Casablanca (1942, Michael Curtiz)
Mart 5, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
Yeryüzündeki kaynakların kıt olduğu iddiasındaki Batı emperyalizmi, Doğu’nun düşüşe geçmesiyle birlikte, kendisini ‘’destekleyen’’ burjuvazinin ‘’kapitalini’’ en üst seviyeye çıkarmak telaşıyla ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamak, halkların ucuz işgücünden yararlanmak ve onları köleye dönüştürmek; merkantilist zihniyeti bir adım ileriye taşımak suretiyle doğrudan sömürgecilik hareketini başlatmıştır. İnsanlık tarihine kara bir leke olarak kazınan ve başka bir örneği görülmeyen haysiyetten yoksun bu ‘hareket’, kısa bir zaman içerisinde, yeryüzünün dörtte birinden fazlasının bir avuç Avrupa gücü tarafından gasp edilmesiyle sonuçlanmıştır.
‘’Şu anda, dünyanın beş kıtası da bizim gönüllü tedarikçimizdir… Kuzey Amerika ve Rusya ovaları buğday tarlalarımızdır; Chicago, Odessa ambarlarımız; Kanada, Baltık ülkeleri ormanlarımız. Avustralya koyun ağıllarımızı, Güney Amerika sığır sürülerimizi barındırıyor; Peru gümüşünü, Kaliforniya ve Avustralya da altınını bize gönderiyor. Çinliler bizim için çay ekiyor, Karayipler ve Hindistan’dan kahvemiz, şekerimiz, baharatlarımız geliyor. [...] Önceleri Amerika’dan elde ettiğimiz pamuğumuz da şimdilerde dünyanın tüm sıcak bölgelerinden geliyor. (İngiliz İktisatçı W. Stanley Jevons, 1866)
Burjuva iktisadının teorisyenlerinden Adam Smith’in, kendi çıkarı peşinde koşan bireylerin bencil hareketlerinin, bilinçli bir müdahale olmasa da, ilerlemeye ve toplumsal refaha katkıda bulunacağı varsayımından hareketle baş tacı ederek toplumları parçalamakta kullandıkları ‘’görünmez el’’ kuramı sömürgecilerin kendi işine gelmiyordu. Batı emperyalizminin Afrika’daki egemenlik haklarını bir sonuca bağlamak maksadıyla 1884 yılında tarihin yüzkarası Berlin Konferansı toplanıyor ve artık sömürgecilik faaliyetlerinde fiili işgal ilkesinin esas alınması kabul edilerek Afrika’nın Avrupalı güçler arasında paylaşılmasına ilişkin yeni ilkeler belirleniyordu. Konferans kararlarının ilan edildiği tarihe kadar kendilerine kâşif diyen azgın soysuzlar çetesi, üzerinde yaşam süren toprakları “keşfettiklerini” iddia ediyorlar, böylece geniş araziler ve üzerindeki insanlar, ‘’bunların’’ ülkelerine ait sayılıyordu. Bu durumu sömürge bölgeleri açısından tehdit olarak algılayan büyük güçler, zayıf ülkeleri bertaraf etmek adına bir bölge üzerinde hak iddia edebilmenin bundan sonra o bölgede askeri bir hâkimiyet kurmakla olabileceği konusunda anlaşmaya varıyorlardı.
Avrupalı emperyalistler kendi aralarında mücadele etseler de sömürge halkların ‘’belirli’’ bir seviyeye gelinceye değin ‘’ileri’’ Batılılar tarafından yönetilmeleri gerektiğinden hareketle Asya ve Afrika’nın ‘’insanımsı yaratıklarına’’ Avrupa uygarlığını götürecek kutsal bir ‘misyonu’ yerine getirmek zorunda olduklarını iddia ederek arsızlıklarının bir sınırı olmadığını ortaya koyuyorlardı.
‘’Ekonomik açıdan sömürge sorunu, bizimki gibi sanayileri büyük oranda ihracata yönelen ülkeler için bir pazar sorunudur. Beyler, ele almam gereken ikinci bir nokta daha var, o da sorunun insanî ve uygarlaştırıcı yönüdür. Üstün ırkların aslında aşağı ırklara karşı bir hakları olduğunu açıkça söylemek gerekir. Tekrar ediyorum, üstün ırklar için bir hak vardır, çünkü onların bir ödevi vardır. Aşağı ırkları uygarlaştırmak onların ödevidir. Harekete geçmeden, dünyanın işlerine karışmadan, Avrupa’daki tüm birlik olasılıklarının dışında kalarak, Afrika’ya ya da Doğu’ya açılmayı bir macera, bir tuzak gibi görerek geçmişin parıltılarıyla yetinmek, büyük bir ulus için bu şekilde yaşamak, inanın bana, teslim olmak ve inanamayacağınız kadar kısa bir sürede birinci sıradan üçüncü, hatta dördüncü sıraya düşmek demektir.’’ Fransız Başbakanlarından
J. Ferry’nin Meclis’teki konuşmasından, 1885)
Yalnızca birkaç ülkenin bağımsızlığını koruduğu Afrika ve Asya topraklarında insanlıktan nasibini almamış zihniyet hızla güçlenirken, mücadelede geri kalan ve ortadaki ‘’zenginlik, ahlaksızlık ve vahşet’’ düzeninden kendi payına düşeni isteyen Almanya ile arka sıralara düşmek istemeyen büyük güçlerin mücadelesinde önemsiz bir suikast yeryüzünün en büyük paylaşım savaşını başlatan fitili ateşliyordu. Bu savaşta mağlup düşen, elde ettiği bütün sömürgelerini kaybeden ve ‘barışa son veren barış’ olarak nitelendirilen Versay Barış Antlaşmasını imzalamak zorunda kalan Almanya’nın, kaybettiklerini geri almak adına harekete geçmesi dünyayı kinci büyük savaşa sürüklüyordu. Bu savaşlara ‘’dünya savaşı’’ denmesinde, Batı egemenliğinin ve ideolojisinin dünya halklarına kabul ettirilmesi çabası etkin olmuştur.
Alman birliğinin kurulduğu 1871 tarihinden günümüze, Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlık hiç azalmadan sürmüş, her iki ülke de çeşitli zamanlarda birbirlerine üstünlük sağlamışlar ve karşılıklı olarak birbirlerinin topraklarını işgal etmişlerse de, bu düşmanlığın izleri çok eskilere, Charlemagne İmparatorluğunun bölünmesine kadar geri götürülebilir. Almanların birliğini sağladığı 1871 Fransız-Alman Savaşı sırasında, ilk topun 1 Ağustos 1870’de beceriksizliği ayyuka çıkmış İmparator Napolyon’un oğlu tarafından törenlerle ve ‘’Berlin’e’’ naralarıyla ateşlenmesine karşın müthiş bir Alman gücü sınırı geçip Fransız ordusunu kısa zamanda yok etmiş, imparator tutsak düşmüş ve tahttan çekilerek İngiltere’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Fransız generali Bazaine bu savaşa ilişkin şöyle demiştir. ‘’Bir oturağın içindeyiz ve yarın üstümüze sıçacaklar.’’ Bu tarihten sonra Fransa için benzer sahneler yaşanmaya devam edecek, Almanya ile karşı karşıya geldiği savaşların hiçbirinde topraklarını işgale uğramaktan kurtaramayacak ve General Bazaine’ın sözleri bir kehanet gibi sürekli kendini gerçekleyecektir.
