Kadın Ölmeli mi?
Mart 2, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Jin yaşam demektir. Aynı zamanda kadın. Kadın ve yaşamın aynı sözcükte buluşması bir rastlantı olmayabilir. Çünkü kadın bir başka yaşama can verebilir, bu gücü içinde taşır. Bu topraklarda bir zamanlar adı bile anılmayan bir halkın dilinin, acılarını ve sevinçlerini anlatmayı sürdürmesi bir rastlantı mıdır? Kuşkusuz değil. Çünkü dil de yaşamdır. Halklar düşündükçe, konuştukça, yazdıkça yaşar, gelişir, ölümsüzleşir. Dilleri yaşamlarını besler, varlıklarını korur. Kadın kendi dilini konuşup yaşattıkça dünyasının çocuklarında da yaşamasını sağlar. Bir umut, kendi içinde ve kendinden sonrakilerde hep kalır. Adı anılmayan halkın yok sayılan dili bazen bir dere, bazen coşkulu bir ırmak gibi hep akar. Öykülerde, romanlarda, filmlerde yaşar. Güçlenir.
Jin, Reha Erdem’in yazdığı ve yönettiği 2024 yapımı filmin adı. (1) Oyuncular Deniz Hasgüler, Onur Ünsal ve Yıldırım Şimşek. Yönetmenin kısa özgeçmişinde İstanbul doğumlu olduğu, çalışmalarına Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih okuyarak başladığı, Paris 8 Üniversitesi sinema bölümünü bitirdiği, plastik sanatlarda yüksek lisans yaptığı, son iki filminin Türk-Fransız-Alman ortak yapımı Jin (2012) ve Şarkı Söyleyen Kadınlar (2013) olduğu, biri dışında tüm filmlerinin senaryosunu kendisinin yazdığı belirtiliyor. Jin 2024 yapımı mı, 2024 yapımı mı, yoksa ilki yapım ikincisi vizyon tarihi mi? Belleğe güven olmadığı gibi, İnternet’e de güven olmuyor. Filmin ve yönetmenin bilgilerinde verilen tarihler farklı. Filmleri Şarkı Söyleyen Kadınlar (2013), Jin (2013), Kosmos (2010), Hayat Var (2008), Beş Vakit (2006), Korkuyorum Anne (2004), Deniz Türküsü (Kısa film, 2024), Kaç Para Kaç (1999) ve A Ay (1988) olarak listeleniyor.
Filmin konusu şöyle özetlenmiş:
“Henüz 17 yaşlarında bir genç olan Jin, yaşama tutunmak için tüm yolları zorlayan ve bunun için karanlık ormanları cesurca aşmaya çalışan bir nev-i ‘Kırmızı Başlıklı Kız’dır. Bilinmeyen bir nedenle, üyesi olduğu örgütten kaçıp uzaklaşır. Hem silahlı örgüt mensuplarından hem de güvenlik kuvvetlerinden gizlenerek hayatta kalmaya çalışır. Şimdi benliği hayal kırıklıklarıyla örülüdür. Kendisini sığındığı ormana ve doğaya adar. Dağlarda, tepelerde yalnız başına günler ve geceler geçirir. Patlayan bombalar, çatışmalar, tedirgin geçen günlerin ardından, sivil kıyafetler bulup kente inse de hayat onun için insanlar arasında hiç kolay olmayacaktır. Tüm bu süreçte yaşadıkları ona hayvanların, doğanın en yakın dostu olduğunu gösterecektir…” (2)
….
“Bu filmi kimin için yaptınız?”
Kendisini Kürt olarak tanıtan bir erkek, 63. Berlin Film Festivali’nde Reha Erdem’in Jin filmini izledikten sonra yönetmenle yapılan soru cevap etkinliğinde bu soruyu sormuş. Filmle ilgili bir yazı böyle başlıyor. Jin için, büyükannesini ziyaret etmek isteyen kırmızı başlıklı kızın hikâyesi deniyor. Jin’in Kürtçede hayat veya kadın anlamına geldiği, iki anlamı birbirinden ayıranın i harfi üzerindeki inceltme işareti olduğu söyleniyor. Ardından filmin öyküsü ve yorumlar aktarılıyor.
“Filmin başında 17 yaşındaki Jin, gerilla grubunu terk ediyor ve izleyici bu kararın nedeni üzerine sadece tahminlerde bulunabiliyor. Jin’in yolculuğu sırasında karşılaştığı insanlarla diyaloglarından, İzmir’deki büyükannesini ziyaret etmek istediğini anlıyoruz. Ancak elinde kimliği olmayan Jin’in dağdaki gerilla aktivitelerini saklamak için bunu bir bahane olarak mı anlattığı kesinleşemiyor.”
