Man of Steel (2013, Zack Snyder)
Kasım 28, 2024 by Editör
Filed under Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Bu yazı Xale Vanya’ya ithaf edilmiştir.
Bu senenin ‘blockbuster’ filmlerinden biri olarak tanımlayabileceğimiz Man of Steel, Zack Synder’in bilindik rasist söylemlerini rahatça gizleyebileceğini düşündüğü bir diğer filmidir. Böylesine bir filmi çekerek aslında kendine simgesel olarak ırkçı bir yer açmıştır da diyebiliriz. Synder’in 300 (2006) filmindeki ırkçı perspektifini görmemek için aptal olmak gerekir. Spartalıların savaşçı kimliklerini korumak, yüceltmek, soylarını ıslah edercesine imha etmeye çalıştıkları insanları çukurlara attıklarını görürüz. Mamafih bu deforme olmuş bedenleri işaret edercesine tekrar karşımıza çıkan Pers ordusundaki deformasyona ne demeli? Zizek, Yamuk Bakmak kitabında özellikle popüler kültürün metalaştırdığı zombi filmleri -nam-ı diğer ‘yaşayan ölülerin dönüşü’- hakkında simgesel olarak gömülmediklerini, bu yüzden geri döndüklerini ifade eder. Bunun nedeni ‘cehennemde yer kalmamasıdır.’’ (Tırnak içindeki cümle yine Synder’in Dawn of the Dead (Ölülerin Şafağı, 2024) filminin afişinde yazılmıştır.). Cehennemde yer kalmamasının nedenini Zizek’in de altını çizdiği noktayla ilişkilendirmek mümkündür. 20. yy’da insanların yaşadığı iki büyük travma ‘holocost ve gulag’ olaylarıdır. Yahudi Soykırımı aynı zamanda gereğince gömülmedikleri için yeniden dünyaya gelen haddi zatında Yahudilerin zombi olarak geri dönmesidir. Bir nevi Batı Uygarlığının Antigone ile hesaplaşmasıdır. (Zizek:2005). Synder’in 300 filmindeki öldürülen ve örneklediğimiz üzere ‘gereğince gömülmeyen’ deformasyona uğramış insanların Pers ordusunda karşımıza çıkmaları tesadüf olmasa gerek. Film ilk çıktığı zaman yapılan yanlış yorumlardan birisi de Batı-Doğu çatışması olarak lanse edilmesi, Doğuluların oldukça canavarımsı ve fiziksel olarak çirkin gösterilmesine karşılık Spartalıların baklava dilimli fizikleriyle savaşmalarıdır. Doğu uygarlığı tamamen örtünmüş ve maskelenmiştir, Batının sembolizasyonu daha açık, şeffaf, neredeyse çırılçıplaktır. Bir anlamda bu film Batı’nın kendisiyle bir iç hesaplaşması, vicdani sorumsuzluğunun musibetidir. Filmde Doğu-Batı ayrımı yoktur. Ya da Sparta-Pers savaşı yoktur. Deyim yerindeyse aynı madalyonun iki farklı yüzü vardır. Batı kendisini fiziksel olarak mükemmelleştirirken, aynı zamanda bilinçaltını bir tür ‘ucube’ olarak göstermiştir.
300 filminde Synder’in bakış açısı bir ülkenin askerlerinin yaptığı kahramanlıkları göstermek ya da tarihe dair alıntılanan bir olayın, bir savaşın kendisini göstermek değil, bu deforme olmuş varlıklara karşı savaşmaktır. Burada Sparta’nın tarihte yapmış olduklarını değil, Synder’in işlediği temaları eleştiriyorum. Elbette Hollywood’un bu tür anlatılara tarafsız olarak bakmasını beklemek de aptallık olur. Ancak Hollywood’un sinema kimliği artık emperyalizme ya da kapitalist sisteme çanak tutmaktan çok öteye geçmiş bulunmaktadır. 300 filminde Spartalıların yine deforme olmuş bir başka karakter (Ephilates) tarafından ispiyonlanmaları sonucunda ölmeleri, filmin bu konudaki hassasiyetine bir vurgudur. Synder’in nihai amacının bu olmadığına inanmak istemeyenler son filmi Man of Steel’e (2013) bir göz atabilirler. Lakin 300 filmindeki faşist ve ırkçı vurguyu görmek için de böylesine sözüm ona bir Süpermen filmi çekilmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Bu nedenle Synder ırkçı söylemlerine 300 ile yer açmış ve onu sinemanın simgesel tarihine yerleştirmeye çalışmıştır diyebiliyoruz.
