Derin yapıların bir taşla kuş katliamı yapma yeteneğini bilirsiniz. Sivas katliamı ve benzerleri faşizm için kimi zaman yapılması gerekli olan, halkı ve aydınları sindirmeye, korkutmaya yarayan operasyonlardır. Bu operasyonlarda başarılı olduklarını inkâr edemeyiz. Bugün barbarlara şirin görünmeye çalışanlar varsa, bunda Sivas’ın, Gazi mahallesi saldırısının, Metin Göktepe cinayetinin, Onat Kutlar ve Hrant Dink suikastlerinin payı olduğunu itiraf edelim. Korkular korkanların üzerine gelir.
M.İlhan Erdost, “Üç Sivas” adlı kitabında iddia ettiği tezler nedeniyle “Terörle Mücadele Yasasının 8. Maddesi”nden yargılandı, kitap yasaklanıp toplatılmıştı biliyorsunuz. Erdost’un tezleri her ne kadar Kemalist bir yaklaşımla olsa da, devlet kirli işlerinin ortalığa dökülmesini hoş göremez. Karadeniz’den Akdeniz’e (Samsun-Yumurtalık) uzanacak petrol boru hattı üzerinde PKK’nın inisiyatif kullanabilmek ve devletle pazarlıklar yapabilmek için, Sivas kırsalında Kürt-Alevi çevrede örgütlenmeye çalıştığı, bunu da yayın organlarında ifşa edişinin Erdost tarafından kitaplaştırılması, terörist örgüt propagandası kapsamına alınarak dava açılmıştı.
PKK’nın bu manevrasına karşılık, Kontrgerilla da bir karşılık verecekti elbet. Bu karşılık ise, konuyla ilgisiz, meseleden habersiz insanları katlederek verilen bir karşılık olacaktı. Hem Sol’a gözdağı verilecek, hem de “irticai akımlar”ın bizi ürkütmelerine ve onların da lanetlenmelerine yol açacaktı. Böylece, laik ve anti-laik çatışmasının keskinleşmesi sağlanarak, 28 Şubat’a giden stratejinin önemli bir adımı da pratiğe geçirilmiş olacaktı.
Bu arka plandan dolayı, 2 Temmuz Sivas katliamı Mit ve Jitem’in ortak yapımıdır. Diğer ucu tetikçi olarak kullanılan Hizbul-Kontra’dır. Siyasal İslamcı (ne demekse!) geçinen kıt zekâlılar, -güya muhalif oldukları- bu sistemin pis işlerini yapan ayakçılar oldular. En iyi “ajan”, ajan olduğunu bilmeyenlerdir çünkü. Utanmadan “Şanlı Sivas Kıyamı” diyenler, 28 Şubatta canları yanınca “demokrasi ve insan hakları” havarisi olup, mazlum rolü oynamaya başladılar. Bu türden davranışların kökeni, “Muaviye ahlakı” diye adlandırdığım bir ahlâktan besleniyor. Sacayağının üçüncü ayağını keşfedince kendi bulduğumdan dehşete kapıldım, bu da İP(İspiyon Partisi)dir. Yazarları, sanatçıları Sivas’a bilerek sürükleyerek onları faşizmin önünde yem yapan Aydınlıkçılar’ın her zaman yaptıkları komploların en başarılısı bu oldu. Pekâlâ, Perinçek ve hempaları niçin Sivas’a gitmemişti? Daha da garibi, Erdal İnönü Sivas’taki şenliğe gitmeyi isterken ona yakın bir gazeteci (Bir gazetenin başyazarı ve bugün CHP milletvekili) tarafından uyarılarak “Efendim, güvenliğiniz açısından sakıncalı olabilir” diyerek vazgeçirilmişti. Erdal İnönü ve bakanlar Sivas’a gitseydi, elbette ki faciaya dönüşmesine imkân verilemezdi. Ancak olaydan sonra, bunun niçin yapılması gerektiği İnönü’nün kulağına fısıldanınca, devletimizin bekâsı için bunu sineye çekecek ve 35 kişinin katlini hoş görecekti. Dolayısıyla konuyu ve hedefi saptırmak da ona düşecek “Bu eylemi yapanlar fundamentalistlerdir” açıklamasıyla her şeyin üzerine bir bardak su içecekti.