“Reha Erdem ‘Jin’ filminin konusunu seçmekle büyük bir cesaret göstermiştir. Filmin gösteriminden sonra gerçekleşen soru-cevap sürecinde de filminde her iki tarafta bir sürü ölüme yol açmış ve hala da ölümlere sebep olan bir çatışma ile ilgili bir masal anlatmak istediğini de vurguladı. Kazdağları’nın yemyeşil ormanları ve pınarları, Mersin Dağları’nın muazzam görüntüleri ve Jin’e yoldaşlık eden hayvanlar bu masala uyan bir görüntü veriyor. Bu hikâye, büyükannesini ziyaret etmek isteyen kırmızı başlıklı kızın hikâyesidir.” (3)
….
“Atilla Dorsay ile Usta Yönetmenler” etkinliğine konuşmacı olarak katılan Reha Erdem, ‘Kosmos ‘ adlı filminin gösteriminden sonra yapılan söyleşide Jin’den sonra genel sessizliğini bozarak konuşmak zorunda kaldığını, filminin sinemadan çok politik anlamda konuşulduğunu söylemiş.
Sakıp Sabancı Müzesi’nin film gösterimleri ve panellerden oluşan bu etkinlik dizisinin ilki, 29 Ocak Çarşamba akşamı gerçekleşmiş. Film gösteriminin ardından gerçekleşen panelde Reha Erdem sinemaya nasıl başladığından, gerçekçilik akımına getirdiği eleştirilerden, Jin filmi üzerine gerçekleşen politik tartışma ortamından, savaş karşıtı filmlerin sıkıntılarından, sinemadaki gerçeklik algısından ve Yeni Türk Sineması’ndan söz etmiş.
“Konuşarak anlatabilsem zaten film yapmazdım. Yönetmenler genel olarak filmleri hakkında konuşunca ya prospektüs gibi oluyor ve filmin yanında yalan yanlış duruyor ya da birtakım sözler aforizma gibi çıkıyor ve hep onlar kalıyor, Bunların çok rahatsız edici olduğunu düşünüyorum yoksa bu konuşmak/konuşmamak kendini saklamak gibi bir şey değil.”
“Yeni Dalga tek başına bir şey değil, ben zaten birtakım akımlar adlandırıp elmalarla armutları aynı kefeye koymaktan hoşlanmıyorum. Godard ile Truffaut’yu hiçbir zaman yan yana hissetmedim, Herkes ayrı ve o farklılıklar beni çekiyor. Kategorize etmek indirgemeci oluyor.”
“Yeni Türk Sineması anlamlı da olsa, o bile karıştı artık, bize (Nuri, Zeki gibi arkadaşlarım) hala yeni diyorlar, bir yandan yepyeni sinemacılar çıkıyor. Kim yeni kim eski karıştı.”
“Sinema okuyan genç arkadaşlarıma da hep şunu söylüyorum; en şahane şey çok fazla film seyredip sinemanın o şahane geçmişini bilip sonra yelkenleri doldurup öyle gitmek.”
“Başarı bir sanat kriteri değil… Mesela burada bir sanatçı var; Anish Kapoor, bence bu yılın en şahane kültürel olayıydı, görmediyseniz mutlaka görün, ne yazık ki fazla yazılıp çizilmedi. Yurtdışındaki arkadaşlarımsa filmlerimden öte bana hep Kapoor’u sordular.
“Ses zaten sinemanın yarısı, kullanmıyor olmak eksiklik. Bundan bir anlam yaratma imkânımız varken, sinemayı sadece basit bir hikâye anlatımına indirgemek sinemanın imkânları açısından küçültücü bir şey. Müzik sanatların en üstü, keşke müzik yapabilseydim de filmle filan çok uğraşmasaydım. Müzik bambaşka, orada akıyor/akmıyor da yok, kodlaması çok daha zor.”
“Filmlerim üzerine anlatılacak, saklı hiçbir şey yok, her şey olduğu ve göründüğü kadar, ben öyle filmleri seviyorum. Açık filmler bunlar, neresinden girerseniz girin, yarısında izlemeyin fark etmez, tamamen açık. Zorluk ise hep belli algılarımızın olmasıyla alakalı. Son filmim Şarkı Söyleyen Kadınlar için de soruldu ‘geyik neyi simgeliyor?’ O geyik sadece bir geyik.”
“Kosmos da o anlamda çok basit; bir tane adam; ister meczup deyin ister demeyin, ‘çalışmak istemiyorum, aşk istiyorum’ diyor; bundan daha basit bir şey yok. O benim kahramanım, keşke öyle olabilseydim. Ne yazık ki hayat bize o imkânı vermiyor. Kosmos biriktirmeyen bir insan, parçaları topluyor ama tutmuyor.”