Süpermen filmlerinin kökeni, çizgi romanının tarihi, daha önce çekilmiş filmleri, hayal kırıklığına uğratan yeniden çekimlerinden bahsetmeyeceğim. Lakin bu konuda sıradan bir sinema izleyicisinin bildiği kadarını bildiğimi itiraf etmekle yetineceğim. Eminim bu sözde kahraman üzerine iyi kötü az çok bir şeyler biliyorsunuzdur. Giydiği kıyafetin renginin anlamı, geldiği gezegen, zayıflıkları ve ezeli düşmanları, S harfinin ne anlama geldiği vs… Bütün bunları bir kenara atıyor ve filmin kullandığı dili ve görselleri üzerinden nereye varmaya çalıştığını görmek açısından ilerliyoruz.
Film Süpermen’in doğumuyla başlar. Gezegen artık yok olmanın eşiğine gelmiş, nihai sonuna yaklaşmaktadır. Yeni doğmuş olabilir ama halen umudun var olduğuna dair bir işaret olarak okuyabiliriz kahramanımızın doğuşunu. Bu arada S harfi umudu temsil ediyor arkadaşlar.
Filmin ilk sahnelerinde genel olarak gezegeni tanıtma amaçlı bir epilog görüyoruz. Ancak bu bizleri şaşırtmıyor. Bizden daha ileri bir teknolojiye sahip olduklarını sandığımız Kriptonlular çocuklarını mağara şeklinde bir yerde doğuruyorlar. Hemen tepkileri görüyorum. Ne de olsa gizli bir doğum olmak zorunda; böyle mağaramsı bir yer lazım. Kimse görmesin, bilmesin, duymasın tarzında bir doğum gerçekleştiriliyor. Amenna. Ancak mağarayı da geçtik, diğer sözde mekânlar açıkçası hiç de ileri bir teknolojinin varlığını tanıtlamıyor, kullanılan teknolojik araçlar her ne kadar bir gösterge olarak bize ileriymiş gibi gösterilse de daha çok Antik Çağ ile gelecek arasındaki kurulmuş bir analojiden söz edebiliriz. Yüksek binalar toprak alan üzerine kurulmuş ve yaşayan diğer canlılardan birkaç tane gösteriliyor ki, bunlar da dünyamızın Antik çağlarında var olan canlılara benziyor. Daha da derinleştiriyoruz; sözüm ona kurulan yönetim ya da konsül sanki Kripton gezegenine ait değil de Roma İmparatorluğu’nun sıfır tarihine göndermede bulunuyor olabilir mi? Bu oldukça basit bir çıkarım, birçok farkında olan izleyici de bunu çıkarmıştır. Bir anlamda bizden ileri bir teknolojiye sahip olarak gösterilen Kriptonlular aslında bizim yaşadığımız ve geçmişte bıraktığımız -sandığımız- bir tarihi yaşıyorlar. Hristiyanlığın doğuşu ve Mesih’in doğumuna tekabül eden gezegenin yok oluşu ki neden yok olacağı özellikle belirtiliyor. Gezegenin çekirdeğine enerji sağlayabilmek amacıyla müdahale edilmesi bu gezegenin yok oluşunu hızlandırıyor. Bu aynı zamanda herkesin kafasında olan dünyanın sonu teorilerinden birisidir. Bu söylemi Pacific Rim filmiyle paylaşıyor.
Film uzam olarak Dünya’nın geçmiş zamanını Kripton’un şimdiki zamanıyla denkleştirirken (bu gezegenin sadece şimdiki zamanını görürüz), Dünya’mızın olası bir yok olma senaryosunun geleceğini Kripton’un şimdiki zamanında görmekteyiz desek yanlış olmayacaktır. Bu biraz da Zizek’in Lacan’dan alıntıladığı bastırılmışın geri dönüşü nereden gelir sorusuna verdiği cevapta da gizli olabilir. Bastırılmış olan nereden gelir? sorusunun cevabı ‘gelecekten gelir’ olarak imlenir. Ancak bu konuyu derinleştirmek bizi komplo teorilerine sürükleyecektir. ‘’Umarım bazı arkadaşlar bu konuyu derinlemesine inceler ve genişletirler.’’ Ancak fazla kurcalamamalarını da tavsiye ederim. Özellikle ‘bazı’larının. En nihayetinde filmimiz bir zaman filmi değildir. Doğal olarak sonuç nedenden önce gelir gibi bir yorum da yapamayız. Her ne kadar iki farklı gezegenin olduğunu bilsek de hiç de iki farklı gezegen olmadığının altını çizmek gerekir.