İnsanların yanmasında taşeronluk yapanlar, Metin Altıok’un tabutuna parti bayrağı sarmaya kalktılar. Perinçek, daha sonra “Yakılacak Şair Metin Altıok” diye bir yazı yayınladı (Gerçi o yazının başkası tarafından kalem alındığını sanıyorum, o da ayrı mesele). Onlar Aziz Nesin’in laik ve ulusalcı çıkışlarından faydalandılar. Gereksiz yere “Siyasal İslam”la restleşip düzenin ekmeğine yağ sürdüler. Peki, sonra ne oldu, taraflar ne kazandı faşizmi sağlamlaştırmaktan başka? Demek ki malum odaklar, her iki tarafı çatışmaya sokup, bundan çok yönlü kazanç sağladılar. PKK da Madımak yangınının ardından Sivas kırsalından çekilerek geri adım atmak zorunda kaldı.
Sivas komplosunun hazırlığı, 1992 yılında Banaz’da düzenlenen Pir Sultan Abdal şenlikleriyle başlamıştı. Bir yıl sonra şenliğin Sivas merkeze alınışı ve devlet tarafından el altından desteklenmesi, iktidar ortağı SHP’nin Kültür bakanlığının her festival, anma ve şenliği destekleyici tutumlarına güvenen sanatçıların, yazarların Sivas’a gitmeleri için bir kanal açılıyordu. Diğer yanda Aydınlık gazetesinin yeniden yayına başlaması, Şeytan ayetlerinin çevrilmesi, Aziz Nesin’in Donkişot olarak öne sürülmesiyle alt yapı hazırlanmıştı.
Geriye tetikçiler kalıyordu, Güneydoğu’dan devşirilen Hizbulcular ile ülkenin dört bir yanından getirilen İmam Hatipli öğrencilerin Sivas’a taşınmasıyla figüranlar da yerini almıştı. 2 Temmuz gününe kadar her şey normal akışında giderken, bir anda gerilim yaşanması nasıl sağlanmıştı? O günkü Vali, Emniyet Müdürü ve Garnizon Komutanı da bu organizasyona ayakçılık yaptılar. Garnizon Komutanı Tuğgeneral, yanına bir bölük askeri alarak meydana geldi ve yobaz sürüsünün güvenliğini sağladı. Aziz Nesin’in koruması özel harekâtçı polis havaya tek el ateş açmadı.
12 Eylül Cuntası, Madımak yangınıyla bir kez daha güncellenmiş oluyordu. Madımak’tan sonra sol cenahta ulusalcılığa doğru bir savrulma yaşandı. Sanat/Edebiyat dergileri de “Türkiye İran Olmasın” kaygılarıyla ulusalcı çizgiye yanaşıp, irtica hezeyanlarına hezeyan eklediler.
Tarihimizin buna benzer hazin olaylarla dolu olduğunu görüyoruz. 31 Mart vakası ve Menemen İsyanı anlaşılamadan, soruna hâlâ “Gerici ve dinci ayaklanma” mantığıyla bakarak hakikatleri anlayamayız. 31 Mart vakasıyla II. Meşrutiyet ve Talat Paşa Komitesinin sağlamlaşması gibi, Menemen’de Kubilay’ın katliyle Cumhuriyet’in seküler uygulamalarının yolu açılıyordu. Bir öğretmen yedek subayı kuru sıkı mermilerle zalimlerin üstüne gönderen komutanlar hakkında soruşturma bile açılmamıştı. Kubilay’ın katline sebep olanlar bugün ona “Devrim Şehidi” demekteler. Devlete şehit gerek, yoksa yaratılır.
İrtica hezeyanı yaratarak başta Aleviler olmak üzere demokrat kamuoyunu “ulusalcı” bir şemsiye altında (Uğur Mumcu suikastinden sonra) toplamayı bir kez daha başardılar. Madımak yangınında ve misyoner cinayetlerinde parmağı olan paşaların Silivri’ye hapsedilmesine “yakılan tarafın” tepki göstermesi ve üzülmesi de ayrı bir paradoks tabii.
“Tarihi anlamayan toplumlar, onu yeniden yaşamak zorundadır” aforizmasından aldığımız dersle, Madımak’ların yeniden yaşanmaması için neler yapmalıyız? Alevilerin, yazarların, sanatçıların, ulusalcılara-sosyal demokratlara güvenerek, onların alamet-i fârikasıyla yola çıkarak bir eylemde bulunmaması gerekiyor, her seferinde bizi ateşe atarak kaçtılar, kaçarlar. Hesap sorulmasına da mani olurlar, oldular. Devletçi zihniyete göre, devletin bekâsı için birkaç insanın yaşamını yitirmesi teferruattan ibarettir.
Adorno “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Madımak’tan sonra sanat nasıl bir şeydir artık?
Hüseyin Kaplan
Faydalı bir yazı, teşekkürler.