ANNEM VE GÖZÜN ÖYKÜSÜ
Yalnızca şehvet yüklü, saldırgan olmayan bir tür dans, parçalama zevkine olduğu kadar zina yapma zevkine de dalıyor ve kendini en bayağı zevke vererek aynı zamanda acıya, ölümün soluğunu kesmeye göz dikiyordu.
Zina polemiği hâlâ sürerken yüzyıl önce bu satırları kaleme alan Georges Bataille’ın, ‘Annem’ adlı öyküsünden, Christophe Honore tarafından beyazperdeye uyarlanan tartışmalı filmin gösterileceği “filmekimi” başlıyor bugün. ‘Annem’i, izlemeden önce metnin aslını okumak, bencileyin “sapkın” kariler için ayrıcalıklı bir haz. Ki dilimize ilk kez çevrilen bu ayrıksı uzun öykü, sadece filmin değil, annelik kurumunun ne denli sapkın ve korkutucu bir gücü olduğunu belletmesi adına da sıradışı bir kılavuz. Yayımlandığı günden bu yana “akîlane” tartışmaların hedef tahtası olmak bir yana, entel polemiklerce ıskartaya çıkartılarak ucuzlatılan bu öykü; bir annenin ergenlik çağındaki oğlunu, seks, alkol, ölüm, iğrençlik ve aşağılamalarla yaşantıladığı kendi dünyasına çekerken ona “Sadevarî” bir özgürlüğü teslim etme çabasını anlatır.
Fransız felsefesinin laîn düşünürü, kötülüğün metafizikçisi; Georges Bataille’ın, dilimize son kazandırılan kitabı ‘Annem’; seks, ölüm, aşağılama, müstehcenlik ve kötülüğün yüceltildiği; tanrı düşüncesinin alaşağı edildiği bir başyapıt. Akıl içinden tanımlanan burjuva ahlâkını dışlamanın, insanı saf ahlâka götüreceğini, onu gerçek özgürlüğe kavuşturacağını savunur, Bataille. Usun sınırlarını zorlamaz, denetleyici aklı aradan çıkarmaz; çünkü toplumsal ahlâkı referans alıp muhatap algılamaz. Erilliğin kılıcını kuşanma seremonisinden ziyade, varlığını, kırbaçlayan darbelerle efemine bir orgazma dönüştüren Bataille, şiddetle beslenen erotizmin, estetize edilmeden de kabûl görebileceği düşüncesini massederken; insanın karanlık noktalarını değil aydınlatmak, çağının meşaleleriyle bile “gösterilir” kılmaktansa loş bir kuyunun içinde yapayalnız bırakmayı yeğler. Nietzscheci haz anlayışı doğrultusundaki Bataille, gülmeden, şiirden, şenlikten ve esrimeden yanadır.
Annem, içimdeki düşman
Gençlik çağlarını, inanç ve huzur içinde geçiren 17 yaşındaki Pierre, babasına olan nefrete eşdeğer bir zamanda annesi Helene’e aşkla karışık bir sevgi duymaya başlar. Alkolik babasının, annesini iğrençlik sapağında boğduğundan emindir, ancak ölümünden sonra babasının kütüphanesinde bulduğu fotoğraflar, annesinin sürdüğü şehevî yaşamın şifreleri olur. Babanın bir trafik kazasında ölmesiyle anne ile oğul birbirine tutunur; ana rahmine geri dönüşteki yapışma halidir, bu. Pierre annesini “Freudyen” biçimde massederken Helene de oğlunu, penis eksikliğinin bir ikamesi olarak görür. Pierre’in iç dünyasını bir “nekropolis”e çeviren ve kendi iğrençliğini sakınmadan dile getiren Helene oğlunu, bu saf kötülüğün içine, yani özgürleşime çeker. Helene, âşıkları olan Rea ve Hansi adlı albenili kadınları safiyane bir metazori bağlamında tanıştırır, Pierre’le. Annesi ve âşıklarıyla yaşadığı bu sefih eğlencelerde, ilkin annesinden yatırımını çeken Pierre, kısa sürede özdeşleşir onunla. Bu ayna aynılaşmasının ortaya çıktığı ânda, kendini onunla tamamlama arzusu şiddetle belirir. Ve annesindeki karanlık deliğin içinde yeniden girer; suç ortaklığıyla inşa edilen kuyunun içinde ne ölüdür, ne sağ. Utanç, tiksinme, edepsizlik ile saygı, zevk ve onurun