Fransa, Avrupa’da gücünü pekiştirmek ve tek başına dengeyi korumak için çıkar yol olarak Almanya’yı küçük devletlere bölmek istese de Bismarck’ın kurduğu Almanya, iki dünya savaşı yenilgisine, yabancı işgaline, iki kuşak boyunca bölünmüş ve iki farklı dünya görüşüne sahip olarak yaşamasına karşın birlik duygusunu korumuştur. Berlin Duvarı yıkıldığında, Fransız yöneticiler Almanya’nın birleşmesini engellemek uğruna Sovyetlere yalvarmışsa da Gorbaçov’un yüz vermemesi sonucu, kendi başına bir girişimde bulunacak kadar güçlü olmadığını bilen Fransa korkularıyla baş başa kalmıştır. Aşağıdaki alıntı Fransa’nın modern zamanlardaki acizliğinin özeti olarak okunabilir.
‘’İki yüzyıl boyunca Avrupa’nın efendisi olmak için savaşan Fransa, savaş sonrasında artık sınırlarını yenilmiş bir düşmana karşı bile koruyabilme yeteneği olduğuna güvenmeyen bir devlet haline düşmüştü. Fransız liderleri, içgüdüsel olarak Almanya’yı zapt etmenin bu harap olmuş toplumun olanakları dışında olduğunu anladılar. Savaş Fransa’yı tüketmişti. Fransa-Prusya Savaşı’ndan yüzyıl sonra, güçlü bir Almanya, Fransa’nın korkulu rüyası olarak kalmıştır. Fransa artık kendi başına Almanya’yı kontrol altında tutacak kadar güçlü değildi; bu nedenle kendini savunmak için müttefiklere gereksinimi vardı. Böylece Fransız gururu, Alman üstünlüğünü kabul etmek pahasına bile olsa Fransa’yı, bir Avrupa birliği ile Birleşik Devletler’i dengelemek için bir grup kurma arayışına yönlendirdi. Modern dönemde Fransa, alternatif dünya liderliği için Avrupa Topluluğu’nu kurmaya çalışarak ve egemen olabileceği veya egemen olabileceğini sandığı devletlerle bağlarını geliştirerek zaman zaman Amerikan liderliğine karşı bir çeşit parlamenter muhalefet gibi tavır almıştır.’’ (Henry Kissinger, Diplomasi)
George Washington’un “Kendimizi yapay bağlarla, Avrupa politikasının sıradan iniş çıkışlarına, onların dostluk ve düşmanlıklarının çatışmalarına bağlamamız akıllıca bir hareket değildir’’ sözlerini doğrularcasına Avrupalı güçler kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda denge unsuru olarak Amerika’yı kullanmak ve yanlarına çekmek istiyorlardı. Örneğin 1803 yılında Louisiana’yı Amerika’ya satan Napolyon ‘’Bu toprak alımı, Amerika’nın gücünü ebediyen perçinlemektedir ve bu suretle İngilizlere sonunda denizde onu alt edecek bir rakip sağlamış oluyorum” demiştir.
Amerikalılar, kendilerinin bir denge unsuru olarak görülmesine katlanamadığı için, İngilizlerle özdeşleşmiş olan ‘’güç dengesi’’ politikasının, günümüzde Amerikan ekonomik ve silahlı gücünü dengeleyebilecek tek başına hiçbir güç bulunmamasına karşın, kendilerini Avrupalı güçler arasındaki politikaya çektiği duygusunu hala üzerinden atamamıştır. 1973 Mısır-İsrail savaşına yol açan Fransız/İngiliz ahlaksız işbirliği Amerika’nın bu korkularını körükleyen günümüze ilişkin olaylardan yalnızca bir tanesidir.
İngiliz Başbakanlarından Palmerston’un “Bizim ne ebedi müttefikimiz, ne de devamlı düşmanımız vardır. Çıkarlarımız ebedidir ve bizim görevimiz de bu çıkarlarımızı izlemektir’’ sözleri güç dengesi politikasının temel taşını oluşturur. Kıtanın bütün kaynaklarının tek bir gücün emri altına girmesinin nispeten ‘’küçük bir adanın’’ yaşamını sürdürmesini tehlikeye düşürebileceğini bilen İngilizler, mevcut veya sonradan ortaya çıkabilecek güçler belirli sınırları aşınca taraf değiştirir veya dengenin korunması için eski müttefiklerine karşı yeni koalisyonlar örgütleme yoluna giderdi. Duygusallıktan uzak olmaktaki ısrarlı tutumu ve kendi bencil amaçları için gösterdiği kararlılık İngilizlere “Hain Albion” lakabını kazandırmıştır. Örneğin Churchill, kendisinin Alman düşmanı olduğu konusundaki suçlamaya karşılık verdiği tarihsel cevabında “Şartlar ters olsaydı, biz eşit şekilde Alman taraftarı ve Fransız düşmanı olabilirdik” diyebiliyordu.
İngiltere’de birçok kişi, birleşmiş bir Almanya’ya Fransa’yı, dengeleyecek bir ülke olarak bakmaya başlamıştı. İngiliz Başbakanlarından Benjamin Disraeli, Alman birliğinin kurulmasını, Fransız Devrimi’nden daha büyük ve önemli bir olay olarak görüyor, Avrupa kıtasında Fransızları dengeleyebilecek yeni bir kuvvetin ortaya çıkışını memnuniyetle karşılıyordu. Almanya’nın Avrupa dengesi için ya çok zayıf ya da çok kuvvetli olduğu günümüzde de geçerliliğini koruyan tarihsel bir gerçekliktir çünkü zayıf ve parçalanmış Almanya başta Fransa olmak üzere komşularının iştahını kabartırken, birliğini muhafaza ediyor olması komşularına büyük korku veriyordu. Bu konuda Berlin’deki İngiliz Büyükelçisi 1930’lu yıllarda şöyle yazıyordu: “Almanya, ahenkli bir bütün olarak kaldığı sürece, Avrupa’da aşağı yukarı bir denge var demektir. Almanya dağılırsa, Fransa ordusuna ve askeri ittifaklarına dayanan askeri ve politik bir kontrolün tartışmasız sahibi olacaktır.’’