[Film dışında bir senaryo: Aslında hazır aklıma gelmişken şöyle bir zaman senaryosu hazırlanabilir. Süpermen’in bütün hücrelerinde kendi ırkının genetik kodları hazır yer almışken, fi tarihinde bu genetik kodlar sayesinde Kriptonlular dünyamızda yeniden bu kodlar sayesinde yaşama kavuşurlar. Daha sonra dünya’yı aslında Kripton gezegeni kullanmaya ve son olarak insanlar gibi sömürmeye ve bütün enerji kaynaklarını tüketerek yeniden gezegenin yok olmasına neden olurlar. Sanırım bu senaryoyu daha önce kutsal kitaplarda Yahudi başlığı altında okumuştuk. Yahudiler’in sürülmesi, kutsal topraklara yeniden dönmeleri, Hz. İsa’nın doğuşu ve Yeni Ahit… Konumuzdan kopmadan devam edelim…
Amerika’nın kurulduğu dönemden itibaren bu geçmiş Grek-Roma imparatorluklarına olan arkaik sevgisi bitip tükenmeden her zerresine sirayet etmiştir. Mimarisinden –özellikle devlet binaları- tutun da, örnek olarak benimsedikleri ideolojilere kadar bunun yansımasını görebiliriz. Amerikan çizgi romanlarından beyazperdeye uyarlanan her süper kahraman kimliği aynı zamanda Antik Yunan’daki tanrılarla belli paralellikler taşımaktadır. Oldukça geniş ve beni aşan bir konu. Ancak bilinmesi gereken şey şu ki Synder’in gezegeni bir anlamda geçmişte kalmış bir Roma idealini yaşatmakla kalmayıp daha önce yapılmış olan hatayı da onarmak pahasına Mesih’i Süpermen kılığında yeniden dünyamıza getiriyor. Bu Batı medeniyetinin, her daim altında ezildiği ‘çarmıha gerilmişin’, Baudrillard’ın tabiriyle sürekli borçlu kalmasından kaynaklanıyor.
‘‘Günümüzde akla gelebilecek bütün stratejiler şöyle özetlenebilir: Başımızı kurtaramayacağımız borcu, krediyi gerçek olmayan ve adlandırılamayan her şeyi dolaşımda tutmak. Nietzsche de Tanrı’nın başvurduğu hileyi şöyle çözümlüyordu. O, büyük Alacaklıyı borçtan kurtarmakla; Oğul’un fedakârlığı sayesinde insanı borçtan kurtarmakla borçluyu bu borcu ödeyemez hale getiriyordu. Çünkü alacaklı bu borcu çoktan ödemişti- böylelikle Tanrı bu borcu sonsuza dek dolaşıma sokma imkânı yaratıyordu ve insan da bunu ömür boyu üstleneceği bir hata olarak omuzlarında taşıyordu.’’ (1)
(1) İmkânsız Takas - Baudrillard J. (Çev: Ayşegül Sönmezay), Syf: 13 Ayrıntı: İstanbul
Diğer çizgi roman karakterlerinden bağımsız olarak Süpermen’e bir ölümsüzlük halesi atfedilmiştir. Filmin senaristlerinden David S. Goyer de bu kahramanın ölümsüzlüğüne dikkat çekmiştir. Bu yüzden diğer kahramanlar gibi karşısına gerçek anlamda bir kötü karakter çıkarılması oldukça güçtür.
’’Ben de çizgi romanlar yazdım ve diğer çizgi roman yazarlarıyla burada çelişiyorum- ‘Süpermen öldürmez,’ diyorlar. Bu hikâyenin dışında var olan bir kural ve bu tür kurallara şahsen inanmıyorum. Bence bir film veya televizyon eseri yazıyorsanız hikâyenin dışındaki bir kurala bağlı kalınmamalı.” (2)
(2) http://divxplanet.com/?page=haber&sid=1173
Kill Bill: Volume 2 filminde David Caradine’ın bu konudaki tiradı kulaklarımızı çınlatsın. ‘’Süpermen’in Clark Kent kimliği onun insanlığa olan bir eleştirisidir. İnsanın zayıflığına, acizliğine bir göndermede bulunur.’’ Süpermen bu nedenle diğer süper kahramanlardan ayrılır çünkü Mesih’tir. İnsanlığın sürekli dolaşımda olan borcu için gönderilmiş ve bu sefer insanların -pardon Amerikalıların- bankaya olan faiz borçlarını kapatmak için yeniden gönderilmiştir.
