Edebiyat tarihçileri ve eleştirmenleri tarafından epeyce şey yazıldı; Türkçe şiirin esaslı damarlarından olan “Garip akımı”yla ilgili. Gerek akımın sahneye çıktığı başlangıç evresinde (1937-1941) gerekse sonraki dönemlerde yapılan yorumlara “yeni yorumları” eklemek hakikaten zor. Zira böylesi bir işe girişecek kişinin karşısına “Garip şiirinin kendisinden çok” bu şiir hakkında yapılmış yorumlar silsilesi çıkacaktır. Problem de burada zaten: bahis konusu şiiri sarıp sarmalayan, şiire ulaşmaya çalışırken kişinin karşısına dikilen, onu etkileyen, yalpalamasına, hatta bazı yönünü şaşırmasına neden olan yorumlar çokluğu.
Bugünden bakıldığında artık “tarihsel bir olay” olarak değerlendirilebilecek olan Garip akımına dair yeni yorumlarda bulunma teşebbüsüne gerek var mı, bu da ayrı bir mevzu. Ama madem ki pek çok edebiyat erbabının mutabık olduğu üzere yeniden yorumlama her durumda mümkün, Garip şiiri özelinde belirleyici bir soruya yakalanmamak işten değil: Şiiri mi yeniden yorumlamalı yoksa şiir hakkında yapılmış yorumları mı? Bu ikisinin ayrı süreçler olduğu aşikâr. Bu iki edimin dolambaçlı yollardan birbirleriyle alışverişte bulunması olası. Ama yine de ayrı kulvarlar bunlar. Demek artçı etkileri dahi yatışmış bir şiire “şimdiden” hareketle bakılmak istendiğinde, ortada şiire ulaşmak, “öncelikle” şiirle temas kurmak gibi bir sorun var. Nasıl?
İşin fenası, şiir cereyanlarının bizatihi kendi şairlerinin de şiir hakkında ziyadesiyle yorumda bulunmuş olması. Bu fasılda, yani tarihsel açıdan uzakta kalmış bir şiire yaklaşmak hususunda, bir tür öncelik ve sonralık ilişkisinin kendisini duyurması da anlaşılır. Bu durumda bir soru: Evvela şairlere mi yoksa şiir yorumcularına mı kulak asmalı? İki kulak asma biçiminin de kendi içinde muhakkak değerli tarafları var. Fakat öyle görünüyor ki, şairlerin yorumları daha öncelikli. Bu öncelik kişiyi kurucu olduğu kadar konformist de olan bir başlangıç noktasına yollar. Cemal Süreya’nın son dönem mülakatlarından birinde –şimdi hatırlayamıyorum hangisi– şairlerin kendi şiirleriyle ilgili sözlerini, söyleşilerini toplamanın, bunları yayımlamanın öneminden bahsetmesi de sanırım yine bu öncelik meselesiyle ilgili.
Gelgelelim şair ve şiiri arasındaki ilişki hususunda Cemal Süreya’nın işaret ettiği öneme karşı da şüphe etmeli, cezbine hemen ve tereddütsüzce kapılmamalı. Şunun için: Herhangi bir şairin şiirde şunu anlatmaya, göstermeye ya da ima etmeye çalıştım demesi, her ne kadar şiir açısından önemli olsa da, şiirin kendine has genişleme ve saçaklanma eğilimine son noktayı koy(a)maz; sarf edilenler şiirin devingen içeriğini kurutamaz. Bununla birlikte, kabulü anlamsızmış gibi görünse de, şiirin kendisini üreten şairinden bağımsız bir varoluş düzlemi de var. Şair ve şiiri arasındaki gerilimin omurgasını –çoğun– şiirin şairinden bağımsız varoluşu oluşturur. Şairin bütçesi varsa şiirin de kendi ekonomisi vardır. Şairin evdeki hesabı –kimi durumlarda– çarşıdaki hesaba (şiirin ekonomisine) uymayabilir. Açmaya uğraşacağım bunu.
Kendi içinde paradoksal gibi görünen bu durum, şairin kendi şiiriyle kurduğu poetik ilişkiyi tartışmalı hale getirir. Şiire giriş pasaportu kabilinden tariflenebilecek olan “başlangıç noktası” esprisi (şairin kendi çıkarımları) su götürür vaziyettedir. Şair kendi şiiriyle ilgili yalan söylemiyordur ama “mutlak doğruyu” da söylemiyordur. Hem şairin kendi şiiri hakkında söyledikleri de önünde sonunda bir yorumdur. Ve her yorum gibi şairden gelen yorum da, sonra gelecek yorumlara “yer” açma manasında nihai bir kapatma, şiiri bütünüyle ipotek altında tutma kudretine sahip değildir. İyi ki de bu böyle. Aksi takdirde şiirin mumyalanması, antikalaşması kaçınılmaz olacaktır. Hasılı yeniden yorumlamanın mümkün olması bir açıklığın, yorumu icra etmek üzere yerleşilecek bir yerin mevcut olmasıyla alakalı.
Şairin kendi şiiriyle ilgili söylediklerinin şu ya da bu şekilde tartışmaya açık olması, poetikasının büsbütün göz ardı edilmesi anlamına gelmez ama. Şairin sözlerinin belli belirsiz de olsa bir yere, sözün ve yorumun kotarılacağı bir yere ışık düşürmesinin yorum pratiği açısından son derece işlevsel bir tarafı var. Bu minvalde Garip akımına dönecek olursam, Melih Cevdet Anday’ın (Yalçın Armağan’ın hazırladığı) yakınlarda yayımlanan Kalabalığın Şiiri: Orhan Veli ve Garip Akımı Üzerine Yazılar adlı kitabı, hem Anday’ın kendi poetikası hakkında hem de Garip’le ilgili “içeriden” yapılan kimi tespitlerde bulunması hasebiyle kayda değer bir kıymete sahip… Epey soruya vesile olması da bu kıymetin güzel yanı: Anday’ın merceğinden bakıldığında Garip hadisesi neydi? Onu sahneye çıkaran ve zamanla sahne gerisine düşüren tarihsel ve siyasal koşullar nelerdi? Orhan Veli şahsında Garip’in asıl derdi neydi? Garipçiler (Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet) şiirde neyi amaçlıyorlardı? Sıkça kınandığı üzere hakikaten de lumpen bir şiir mi yazmışlardı? Nâzım Hikmet şiiri karşısında “CHP diktatörlüğünün” el altından desteklediği bir şiir miydi? Bu sorudan: Garip şiirinin politik bir cevheri var mıydı? Varsa bu cevher nasıl değerlendirildi, sonraki süreçlerde şiire nasıl bir etkide bulundu? Çoğaltılabilir bu gibi sorulara Anday’ın yazılarından hareketle ucundan kıyısından dokunmaya çalışacağım…
(*) Melih Cevdet Anday, Kalabalığın Şiiri: Orhan Veli ve Garip Üzerine Yazılar, (Yayına Hazırlayan: Yalçın Armağan), İstanbul: Everest Yayınları, 2024.
Derviş Aydın Akkoç
Birikim, 04 Aralık 2024