Amerikan dış politikasının en önemli kuralı, Avrupa’daki güç kavgasına hiçbir biçimde bulaşmamak iken 1823’de Monroe Doktrini ile birlikte, Avrupa’nın da Amerika’nın işlerine bulaşmaması gerektiğini ilan ederek gerekirse savaşa girebileceği konusunda Avrupalı güçleri kesin bir dille uyarmıştır. Kendisi Batı’ya doğru durmadan genişleyen ancak Avrupa gücünün ‘’Amerika kıtasının herhangi bir parçasına doğru müdahalede bulunmasını barış ve güvenliği için bir tehlike” şeklinde göreceğini ilan eden ve yaptığı katliamlardan hiçbir sorumluluk duymayan Amerikan zihniyetini Kissinger şöyle ifade etmektedir.
‘’Genişlemesini bir dış politika sorunu olarak görmediğinden, Birleşik Devletler gücünü Kızılderililer, Meksika ve Teksas üzerinde rahatlıkla ve hiçbir vicdan rahatsızlığı duymadan kullanmıştır.’’ (Henry Kissinger, Diplomasi)
Amerika Birleşik Devletleri, kıtanın fethi tamamlandıktan sonra kendisine yeni hedefler belirlemiş, Porto Rico ilhak edilmiş, Hawaii Adaları işgal edilmiş, Küba ve Filipinler denetim altına alınmış böylece Karayip Denizi bir “Amerikan gölü” haline getirilmiştir. Amerikan tarihinin, baştan sona sürekli bir yayılıp genişleme eğilimini ortaya koyduğunu ve hiç durmayacağını Max Lerner “Kendi sınırlarını bir kıtanın son sınırlarına dek genişletebilecek bir ulusun, gelip de Okyanus’un kıyısında durabileceğini düşünmek hafiflik olur” sözleriyle ifade etmektedir.
Amerikan iç düzeninin ve zenginliğinin devamı genişlemeye bağlıydı. Bu politikayı mazur göstermek için en güçlünün ayakta kalmasının doğal bir süreç olduğu ve Tanrı’nın Amerika’nın genişlemesini ‘’istediği’’ iddia edilmiştir. Başkan Monroe’nun “Toprak genişlemesi her hükümete daha büyük hareket serbestîsi sağlar, güvenliklerini sağlamlaştırır ve diğer yönden bütün Amerikan halkı üzerinde iyi etkiler gösterir. Toprağın büyüklüğü bir ulusun birçok özelliğini belirler. Kaynaklarının, nüfusun ve fiziksel gücünün sınırlarını gösterir. Kısacası büyük güç ile küçük güç arasındaki farkı ortaya koyar” sözleri Amerikan emperyalizminin başladığını göstermektedir.
‘’Amerikan emperyalizminin özgünlüğü, istila usulleri yerine daha ince bir hareket şekli getirmiş olmasıdır: bu da dolar diplomasisidir. Birleşik Devletler küçük Amerika devletlerine mali nüfuzunu yerleştirme peşindeydi. Hazine ya da bankalar bu devletlere ödünç para veriyor, kapitalistler özel sektöre yatırım yapıyorlardı. İç karışıklıkların ardı arkası kesilmeyen bu cumhuriyetlerde kamu borçları faizlerin ödenmesi ve yatırımların emniyeti er geç tehlikeye giriyordu. Bunun üzerine Washington alacaklıların çıkarlarını korumak için harekete geçiyor ama burada da durmuyordu. Bu karışıklıkları bahane edip ya kredi vererek, ya vermeyi reddederek, diplomatik baskı yoluyla ya da silaha davranarak bu cumhuriyetlerin iç politikasına karışıyordu.’’ (Pierre Renouvin, Birinci Dünya Savaşı)
Amerikan Başkanlarından John Adams: “Amerika’nın kuruluşu, Tanrı’nın hala tutsaklık durumunda bulunan insanlığı aydınlatıp ve zincirlerinden kurtarmak yolunda taşıdığı bir niyet gibidir” derken, modern zamanlarda Başkan Wilson Amerika’nın güvenliğinin, insanlığın geri kalan bölümünün tümünün güvenliğinden ayrılamayacağı şeklinde bir doktrin ortaya atarak “Bundan böyle Amerika’nın görevi, dünyanın neresinde olursa olsun her türlü saldırıya karşı koymaktır. Bunu, dünyanın her yerindeki bağımsızlığın ve doğruluğun engebeli yollarında yürümeye çalışan insanlar için hissediyoruz” demiş ve eklemiştir.
‘’Allah’ın takdiri ile bu kıta başkaları tarafından kullanılmamış olarak bırakıldı; özgürlüğü ve insan haklarını her şeyden çok seven barışçı bir ulus gelsin, yerleşsin ve bencil olmayan bir birlik kursunlar diye bekletildi.” (Woodrow Wilson)
‘’Yalnız insan kulağında meme olduğu ileri sürülmüştür ve işittiğime göre zencilerde kulak memesinin bulunmaması hiç de seyrek rastlanan bir olgu değildir’’ gibi bir ırkı insan yerine koymaktan kaçınan ve bilimsel nesnellikten alabildiğine uzak ‘’ileri sürülmüştür’’, ‘’işittiğime göre’’ gibi sıkışınca inkâr edilebilecek muğlak kelimelerle ifade edilen sayıklamalarına bilim demekten utanmayan, teorisini bilimsel bir temele göre değil burjuva ideallerine göre kuran, ilkçağlar boyunca doğal seçilim olmasaydı günümüzdeki aşamaya gelinemeyeceğine, ‘’uygarlığın’’ doğal seçimin işini birçok yönden engellediğine inanan Darwin ve Amerika’da ortaya çıkan Sosyal Darwincilere göre, gerekli üstünlüklere sahip ırk Anglosaksonlar ile onun Amerikan koludur, ayakta kalabilen ve ‘’dünyayı yöneten’’ onlar olduğuna göre bütün bir dünya tarihi Batı insanının ortaya çıkması için var olmuş ve evrimin son halkası tamamlanmıştır.
‘’Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni yaparız; geri zekâlılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız her hastayı yaşatmak için en son ana kadar bütün ustalıklarını gösterirler. Böylece uygarlaşmış toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Hiç kimse en kötü hayvanlarını damızlıkta kullanacak kadar bilgisiz değildir.(…) Bütün öbür olay dizileri ancak Anglosaksonların Batı’ya olan o büyük göç akını ile bağlantılı, daha doğrusu, onun yardımcısı olarak düşünülünce amaçlı ve önemli görünür. Uygarlığın ilerlemesi problemi çapraşık olsa bile, hiç değilse şunu anlayabiliyoruz. Uzun bir dönem boyunca, çok zeki, enerjik, yiğit, yurtsever ve iyiliksever insanları en çok sayıda yetiştiren bir ulus, bu bakımdan geri kalmış uluslara genellikle egemen olur’’ (Charles Darwin, İnsanın Türeyişi)
Michael Curtiz’in yönetmenliğini yaptığı, başrollerini zamanın en ünlü oyuncuları Humphrey Bogart ve güzeller güzeli İngrid Bergman’ın paylaştığı Casablanca, yalnızca işinde kâr etmeyi düşünen, kimlerin savaştığına aldırmayan, evli olduğunu bilmeden âşık olduğu ve çok sevdiği kadının, kocasına dönmesine yardım eden Amerikalı bir bar sahibinin öyküsünü anlatır. Rick’in ‘’doğru olanı’’ yapmak adına bencilliğinden sıyrılması, Habeşistan’a silah sokmasının, İspanya’da faşistlerle savaşmasının, her zaman zayıfın yanında olmasının film boyunca hem dost hem de düşmanlar tarafından vurgulanması Amerikan politikasının ‘bencil’’ olmadığı iddiasını destekler nitelikteki göndermelerden yalnızca bir tanesidir. Kendilerinden başka kimse inanmasa da Amerikalı yöneticiler bencillik iddialarına şöyle yanıt vermeye çalışırlar.