Filme geri dönecek olursak: Rasist söylem birçok sahnede hem dilsel hem de görsel olarak kendini tekrar eder. Bunlardan ilki kahramanımızın öz babası Jor-El (Russel Crowe) tarafından belirtilir. Gezegen yok olmaktadır ve konsül herkesin kurtarılabilme ihtimalinin imkânsızlığına işaret eder. Jor-El, “Herkes mi?” diye sorar. ‘’Herkes zaten öldü. Bana kodeksin anahtarını verin. Irkımızın hayatta kalmasını sağlayayım.’’ Bu söylem de anlaşılan odur ki ‘ırk’ ifadesi gezegen henüz yok olmadan önce söylenmiştir. Bir anlamda herkes zaten ölmüş sayılır, en azından ırkımızı kurtaralım şeklinde bir yorum getirilebilmektedir. Daha sonra Zod konsülün olduğu yeri işgal ederek bir nevi kendine göre biçimlendirdiği ‘ırk kurtarma’ operasyonundan bahseder. Zod’un saç şeklini şahsım adına beğenmedim; berberinin saçını kısa kesmesi kendisine tipik bir kötü Romalı komutan izlenimi vermiş. Zod’un ırkı kurtarma fikri biraz daha farklıdır. “Baştan başlarız. Bizi bu hale getiren bozuk soyları keseriz.” tümcesi daha radikal bir kopuşu imler ve hemen kalıp olarak onu filmin ‘villain’ mertebesine ulaşmasını sağlar. Jor el kodeksi bu arada ele geçirir, kodeksin şekil itibariyle bir kafatasından başka bir şey olmadığını görürüz. Kodeks alınır. Süpermen’in yollanacağı gezegen bulunur. Bu gezegende yaşayan varlıkların zeki ancak Süpermen’i bir garabet olarak göreceklerini söyler Kriptonlu anne. Kriptonlu baba ise “Hayır onu bir tanrı olarak görecekler.” der. Haliyle babanın dediği olur. Buradaki söylemlerin ve kelimelerin hepsinin altını çizmeye gerek yok. Bu epilog zaten başlı başına 300 filmindeki söylemin aynısıdır. Kripton diye bir gezegen yok, Dünya var. Kripton sadece bu dünyanın izdüşümüdür. Amerikanın değil, Hollywood’un faşist söylemlerinden bir kaçıdır sadece. Bu arada 300 filmindeki Leonidas’ın eşi ile Jor-el’in eşinin birbirine benzemesi tesadüf olmasa gerek.
Bu epilogun sonunda Süper kahramanımız hızlı bir şekilde gemiye bindirilerek dünyamıza gönderilir. Kodeks ise bir anlamda gezegendeki Kriptonluların genetik şifreleri ve her şifre Süpermen’in hücrelerine kazınmıştır. Filmde herhangi bir soykırıma rastlanmaz ama sembolik olarak bunun üzerinden kahramanımıza bu hale giydirilerek onun kurtarıcı ve bütün ırkın taşıyıcısı kimliğine göndermede bulunulur. Her ne kadar uzaktan bakıldığında bir über-mench gibi görünse de kahramanımız, Hollywood’un kalpazanlıklarının ve çarpıtmalarının sonunun olmayacağının kanıtı haline gelir.
Daha önce okuduğum Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi adlı eserindeki Nietzsche’ye atıfta bulunularak yapılan sövgü -Hançerlioğlu’na göre o yarı delidir- filmin bu alandaki hataları gibi tekrarlanmıştır. Aynı durum Hitchcock’un Rope (1948) filmindeki Nietzsche muhabbeti için de geçerlidir. Paragrafımızı alıntılayalım:
Nietzsche, ‘’Törebilimi aristokrattır. ‘’İyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değildir. İnsanın ilerliyi aristokratik toplumdan gelir.’’ der.
İnsanüstü ereği: Milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmektir: ve ‘’Bütün bir ulusun yoksulluğu bir insan-üstünün acı çekmesinden daha az önemlidir.’’ (3)
(3) Düşünce Tarihi - Hançerlioğlu O.- syf: 245 Remzi: İstanbul
Filme son bir kez bu paragraftan üzerinden bakalım. Dostoyevski yasayı birebir uygulayanı zorba olarak kabul eder. Nietzsche’nin felsefesi ya da yukarıdaki sözleri birebir alındığında ve uygulandığında -Nazi Almanyası- karşımıza maalesef bu türden insanlık dışı portreler, zorbalıklar çıkmaktadır. Ama daha da üzücü olan şey ise Hollywood’un Nazi Almanya’sının fikirleriyle örtüşen bu tür filmler yapmasıdır. Nietzsche’nin bu paragrafını birebir alan Hançerlioğlu onu bir deli kabul ederken, Hollywood ise bilerek ya da bilmeyerek (bu daha da kötü) birebir filme kaydeder. Süpermen’in filmin sonunda acı çekerek General Zod’u öldürmesi seyircide onun da zayıflığının olduğunu bilmesi ile eş tutulur. Süpermen’in de bir ‘zayıflığı varmış’ denilip onun karanlık taraflarına yapılan vurgunun esas amacı zayıflık değildir. Tam tersine insanların kendilerini sefil bir varlık olarak hissetmesidir. David Caradine’ı yeniden anıyoruz.