“Beş Vakit’ten örnek vereyim: Güneş tutulması oldu çekimde, zaten zamanını biliyorduk ama çekilmesi imkânsız bir şeydi bizim için. Hiç beklenmedik bir mevsimde, tam o an bulutlar geldi ve çekilme imkânı oldu, bulutlar filtre yaptı. Anında bütün programı değiştirip tutulmayı çektik ve sonra çekime göre filmi seyredip tutulmayı senaryonun içine soktuk.”
“Aslında zamanla ilgili bir meselem var. Bu dünyanın bize empoze ettiği, fonksiyonel para kazanma zamanını, bütün hayatımızı etkileyen zamanı kastediyorum; kaçamaklarımızı, tembelliklerimizi bile iş saatlerimize göre düzenliyoruz. Doğa ise benim için bu zamanın tam tersini öneriyor; hepimize empoze edilenin dışında yürüdüğümüz bir zamanı.”
“Yeni bir dijital devrin içindeyiz, müthiş bir çağdayız, çok heyecan veriyor aslında bu bana. Bu çağın çocukları artık teknolojiyi protest haliyle yaşıyorlar. Gezi’ye dair en umut verici taraf da buydu bence, isyan meselesinden öte tabii; yeni teknolojinin insanla birleşmesi umudu.”
“Doğa derken hepimiz gidelim kırlara yatalım, şehirleri terk edelim demiyorum, kırları buraya getirelim, burayı kır yapalım.”
“Filmlerin bir kısmına ‘hiç hayattanmış gibi değil’ deniyor. Hâlbuki hayat başka, sinema başka. Sinemadaki kuş, sinemadaki kuş, yani filmin kuşu, öyle bir kuş hayatta yok. O nedenle her şey fantastik, gerçekçi gibi geçinenler daha büyük yalan söylüyor. Sinemada gerçekçiliğin sonu pornografidir.”
“Jin sinemadan çok politik anlamda konuşuldu. Bu 30 yıllık savaşta kaç bin tane hayvan öldü bilemiyoruz. Onu bırakın, birçok yerde iklim değişti, ormanlar yakıldı, dağlar delindi. Savaş sadece hayvanları öldürmedi; bizim terminolojimizi değiştirdi. Bu ülkedeki şiddet hala bu savaşın izlerinden geliyor bence. Binlerce kilometre uzağında da olsa savaş olan bir ülkede evlerde de barış olmuyor.“
“Açıkçası savaş karşıtı filmlerin çoğunun tamamen savaş fetişizmi yapan, içinde silah olan ve lanet de etse silahları özendiren filmler olduğunu düşünüyorum.”
“Jin filminde de en çok onu tartıştık; filmden hoşlanmayan Kürt arkadaşlar haklı olarak ‘bizi niye bir çürük elmayla anlattın?’ diye eleştirdiler. Tabii ki bu bir gerilla belgeseli değil ama gerilla da zaten zaafları olan bir insan.” (4)
….
Fatih Özgüven ise Berlin Bilânçosu adlı yazısında şöyle diyor:
“Uzun uzun filmin güncel politik arka planını söz konusu etmek, filmdeki küçük Kürt kızının ‘dağa çıktığını mı yoksa dağdan indiğini mi’ düşünmek, ‘neden’ diye sormak mümkün. Şöyle ya da böyle, ‘Jin’ Reha Erdem’in vahşi ve esrarengiz bir dünyayla baş başa kalmış küçük kızlar dizisinin günümüz Türkiyesi bağlamındaki en açık sözlü filmi.” (5)
Bir başka yazısındaysa Erdem’in sinemasıyla ilgili değerlendirmelerden söz ediyor:
“’5 Vakit’ten, ‘Hayat Var’dan acılarla sıçrayıp ‘Kosmos’a ikna olmanın sevinciyle ‘Jin’e bile hoşgörü sayfası açtınız. Erksan’dan bu yana ortalıkta “Böyle bir sinema yok” diye ‘A Ay’ı önemseme gerekliliğinden zaten yorgunsunuz. Arada ‘Korkuyorum Anne’yi sevmiş fakat nereye koyacağınızı bilememişsinizdir. Gerek var mı bu acılara? Var, diyenler şunu diyor: Reha Erdem, birkaç başka yönetmenle birlikte Türkiye’de ‘şahsi sinema’ yapmaya çalışan bir yönetmendir. Yok, diyenler şöyle diyor: Şahsi sinemadan anladığımız kafası karşık hikâye midir?” (6)
….