‘’Başka hiçbir ulus, uluslararası liderlik iddiasını, bencil olmama ilkesi üzerine dayandırmamıştır. Diğer bütün uluslar, ulusal çıkarlarının diğer toplumların ulusal çıkarları ile uyumlu olup olmamasına göre değerlendirilmesini istemişlerdir. Oysa Woodrow Wilson’dan George Bush’a kadar Amerikan başkanları, liderlik rolünün en önemli özelliği olarak, ülkelerinin hiçbir zaman bencil olmadığını göstermişlerdir.’’ (Henry Kissinger, Diplomasi)
Amerika’nın savaşa girmesine sebep olan Pearl Harbor baskınından sonra Müttefikler 1941 yılı sonuna doğru Washington’da toplanan Arcadia Konferansı’nda bir araya gelirler. Konferansta Kuzey-Batı Afrika’ya yapılacak bir çıkarmanın Almanya’nın çevrelenmesine katkıda bulunacağından hareketle müttefik güçlerinin Fas’ın Casablanca şehrine çıkması kararlaştırılır ve harekâtın adı Torch (Meşale) Operasyonu olarak belirlenir. Başarıyla sonuçlanan Meşale Operasyonu, Almanların Afrika’dan atabileceğinin ve Avrupa kıtasının Almanlardan temizlenebileceğin mümkün olduğunu göstermiştir. Bu ‘’meşale’’ ile Amerika’daki güç Avrupa’nın ‘’bağımsızlık’’ ateşini tutuşturmuş ve Rick’e aşık olan, ondaki ‘’bilgi, düşünce ve ideal’’ özelliklerine tapan Ilsa’nın özlediği değerler Avrupa’ya aktarılmış olur. Filme isim olarak Casablanca seçilirken Meşale Operasyonu’ndan esinlenildiğini hem Amerikan kamuoyuna hem de Avrupa’nın savaşan halklarına seslenen mükemmel bir propaganda ürünü olan hatta zaman içerisinde bu özelliğinin ikinci sıraya atılarak, bir aşk filmi etiketiyle pazarlanmasının bir diğer başarılı propaganda çalışması olduğunu düşünüyorum. Filmin gösterime girmesine günler kala, yapımcı tarafından Amerika-Avrupa ittifakının göstergesi olarak Rick’in ağzından “Louis sanırım bu güzel bir arkadaşlığın başlangıcı olacak” sözlerinin filme eklenmesi de bu esinlenmenin izlerini taşımaktadır.
Meşale Operasyonu sırasında Amerikalıların Kuzey Afrika haklarına ‘’Amerikalılar yalnız kendi geleceklerinin korunması için değil aynı zamanda Fransız bayrağı altında yaşayan toplumların ideallerinin, bağımsızlıklarının ve demokrasinin geri verilmesi için de çarpışmaktadır. Biz sizi istilacıların zulmünden kurtarmak için geliyoruz. Biz İtalyan ve Alman tehdidi üzerinizden kalkar kalkmaz topraklarınızdan derhal ayrılacağız. Bize yardım ediniz ki, geleceğin dünya barışını hazırlamakta el ele olalım’’ diyerek seslendiğini bilmek herhalde kimselere şaşırtıcı gelmeyecektir.
Koloniler henüz kurulma safhasında iken kölelik yaygınlık kazanmaya başlamış, çeşitli bahaneler ileri sürülerek ve İncil’e göre köleliğin kaldırıldığından hiç bahsedilmeyerek 1600’lü yıllarda siyah hizmetkârların ekonomik alanda vazgeçilmez olduklarına dikkat çekilerek köle olarak çalıştırılması Amerika’daki Katolik Kilisesi’nce uygun görülmüş ve ‘’zencilerin’’ yakalanıp nakledilmeleri ve köleleştirilmelerinin kilise inançlarına göre yasal sayılacağı ifade edilmiştir. Başkan Wilson’un ‘’Allah’ın takdiri ile el değmemiş olarak bırakıldığı’’ iddia edilen kıta üzerinde yaşayanların ‘’insan’’ olarak kabul görmesi sıkıntılara sebep olacağından ‘’maymun’’ olarak tanımlamak uygun görülmüştür.
“Batı düşünce sistemi Amerika’nın yağmalanmasını ve köleleştirilmesini ırkçı açıdan da savunuyordu. Irkçılık Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğal dinamiğidir. Irkçı öğretilerin öncülüğünü kilise yapıyordu. 1512 yılına kadar kilise Amerika yerlilerinin ‘’insan olmadıkları’’ tezini benimsemişti. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, yerlilerin insan olmakla beraber ‘’doğalarının yozlaşmış’’ olduğu, Tanrı’nın onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucunda karar kılıyordu. İspanyol fethinin resmi tarihçisi Gonzalo Fernandez de Oriedo yerlileri şöyle tasvir ediyordu. ‘’Doğuştan tembel, kötü, melankolik, korkak ve genellikle yalancı, dönek bir halk… Evlilikleri kutsal değil murdardır. Şehvet düşkünü ve homoseksüeldirler. İspanyolların kendileriyle savaşırken, körelmesin diye kılıçlarını kafalarına vurmamaya çaba göstermelerine yol açacak derecede kalın kafalı olan böyle bir halktan ne beklenir ki.’’ İspanyol sömürge ideoloğu Joan Gines de Sepulveda ise 1550’de yazdığı bir yazıda ‘’Köle düzeyinde, mantıksız kimseler, insanlar maymunlardan ne kadar farklıysa, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar’’ olarak nitelendirdiği Amerika yerlilerini insan ile hayvan arası bir tür sayıyordu.” (Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
Hitler daha 1928 yılında açıkça Yahudi sorunundan açıkça söz etmese de ‘’ırksal bozulma’’ kavramını gündeme getirerek şöyle diyordu. ‘’Alman halkı 70 milyon zenciyle aynı kefeye konamaz… Zenci müziği yaygın olabilir ama Beethoven’in bir senfonisiyle yan yana konulduğunda zaferin kime ait olduğu hemen belli olur.’’ Rick’İn hem çalışanı hem de arkadaşı olan Sam’in siyahi olması savaşa ön saflarda sürülecek olan ‘’zenci’’ Amerikan askerlerinin gönlünü alırken hem Amerika’daki ırkçılık iddialarına hem de Hitler’e bir yanıt olarak görülebilir. Bir İtalyan’ın Sam’in kendi mekânında çalışması için gizlice fiyat teklifinde bulunması karşısında, Rick’in ‘’Ben adam alıp satmam’’ yanıtının gerçekleri yansıtmadığını söylemeliyim. Ayrıca Casablanca şehrinin ilk kez göründüğü sahneye iki tane maymun yerleştirilmiş olması Batı emperyalizminin oryantalist, rıkçı ve İslam düşmanı zihniyetinin bir kez daha vücut bulmasıdır.