iç içe geçtiği bu mahvoluşun içinde giderek yiten, ahlâksızlaştıkça kendini daha aklı başında hisseden Pierre, Hansi’nin aşkında dengesini kazanır yeniden. Ancak anne geri dönecek ve onu yeniden “plasenta”sı haline getirecektir. Zira anne ile çocuk arasındaki ilişki, nesneler arası değil iğrençler arasındaki ilişkidir. Alçakça bir yaşamda rahatlayan ve oğlunun karşısında en iğrenç şeyleri yaparak aklanan bu kadın karşısında Pierre, sürüklendiği uçurumu, şiddetle arzu ettiğini hisseder. Nietzsche’nin “Uçuruma ne kadar bakarsan o kadar uçurum olursun,” savsözü de, Bataille’ın “kötülükler filozofundan” ne denli etkilendiğinin göstergesi olarak yer alır öyküde. Küçücük bir çocukken arzudan kıvranan ve ormanda çırılçıplak dolaşırken tecavüze uğrayan Helene’in, yasak arzusunun meyvesidir Pierre. Bu talihsiz “kaza”ya rağmen kudurganlıktan hiç vazgeçmeyen Helene, oğlu ve kadın arkadaşlarıyla yaşadığı seks oyunlarında, çılgınlık derecesinde bir coşku bulur. Yaşadığı orji; deliliğe, vahşete, öldürmeye, ölmeye varan bir ivme kazanır, ki bu, tanrılara benzemenin yansısıdır. Çünkü ritüel, gerçeklik ilkesinin yerine, haz ilkesine mutlak egemenlik tanır. Haz ve gerçeği bağdaştırmayı, yeniden başlangıçtaki gençlik ve saflığına dönmüş bir dünyada, tanrılarla bir arada varolabilmeyi amaçlar.
Tiksinmenin derinliğinde, kendini tanrıya benzeten, tanrıya ulaşma arifesinde bu kutsallığa annesi kadar yaraşır olmak için batağa saplanma saplantısındaki Pierre, ölü dünyada, annesi kollarının arasındayken aşkın bir mutluluk yaşar. Mutlu olmak kadar insanı kötülüğe iten başka bir şey yoktur. Kötülüğün dehşeti, huzurun temelini yıkar; günaha girmenin sarhoşluğu özgürleştirir insanı.
Annesine benzemeseydi mutluluğu tadamayacağını düşünen Pierre’e intiharından önce şöyle seslenir, annesi:
“Seni ölümümün içine sürüklemek istiyorum. Sana vereceğim kısa bir kendinden geçme ânı, onların içinde üşüdüğü, budalalık ortamına bedel değil mi?”
Ölümün taklit edilemeyen ânının eşsiz karakterini göstermeyi amaçlayan bu öz kurban edim, ölümün yegâne gerçek karakteri olan “sahtekârlığının” sürekli tekrarından fazlası değildir.
Pierre’in annesiyle ensest ilişkiye girmekten zevk alması bir bakıma, Ödip döneminden kalma yasaklanmış arzunun doyurulduğuna dair bilgiye direnç göstermesiyle de açıklanabilir. Ancak oğlunu terk ederek ensest ilişkiye son veren anne, onun artık ideal eş olmadığına kanâat getirir. Pierre’in orgazma ulaştığı ânda anne, denetimin kendisinden çıktığını anlar; bu nedenle de zihninde yaşantılamaya çalıştığı sürekliliğe fantezi bir ölümle nihayetlenir.
Gözün öyküsü
Bataille’ın ilk kitabı olan ve 1928’de Lord Auch adıyla yayımlanan ‘Gözün Öyküsü’nün “yürek kaldıran” sahnelerle dolu olduğunu, bu geleneğe hakim olamayanların söz konusu yapıtlarla bağ kurmasının imkânsızlığını; Bataille’daki birbiriyle karşıt kavramların kesişim noktasının erotizm olduğunu belirten Hasan Bülent Kahraman, tüm bu olguların, iktidarca belirlenen günümüz beden politikalarının önceli olduğunu belirtir.
On altı yaşından itibaren cinselliğin aşırılığına takılan kahramanımız (ki Bataille’ın tâ kendisidir) yaşıtı Simone ve dinîbütün Marcelle ile yaşadığı macerayı aktarır. Yumurta, göz, sidik, kan, meni bu öykünün belirgin kavramları; seks, orji, ölüm, tanrısallığı kovuşturma ise temel temalarıdır.