Reha Erdem’in 1989 yapımı ‘A Ay’ filmi (7), Osman Akyol’un Sanatlog’daki ‘Türk Sinemasında Sanat Filmleri’ yazısında verdiği listede ilk sırada yer almış. (8)
….
Son nokta konduğunda sanat yapıtı yaratıcısından ayrılır, tüm insanlara ulaşabilecek bir yolculuğa çıkar. Zamanın gücüyle sınanır. Jin, özellikle doğa görüntüleri nedeniyle ilgiyle izlediğim bir film oldu. Bir filmle ilgili güncel tartışmalar da çok önemli olmayabilir, politika ve savaş geçicidir, ulaşılan özgürlük ve barış ise kalıcı. Ama takıldığım bir nokta var.
Kadın ölmeli mi?
Bilimde, teknolojide, anlatım ve iletişim olanaklarında yaşanan tüm gelişmelere karşın sanatın yalınlığı en önemli güç olmayı sürdürüyor. Yaşamın karmaşasını, insanların bitmeyen telaşını, gözleri kör kulakları sağır eden büyük gürültüyü bir anda kesiyor. Karşısındakini sessizliğin içine sinmiş yeni anlamlar arayan başka bir dünyayla baş başa bırakıyor.
Jin’de de orman, dağ, toprak, hayvan görüntüleri filmin temel gücünü oluşturuyor. Doğanın sakinliğinin yanında insanın öfkesinin anlamsızlığını sessiz bir tokat gibi vuruyor. Küçücük bir kız içinde bırakıldığı dünyada acımasız vahşilerin arasında ürkek bir kuş gibi usulca yürüyüp uçmaya çalışarak bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Her an yok olabilecek bir yaşamın acısını sürekli hissettiriyor. Güncel koşullarda Reha Erdem bu acılı denklemi yeterince inceleyip daha net bir yorumla bakmadığı için eleştirilebilir. Bu eleştiri haklı olsa bile filmin değerini, fırtına dindiğinde yerleşeceği yeri etkilemez.
Yaşam ışık ve umuttur, ölüm karanlık ve umutsuzluk.
Sanatta incecik, küçücük de olsa bir parlaklık, tünelin ucunda bir beyazlık görünmelidir.
Jin ölmeli mi? Ölürse tüm yaşadıkları, katlandığı tüm zorluklar, çektiği acılar boşa mı gitmiş olacak? Tüm güzellikler onunla birlikte toprağa mı gömülecek?
Jin yaşamalı mı? Yaşarsa boş bir umut mu olacak? İçinden çıkamadığı bir çaresizlikten bir başkasına dönecek? Hep çektiği acıların, yitirdiği dostların karanlığına mı katlanmak zorunda olacak? Yoksa güçlenip yeniden doğarak ışığa ulaşabilecek mi?
Jin hem kadın, hem yaşamdır. Jin ölmeli mi? Yaşamalı mı?
….
Zor günler yaşıyoruz. Ölümle savaşmadan yaşam olmaz. Güzelliklere ulaşabilmek için önce ayakta kalmak, sabırlı olmak, sessizce güçlenmek, yaşama dört elle sarılıp onu kucaklayabilmek gerekir.
Kadın yaşamdır. Ona ölüm geçicidir. Ölüme inat canlar verebilir. Yeniden doğar ölümlerde. İçinde beslediği yaşamın özü başka bedenlere geçmeden düşüp toprağa karışırsa büyük bir acı duyar. “Yaşama can katmadan ölmeyin” diye haykırmayı sürdürür.
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
1. Reha Erdem, Jin, http://www.imdb.com/title/tt2670226
2. Reha Erdem, Jin, http://www.beyazperde.com/filmler/film-217364
3. Fadime B. Acıbadem, Jin: Cevapları Sorgulamak,
http://www.bianet.org/bianet/diger/145062-jin-cevaplari-sorgulamak
4. Pınar Çalışkan, Reha Erdem: Jin’den Sonra Konuşmak Zorunda Kaldım,
http://www.bianet.org/bianet/siyaset/153167-reha-erdem-jin-den-sonra-konusmak-zorunda-kaldim
5. Fatih Özgüven, Berlin Bilançosu,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fatih_ozguven/berlin_bilancosu-1122254
6. Fatih Özgüven, İsa Bu Adaya Uğramadı,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fatih_ozguven/isa_bu_adaya_ugramadi-1178704
7. Reha Erdem, A Ay, http://www.imdb.com/title/tt0429489
8. Osman Akyol, Türk Sinemasında Sanat Filmleri, http://sanatlog.com/sanat/turk-sinemasinda-sanat-filmleri