“Toynbee’ye göre daha çok Batı toplumlarına özgü bir önyargı olan ırkçılık, ırk duygusu 15. yüzyılın son çeyreğinden bu yana Batı uygarlığının yeryüzüne yayılışının, ırkların uygun olmayan koşullarda birbirleriyle ilişkiye geçmelerinin ürünüdür. Buradan açıkça Batı koloniciliğinin, Batı emperyalizminin bir türevi olduğu sonucu çıkarılabilir.” (Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
‘’Amerikan imparatorluğu sömürge sistemi ile bütünleşen muazzam bir köle ticaretine dayanıyordu. İnsan hırsızlığını örgütlü bir biçimde işleten Avrupalı sömürgeciler Afrika’nın kanını emdiler. ‘’Yalnız 1486–1641 yılları arasında yılda ortalama 9.000 hesabıyla sadece Angola’dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580 ile 1680 arasındaki yüzyıl içinde Angola ve Mozambik’ten Brezilya’ya 1 milyondan fazla köle taşındı. 1783–1793 arasındaki 10 yıllık dönemde zenci taşıyan Liverpool limanının gemileri Yeni D/span/span/iünya’ya 300.000’den fazla köle getirdiler. Ortalama 350 yılda Afrika’dan 11,5 milyon zenci taşındı. Bu miktara yola çıkmadan ve yol esnasında ölenler de eklenirse, akıl almaz rakamlara varılır. Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklı kişileri aradıkları göz önünde tutulursa Afrika’nın en yaratıcı ve en gerekli güçlerinden yoksun bırakıldığı sonucuna varılır.’’(Raimondo Luraghi, Sömürgecilik Tarihi)
Hollywood’daki Paramount, MGM gibi çeşitli stüdyolarda çalışan, görevi hem Hollywood’daki komünistleri izlemek hem de belli izleklerin filmlere sokulmasını sağlamak olan bir CIA ajanı 1954 tarihli basmakalıp zenci tipler konusunu işleyen raporunda şöyle diyor. ‘’Çok göze batmayacak ya da kasıtlı yapıldığı belli olmayacak şekilde, Amerikan sahnesinin bir parçası olarak iyi giyimli zencilerin filmlere yerleştirilmesi konusunda rol dağıtımından sorumlu müdürlerle anlaşmaya varıldı. Çekilmekte olan Sangri ne yazık ki bunların yerleştirilmesine izin vermiyor çünkü film bir dönem filmi ve Güney’de geçiyor. Sonuç olarak plantasyonda çalışan zencileri gösterecek. Yine de ileri gelenlerden birinin evine saygın bir zenci baş uşak yerleştirilecek, bu baş uşağın özgürlüğünü kazanmış biri olduğunu, canının istediği yerde çalışabileceğini gösterecek diyaloglar eklenerek bir mahsur bir oranda giderilecek.’’
Richard, Rich yani zenginlikler ülkesi demek olan Rick karakteri Amerika’nın izlediği içe dönük politikanın ve dünya işlerine ilgisiz tavrının yansımasıdır. Tek başına satranç oynadığı sahne hem Amerika’nın tek başınalığını hem de olaylara yön verebilecek güce sahip olduğunu, Paris’te iken uzaktan duyulan top seslerinden Almanların mesafesini net olarak söylemesi ise gelişmiş silah gücünü ifade etmektedir.
Ilsa Avrupa yani Antik Yunan’dan, Zeus’tan beri bilinen Europa’dır. İngiliz, Fransız ve Amerikan Devrimleri, Rönesans, reform ve aydınlanma hareketlerinin ortaya çıkardığı ve Almanya’nın tehdit ettiği Batı ideallerinin temsil edilmesidir. Casablanca filmi, bu ideallerin Amerika tarafından güvenceye alınmasını anlatır.
“Hepimizi öldürseniz dahi Avrupa’nın her köşesinden binlercesi yerimizi alacaktır” diyen Viktor karakteri Amerika’nın yardımıyla Batı’nın kazanacağı zaferi simgelemektedir. Viktor’un Çekoslovak olması Nazilerin Çekoslovakya’yı işgal etmesi üzerine İngiliz ve Fransız liderlerin ordularına savaş emri vermesine karşın hiçbir girişimde bulunmamaları, üstüne üstlük 1938 Münih Antlaşmasını imzalamalarının eleştirisi ve bağımsızlık için savaşanların Çek, Norveç, Amerikan, Bulgar hatta Alman olması Batı ideallerinin bir bütün olduğunun vurgulanmasına yönelik hedefin on ikiden vurulmasını sağlıyor.
Film, bir Afrika haritası ve oryantal ezgiler eşliğinde “niçin Casablanca” sorusuna ‘’Göçmen kafileleri ıstırap içinde, dolambaçlı yollardan Fas’ın Casablanca şehrine ulaşmaya çalışıyorlar. Bazıları bir şekilde çıkış izni alıp, Lizbon’a, oradan da Yeni Dünya’ya gidebilirken diğerleri Casablanca’da bekliyorlar. Bekliyorlar, bekliyorlar, yine bekliyorlar” yanıtını verirken, ‘’Amerika’daki özgürlüğe gözlerini diken Avrupalı tutsaklar’’ sözleriyle eşzamanlı olarak umutla bakılan uçağın Cafe Americain üzerinden geçerken görülmesiyle başlamış oluyor.