Hikâye boyunca tekrarlanan işemek, boşalmak, kusmak, otuzbir çekmek, kıçlarının arasında yumurta kırmak, kan koklamak (kan, sidik, bok gibi dışkılardan alınan keyif, Freud’a göre, erkeğin burnu ve gözü temel alınarak oluşturulmuştur) ve ruhban sınıfıyla alay etmekten alınan zevk ile sürgiden Marcelle’i oyunlarına alıştırmak; Sade Markisi’nin ‘Yatak Odasında Felsefe’sindeki utangaç bir genç kıza teorik ve pratik seksüel, metafizik ve felsefi dersler verirken onu libertaryen bir yaşama hazırlama sürecini anıştırır; ki bu aşkınlık arayışından başka bir şey değildir.
Simone’da işeme sözcüğü, bir usturayla gözleri deşmeyi (Bunuel, belki de ‘Endülüs Köpeği’ filminin en iç kaldırıcı sahnesi olan, usturayla gözün kesilmesini ve daha sonra çektiği ‘Altın Çağ’da, rahiplere olan öfkesini, Bataille’a borçludur); yumurta ise bir dana gözüne denk gelir. Gözün biçimiyle yumurtanın biçimi aynıdır ona göre. Bu gözlerde aynı zamanda, ayın beyzi formunu da bulur(uz). Olağanın “pis” bulduğu şeylerden hoşlanan Bataille “ay”ı, aybaşı kanıyla özdeşleştirir.
Don Juan Kilisesi’nde günah çıkartırken onunla cinsel ilişkiye giren kahramanlarımız sonunda orgazmik bir hazla öldürürler papazı. Gözünü yerinden çıkartarak cinsel arzularının fetiş nesnesine indirgerler. Sözde dürüst insanlara, gözleri kör edildiği için dürüst gelir evren; bu yüzden müstehcenlikten korkar insanlar. Sistemin ve burjuva ahlâkının kör ettiği özleri hadım etmek elzemdir. Tutkuyla işlenen bu cinayet aslında bir kurban ayinidir. Suçluluk ile hazzın bulanık sarhoşluğu içinde, hem kendini asan Marcelle’i, hem de öldürdükleri papazı “düzen” Simone ve Bataille, erdem timsali olarak çıkar karşımıza. Çünkü edebiyat masûm değil, suçludur Bataille’a göre; ve yazın içinde kurgulanan hayat ya da gerçekten doğan bir edebiyatta tanrısal olanı değil tanrıyı yaratabiliriz. Kendi içimizdeki kötülükten korksaydık bu edimi asla başaramazdık. Kötülük ahlâk yoksunluğu değil, aksine ahlâkı hiçe sayan yüksek ahlâkı içselleştirir.
Bataille’ın bir “metonimi” şahikası olan bu öyküsünün finalindeki “Anımsamalar” bölümü, onun aslında ne denli usta bir düzdeğişmece ustası olduğunun da kanıtıdır. Burada, sanal karakterlerin ve simgelerin, neye tekabül ettiğini öğreniriz. Frengili babasının acılarına katlanan annesinin delirerek defalarca intihara teşebbüs ettiği üzerinden Bataille’ın öz yaşam öyküsünü buluruz. Onun erotizm üzerine kurguladıklarının hiçbiri bağımsız bir buluş değil; çocukluğunun zelil anılarının, yıllar içinde müstehcen bir anlam kazanarak yeniden canlanmasıdır: Ruhsal acıdan kaçma adına müstehcenliğe sığınır ve aşırı bir müstehcenlikte arılaşmayı arzularken yazı yoluyla yarattığı kişilere, dolaysız bir aktarımda bulunur. Kitabı oluşturan; sodomi, eşcinsellik, ensest, orji gibi sıradana, genel geçere sırıtan türde sapkınlıklarla (asla sapıklık değil) örülen bir fahişenin erdeminden mürekkep ‘Madam Edwarda’, ‘Göğün Mavisi’, ‘Annem’, yapıbozucu bir şiir niteliğindeki ‘Ölü Adam’ ve ‘Gözün Öyküsü’, onun otobiyografisinin fenomenleriyle dopdolu. Neyin yazarın gerçeği, neyin kurmaca olduğunun tartışıldığı, yazarın kendini bire bir yansıladığı romanların “pornografik” addedildiği günümüzde Bataille’yı dönüp dönüp okumak gerektiği şüphe götürmez bir gerçek. Tanrı düşüncesini sorunsallaştırma ve hatta yargılama üzerine kurulan ve okurun muhayyilesini kışkırtmayı hedefleyen romanları, şehvet, kötülük ve ölüme doyurmaz bizi, tersine yeniden düşünmemizi sağlar. Hayalgücü, düzenin düşmanıdır ve asıl yaratıcılık masumiyet değil, günahkârlıktır.
Hande Öğüt
Radikal, 2024
Yazarın diğer yazıları.