Nietzsche’nin vurguladığı ‘Bir ulusun yoksulluğu bir insan-üstünün acı çekmesinden daha az önemlidir.’’ sözünü bu anlamda daha iyi okumak gerekir. Uygar Şirin son dönemde çekilen süper kahraman filmlerindeki travmaları eleştirirken bunu gözden kaçırmış sanırım.
“Hikâyeye bir şey katmak için yola çıkılıyor ama sonuç hikâyenin içinin boşaltılması. Bu boşluğun doldurulması için atılan cilaya “karanlık”, yapılan makyaja “kahramanların çocukluk travmaları” adı veriliyor. Travmaların onarılmasıyla mutlu sona ulaşıyoruz. İyi de travma vernikli ahşabın üzerine dökülen çay değil, silip geçesin. Travma ağacın içine işleyen, ona şeklini veren ve onun şeklini alan, “malzeme”yle iletişime geçen iz. Üstesinden gelmenin yolu da onu silmek değil, görmek. Manzaranın onu içerdiğini, onun varlığıyla anlam kazandığını bilmek. Tam da bu yüzden kahramanların travmaları olmaz, “yumuşak karın”ları olur. Travmaları olsaydı süper kahraman olmaz, insan olurlardı.” (4)
(4)http://uygarsirinyazihane.wordpress.com/2013/05/16/super-kahramanlarin basittravmalari
Buradan şunu sormak gerekir: Bu süper kahramanların özellikle Süpermen’in böyle travmatik olmasının nedeni nedir? Gerçekten süper kahramanların da sorunları ve problemleri olabileceğini, aynı zamanda içselleştirdikleri birtakım karanlık fikirler olabileceğini gösterip sıradanlaştırmak mı? Yoksa bunu seyirci üzerinden kendimizi aşağılık birer aptal olarak görmemizin bir yolu olarak kullanmak mı? Şunu diyeceğimizi düşünmüyorum: “Şu Süpermen’e bak, o da bizim gibi acı çekiyor, onun da içselleştirdiği ve iyilik yolunda kötülük yaptığı için aşamayacağı duygu durumları var.” Diyeceğimiz şey şu -Nietzsche’nin sözünden yola çıkarak- “Eğer bir süper kahraman acı çekiyorsa onun yerine benim yok olmam, acı çekmem, kendimi feda etmem gerekir.” Hollywood’un bu kodları son 15–20 yılda çok iyi bir şekilde kullandığını söylemeye gerek yok. Elbette burada bir fantazmadan bahsediyoruz. Ancak bu fantezi süper-kahramanların yerine dünya liderlerini ya da dünya üzerindeki yaşam konusunda söz sahibi olan insanları düşünürsek geçerliliğini ve gerçekliğini kazanmış olur.
Uygar Şirin’in söylemi eskimiş bir süper-kahraman idealinin bakış açısıyla yazılmıştır. ‘Nerede o eski süper-kahramanlar’ der gibi. Ancak şunu da görmek gerekir ki gerek Marvel gerek DC’nin seyircisine dayattıkları senaryo bu süper kahramanların travmalarına ve karanlık taraflarına bakarak izleyicide bir aşağılanmışlık hissiyatı yaratıp her an kendini feda edebilme kapasitesine ulaştırmaktır. Peki, biz seyirci olarak bu yükün altından kalkabilir miyiz? Elbette hayır. Bunu ödememiz için Süpermen’in ya da süper kahramanların öldürülebilir yok edilebilir olmaları gerekir. Baudrillard’ın İmkânsız Takas’ta belirttiği gibi: ‘’Çünkü alacaklı bu borcu çoktan ödemişti -böylelikle Tanrı bu borcu sonsuza dek dolaşıma sokma imkânı yaratıyordu ve insan da bunu ömür boyu üstleneceği bir hata olarak omuzlarında taşıyordu.’’
Orhan Miçooğulları
kusagami@sanatlog.com
Yazarımızın diğer film okumaları için tıklayınız.