Her türden insanın bir arada bulunduğu Rick’in yeri Cafe Americain, Alman, Rus, İtalyan, Fransız, Bulgar, Norveç, Arap ve diğer milletlerin yaşadığı “beynelmilel” bir yer olan Amerika’nın ‘’eritme kazanı’’ da denilen kültürel çeşitliliğine vurgu yapmakta ve dışarıda savaşlar sürse bile orada insanların bir arada yaşayabileceği ima edilmektedir. Dünya tarihini Doğu’nun düşüşü geçmesiyle başlatan Batı zihniyeti şöyle demektedir:
‘’Sanki bir doğa kanunuymuş gibi, her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entelektüel ve moral güce sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır. On yedinci yüzyılda Fransa, uluslararası ilişkilere, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan modern yaklaşımı getirmiştir. On sekizinci yüzyılda, Büyük Britanya Avrupa diplomasisine egemen olan güç dengesi kavramını geliştirmiştir. On dokuzuncu yüzyılda Avusturya Avrupa Anlaşması’nı yeniden kurmuş ancak Almanya Avrupa diplomasisini soğukkanlı güç politikası oyununa döndürerek bu anlaşmayı yıkmıştır. Yirminci yüzyılda uluslararası ilişkileri hiçbir ülke Birleşik Devletler kadar kesin bir şekilde etkilememiştir.’’ Henry Kissinger, Diplomasi)
Birinci Dünya Savaşı’na son veren Versay Anlaşması Fransız yapımı tahta bir vagonda imzalanmış ardından da bir müzeye kaldırılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler müzelerin araştırılarak vagonun bulunmasını emretmiş Fransa’nın kayıtsız şartsız teslimiyet anlaşması, Petain’in ‘’gururuna yediremediği’’ için gitmediği bu vagonda imzalanmıştır. Almanya’ya götürülen ve 1945 yılında savaşı bitirecek antlaşma için Müttefiklerin anlaşmanın imzalanması için adres gösterdikleri vagon Almanlar tarafından son anda imha edilmiş ve ‘’alman gururu’’ kurtarılmıştır. Bu gibi şeyleri bulup ortaya çıkarmakta Anglo-sakson zihniyetinin üzerine yoktur. Örneğin 1917’de Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı General Allenby, Selahaddin Eyyubi’nin mezar taşına vurarak, küstah bir şekilde, ‘’Kalk Selahaddin biz yine geldik’’ diyebilmiştir.
“1940 yazının başlarında Nazi savaş makinesi Batılı ittifaka saldırmak için hazırdı. (…) 14 Mayısta Fransız sınırının geçilmesinin ardından Paris’in 16 Haziranda düşüşüne kadar Fransa’nın yenilmesi beş haftadan daha az bir süre aldı. Verdun kahramanı Mareşal Petain teslimiyeti imzalaması için Compiegne’deki sembolik vagona bir astını gönderdi. Fransa silahsızlandırılacaktı, iki milyon Fransız askeri Reich’ta çalıştırılmak üzere tutuklanacaktı; Auvergne bölgesinde, Vichy kenti merkez olmak üzere özerk bir hükümet, Alsace-Lorraine’in Almanya’ya devredilmesi karşılığında varlığını sürdürecekti ve kuzey Fransa Alman işgali altında kalacaktı. General de Gaulle “Fransa bir çarpışmayı kaybetti, savaşı değil diye ilan etti.” (Norman Davies, Avrupa Tarihi)
Topraklarının yarısından fazlası Alman işgali altında olan Fransa’da Mareşal Petain yönetimindeki kukla Vichy hükümeti, Almanların savaştan başarılı çıkması halinde ”yeni düzen”de daha çabuk yer bulabilecekleri hayaliyle Nazilerin bir dediğini iki etmiyor topraklarındaki yüz binden fazla Yahudi’nin Nazi kamplarına yollanmasına yardım ediyor, Fransız Devrimi’nin mirası olan ve Fransız bayrağının renklerinde ifadesini bulduğu iddia edilen Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ilkeleri yerine Petain’in İş, Aile, Vatan kavramları öne çıkarılarak Fransız çıkarları doğrultusunda Avrupa’nın diğer halkları sömürülmeye devam ediliyordu. Genç bir Bulgar çifte vize vermek için kocasından habersiz, çaresiz durumdaki kadınla yatma hesapları kuran alçak, ikiyüzlü, haysiyetsiz ve çıkarcı komiser tiplemesiyle Avrupa halklarını küçük gören ve sömüren Fransız zihniyetinin eleştirildiğini düşünüyorum.
Filmin ilk sahnelerinde Fransız polisler, iki Alman askerin öldürülmesiyle ilgisi olabilecek direnişçileri ararken polisten kaçan bir adam açılan ateş sonucu öldürülür. Üzeri arandığında avucunda canı pahasına sakladığı “Free France” yazılı kâğıtlar bulunur. Dilleri konusunda dünyanın en tutucu milleti olan Fransızların İngilizce yayınlarla dolaştığını düşünmek safdillik olsa da adamın öldürüldüğü yer ve sıkılı yumruğundaki kâğıtlar iki önemli konuya temas etmektedir.
Adam “JE TIENS MES PROMESSES, MEME CELLES DES AUTRES” sözlerinin yazılı olduğu “Marechal De France Philippe Petain’’in duvar resminin altında, sırtından vurularak öldürülmüştür. Polislerden kaçarken sanki kendini kurtaracakmış gibi Petain’e doğru koşmaktadır ancak Nazilerle işbirliği yapacak kadar alçalabilen savaş kahramanı Mareşal’in bunu gerçekleştirecek gücü yoktur. Bu sahne ile Nazi kuvvetleri karşısında kurtuluşu Petain’de arayan Fransızların zaten ‘’ölmüş’’ olduğu, adamın sırtından vurulduğu sırada Petain’in gözlerine doğru yakın çekim yapan kamera ise halkının ölümü pahasına Petain’in soğukkanlı ihanetini vurgular. “Özgür Fransa”nın kukla Vichy hükümetinin ve Petain’in eseri olmayacağını, bu ‘’şebekeden’’ kurtuluş bekleyenlerin Nazi silahlarıyla can vermeye mahkûm olduklarını anlatan müthiş bir sahnedir.
“Özgür Fransa” simgesine film boyunca pek çok gönderme yapılmaktadır. Bunlardan biri Nazi karşıtı direnişçilerin birbirlerini tanımak için parola olarak kullandıkları Lorraine Haçı’dır. Almanya’ya teslim olma fikrine şiddetle karşı çıkarak savaşa devam edilmesi gerektiğini savunan De Gaulle, yasallığını kabul etmediği Petain hükümetinin Almanya ile yaptığı ateşkese karşı çıkarak savaşa devam etme çağrısında bulunmuş ve Londra’ya giderek ‘’Özgür Fransa’’ kuvvetlerini kurmuştur. Loraine Haçı bu direniş hareketinin sembolü olarak kullanılmıştır.
Rick’in “Kimse için kendimi riske atmam” sözleri Başkan Monroe’nun Kongre’ye sunduğu ve kendi adını taşıyan “Monroe Doktrini”ne ve Amerikan dış politikasına yapılan bir gönderme sayılabilir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Amerika’nın tüm dış politikasını belirleyici güç olan bu doktrin gereği Amerika, tüm Avrupa ülkelerine eşit mesafe durarak içişlerine karışmayacağını ancak herhangi bir Avrupa ülkesi Amerika kıtasına sömürgecilik maksadıyla adım atarsa kuvvet kullanacağını ilan etmiştir. Amerikan Başkanlarından John Adams ise Amerika’nın hiç kimse için kendini riske atmaması politikasını şöyle özetlemiştir: “Her nerede özgürlük ve bağımsızlık bayrağı açılmış veya açılacak ise, Amerika’nın kalbi ve iyi niyetleri oradadır. Fakat Amerika canavarları ortadan kaldırmak için denizaşırı girişimlerde bulunmaz. Herkese özgürlük ve bağımsızlık için iyi dileklerde bulunur. Ancak Amerika yalnızca kendisinin şampiyonu ve kendi hakkının koruyucusudur.’’
