılar, milliyetçilik ve muhafazakâr düşünce bildiği yolda ilerlemeyi sürdürüyor.
Gelişmiş ülkelerin buna benzer tartışmaları yok ya da bizdeki gibi düzeysiz değil, diye bir şey söylemeye kalksak, yine milliyetçi muhafazakâr karşı duruşla bizim tarihimiz en dokunulmaz en kutsal tarih safsatasıyla karşılanacağız.
Anadolu tarihi içinde taşıdığı unsurlar bakımından birçok filme ve tiyatro oyununa konu olabilecek dramatik malzemeyi fazlasıyla taşımaktadır. Bunların yeterince ele alınmıyor olması sanat dünyasında hep konuşulan konular olarak uzun yıllardır dillendirilmektedir. Ancak bunun alımlayıcılarının bu yapıtlara olan önyargılarının nasıl giderileceği, yönetenlerin ve denetleyicilerin nasıl yaklaşacakları da yine siyasal bir değişim ve dönüşüm sorununda odaklanmaktadır. “Öteki”ni dinlemesini bilmeyen, kendisini dünyanın en kutsal insanı sanmaya devam eden toplumların ve ulusların bu yönelişi maalesef çağımızın en önemli sorunlarından biri olarak sürmektedir. Bundan tek kurtuluşumuz siyasal-kültürel-toplumsal yapımızın zihniyet dünyamızla paralel bir şekilde değişebilmesinde yatmaktadır.
Heykelleri yıkmak istemek, tiyatro salonlarını basmak, dizileri yasaklamaya çalışmak; bu topraklarda modern ortaçağın izdüşümleridir.
Serkan Fırtına
serkanfirtina35@gmail.com
Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.