Fransız komiseri tarafından tanıştırılan Rick ve Nazi binbaşı el şıkışmazlar. Nazi Binbaşının Rick’e “Habeşistan ve İspanya dosyanı biliyoruz, Paris’ten buraya da görev icabı geldin” demesinin üç farklı anlamı vardır. İlki Afrika’da yeni bir Roma İmparatorluğunun temellerini atabileceğini düşünebilecek kadar ahmak Hitler’in emirerinin Habeşistan işgali ikincisi doktorunun ölüm raporunu ölümünden saatler sonra imzalamaya cesaret edebildiği faşist generalin zaferiyle sonuçlanan İspanya İç Savaşı üçüncüsü ise Meşale Operasyonu’na da vurgu yapılarak Nazilerin bir Amerikan müdahalesi korkusuyla yaşadığının ifade edilmesidir. Nazi Binbaşının ‘’aptal bir Amerikalı” sözlerine -Amerika’nın savaşa girmesinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceği düşüncesi- Fransız komiserin “Hiç de aptala benzemiyor, 1918’de Berlin’e girerken yanlarındaydım” diyerek karşılık vermesi Birinci Dünya Savaşı ve Versay Anlaşmasının Nazilere hatırlatılması anlamına geliyor.
Rick’in, Viktor’a “biz uğraşıyoruz, siz başardınız” demesi Amerika’nın savaşa müdahil olma yolunda gecikmesini ifade etmekte olup Roosevelt’in ‘’dar görüşlülükle’’ itham ettiği halkını, sömürgeci yazar Kipling’e şikâyet etmesini bir kez daha hatırlayalım. Rick’in Ilsa’ya Paris’in işgali sırasında “Almanlar gri giymişti, sen Mavi” demesi, Fransız bayrağının Mavi rengine yani “özgürlük” ilkesine yapılan bir göndermedir ancak “çıkarıp bir yerlere attım’’ cevabı şu an için özgürlüğün olmadığı, Almanlar gittikten sonra giyeceğim demesi özgürlük için savaşmaya devam edeceğiz anlamına gelmektedir.
Sömürgeci yazar Rudyard Kipling’e yazdığı bir mektupta kendi inançlarına dayanarak Amerika’nın Avrupa savaşına sokulmasının güçlüğünü ‘’Bizim halkımız dar görüşlüdür ve uluslar arası konuları anlamaz’’ diye ifade eden Başkan Roosevelt, Avrupa’da başlıca tehdidin Almanya olduğunu düşünürken, Asya’da da Rusya’nın arzularından endişe duyuyordu. 1904’te Japonya Rusya’ya saldırdığında Amerika’nın tarafsız olduğunu açıklayan ancak Japonya’ya eğilim gösterdiğini gizlemeyen Roosevelt, Rusya’nın zaferinin “uygarlık için bir darbe” olacağını söylüyordu. Japonya, Rus donanmasını yok ettiğinde ‘’son derece memnun’’ kaldığını söyleyen ve ‘’Japonya bizim oyunumuzu oynuyor” diyen Amerika ile 40 yıl sonra Japonya’yı atom bombasıyla yerle bir eden aynı Amerika’ydı. Bu durumda Japonların Pearl Harbor baskını esnasında ‘’kimin oyununu’’ oynadığı sorusu sorulması gereken önemli sorulardan oluyor.
Kukla Vichy hükümetine bağlı bir sömürge olan Casablanca’nın polis müdürü ‘’Almanya yani Vichy’’ diyecek kadar işbirlikçi bir Fransız’dır. Nazi binbaşının “Vichy tarafında mısın yoksa özgür bir Fransız mısın” sorusuna ‘’Hiçbir inancım kalmadı. Kendimi rüzgâra bıraktım ve rüzgâr Vichy’den esiyor” diyen fırsatçı Fransız komiser Amerika’nın savaşa girmesiyle “rüzgârın” özgürlüklerden yana esmeye başladığını görünce üzerinde “Vichy Water” yazılı maden suyu şişesini nefretle çöpe atar.
De Gaulle imzalı transit mektuplar Amerika’nın savaşa girmesi için yapılan çağrıdır. Yoksa Almanya yani Vichy diyen Fransız komiser yönetimindeki Casablanca’da Vichy yandaşı bir yönetimin bu izin belgesini tanıması ve işlemlerde kolaylık göstermesi mantık dışıdır. Rick’e ulaşan bu mektuplar Rick tarafından Ilsa’ya verilir ve Viktor ile birlikte Casablanca’dan ayrılırlar yani Amerika’nın savaş girmesiyle Avrupa Zafer’e kavuşacaktır.
Almanlar Rick’in yerinde ulusal marşlarını söylemeye başlayınca orada bulunan Viktor karşılık vermek adına Fransız marşını söyletmek ister. Müzisyenler Viktor’un isteğine uymadan üst katta bulunan Rick’ten onay alırlar. Bu sahne ile Amerika’nın yardımı olmaksızın Avrupa’nın bağımsızlığına kavuşamayacağı iddia edilir. Rick’in onayıyla birlikte herkesin hep bir ağızdan “La Marseilles”i söylemeye başlaması üzerine Nazi binbaşı mekânı kapattırır. Mekânın kapatılması Amerika’nın hiç beklemediği bir anda Pearl Harbor baskınına uğramasıdır diye düşünüyorum. Başkalarının işlerine karışmaya başlar başlamaz felaketlerle karşı karşıya gelen Rick gibi, Amerika da Japonların saldırısına uğramıştır. Bir Çek vatandaşının Fransız Marşı’nı çaldırması ve marşı söyleyenler arasında Alman ve Rus vatandaşlarının da bulunması bunun Fransız marşı olmaktan çok Avrupa’nın özgürlüğüne yapılan bir gönderme olduğunu düşünüyorum.
Viktor, kendisi ile birlikte Ilsa’nın uçağa binmesine yardım eden Rick’e “Savaşa hoş geldin” der. Uçak havalandıktan sonra Nazi binbaşının anlamsızca silah çekmesi ve ateş etmesi 1941’de Hitler’in Amerika’ya savaş ilan etmesi olarak okunabilir. Böylece Amerika fiilen girmiştir. Bu sahne ile ilk silah çekenin Almanya olduğu ve Amerika’nın da gereken karşılığı verdiği anlatılmaktadır.
Vurgulamadan kesinlikle geçemeyeceğim filmin en etkileyici anı Sam’in, Ilsa’ya “as time goes by” parçasını çaldığı sahnedir. Tereddüt içindeki Sam artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının farkındadır. Rick’in duyacağını bilir ancak Ilsa’nın ısrarları karşısında dayanamaz ve parçayı çalmaya başlar. Böylece harikulade güzellikteki Ingrid Bergman’ın yüzünden aşkı, hasreti, hüznü, çaresizliği okuyabildiğimiz bu içten, dokunaklı ve muhteşem sahnede içinizden bir parçanın kopmaması elde değildir.
Fransızlara destek veren böylesine güçlü bir film çekmeleri Amerikan bağımsızlık savaşındaki Fransız yardımının unutulmadığının göstergesi sayılabilse de İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Amerikan gücü Fransızları da bir kenara atmıştır. İngilizler klasik politikaları ve ortak kültürel geçmişleri sonucu ikinci olmayı kolaylıkla içine sindirmişlerse de Fransızlar bunu yapamamış, Marshall Planı ve Truman Doktrini karşısında Fransız Cumhurbaşkanı ‘’her geçen gün bağımsızlığımızı yitiriyoruz’’ diyebilmiştir. Yine de Amerikan düşüncesi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa tarafından aldatıldığını hissini söz verdiği halde gelmeyen Ilsa’nın Rick’i habersizce terk edişi üzerinden anlatarak araya sıkıştırmıştır.
Hitler iktidara geldiğinden beri İngiliz ve Fransız hükümetleri, Almanya’nın doğuya doğru bir ‘’toprak genişlemesini’’ (Lebensraum) uygun görüyor, destekliyor ve Hitler’e cesaret veriyorlardı. Lordlar Kamarası Başkanı ve sonradan Dış İşleri Bakanı Lord Halifax Hitler’in Doğu Avrupa’daki toprak isteğini uygun karşıladığı anlaşılmaktadır. Berlin’deki İngiliz Büyükelçisi Navile Henderson Hitler’i ziyaret ederek gizli bir mülakat esnasında ‘’İngiliz Hükümeti’nin Hitler’in Almanya’nın çıkarı doğrultusunda Avrupa’yı değiştirmesini büyük bir içtenlikle kabullendiğini’’ anlatmıştır. Osman Öndeş, İkinci Dünya Savaşı isimli kitabında şöyle bir yargıda bulunmaktadır:
‘’Eğer Hitler gerçekten İngiltere’nin de katılacağı bir dünya savaşını düşünmüş olsaydı İngiltere’nin hâkim olduğu denizlerde mücadele edebilecek güçlü bir donanma inşa etmek üzere azami gayret saf ederdi. 1935’de imzalanmış olan Anglo-German Deniz Anlaşması’nda belirtilen sınırları aşacak şekilde bir donanma inşasına girişmedi.’’ (Osman Öndeş, İkinci Dünya Savaşı)
Silaha başvurulması bir sonuçtur. Anlamak için nedenlerin incelenmesi gerekir. Almanya’nın var olan düzeni kabul etmeyerek kendi çıkarlarının peşinde koşması, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Avrupa düzenini tehdit eden bir diğer ülke olan Komünist Rusya üzerine gönderilen ve Doğu’ya doğru genişlemesi desteklenen Hitler’in bu yemi yutmasıyla bir taşla iki kuş vurulmuş oluyordu. ‘’Belirlenen sınırları’’ geçtiğinin farkında olmayan Hitler sırtını sıvazlayanların ordularıyla karşısına dikildiğini görünce hayli şaşırmış olmalıdır. Rusya’nın bütün gücüyle direndiği, adım adım yok olduğu savaşta Müttefik güçler ikinci cepheyi açmak için ayak sürüyorlar ve iki tarafın birbirini ‘’kırmasını’’ izliyorlardı. Amerikan Başkanı Wilson’un ‘’ilk büyük savaş sınır gözetmeden peşinde koşulan, çatışan ulusal çıkarların sonucu değil Almanya’nın uluslararası düzene, hiçbir kışkırtma olmaksızın saldırmasının bir sonucu’’ olarak başlamış sözleri bir anlamda yukarıda yazılanları doğrulamaktadır.
Burjuvazinin ortaya çıkmasıyla sinema arasında bağ kurulabilir mi, hangi sanat dalları burjuvaziye bağlı olarak ortaya çıkmıştır, burjuvazi olmasaydı sinema olmazdı demek mümkün müdür soruları bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Ancak böyle bir bağ kurularak, sinemayı burjuvaziye bağlamak ve sinemanın burjuvazinin hizmetinde olduğunu söylemek kaçınılmaz ise, kitlelerin uyutulması, uyuşturulması ve yabancılaştırılması yolunda kullanılabilecek bir üst yapı aygıtı olarak görmek de kaçınılmaz olacaktır.
Sinema ortaya çıkışı nasıl olursa olsun, günümüzde tamamen burjuvazinin boyunduruğu altındadır. Zamanın boşa harcanması, kitleleri uyuşturma, kötüyü övme, kadınların cinsel nesne olarak kullanılması, seri üretim ürünlerle düşünmeyi geriletme gibi yönleri göz önüne alındığında zararı faydasından daha çoktur. Sinemayı gönülden sevmeme ve binlerce film izlememe karşın insanı merkeze alarak haysiyet ve adaleti savunan, ‘’insanın’’ yanında yer alan film sayısının çok az olduğunu, altı binden fazla filmin yapıldığı Türk sinemasında bu sayının daha da az olduğunu söylemeliyim. Çekilen her yüz filmden doksan beşinin insana faydasının olmadığı sinemanın ülkemizdeki durumu daha da acıklıdır. 2024 yılı itibariyle Türkiye’de en çok izlenen beş filme baktığımızda aralarında sömürüye, yabancılaşmaya, haksızlığa karşı çıkan, insanın onurlu mücadelesini ele alan film olmaması ve bu filmleri sinema salonlarında izleyenlerin ezici çoğunluğunun üniversite öğrencisi veya üniversite eğitimi almış kişilerden oluşması düşündürücü değil midir? Bu sahne kültür endüstrisinin devrede olduğunun ve sinemanın burjuvazinin boyunduruğunda olduğunun en önemli kanıtıdır.
Casablanca’nın Yahudi soykırımına ve Sovyet direnişine yer vermemesi ciddi eksikliktir. Viktor’un toplama kampına götürülmüş olması bu yönde bir eğilim olarak görülebilirse de fazlasıyla zorlama bir okuma olacaktır. Yine de Vichy Hükümetini tanımak yerine Nazilere karşı savaşa girerek “Özgür Fransa”nın ve özgür Avrupa’nın yanında yer aldığını çok güçlü anlatımlarla ifade eden, simge ve göndermelerin doruğa çıktığı Casablanca en başından bir dünya görüşünü ortaya koyuyor ve Amerika-Avrupa arasındaki “umutsuz” aşkı Rick-Ilsa karakterleri üzerinden anlatmaya çalışıyor. Amerikan gücünün propagandasını, günümüzde olduğu gibi ‘’kör parmağım gözüne’’ tuzağına düşmeden başarıyla yapan, savaşın gidişatına göre sürekli yeniden yazılan birinci sınıf bir senaryo olduğu ve usta ellerden çıktığı çok açıktır. Hollywood’un bu işleri ne kadar ustalıkla ve yıllar öncesinden yaptığına güçlü bir işarettir.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film incelemelerini okumak için tıklayınız.