Galiba pusulanın yeniden bulunması gerekiyor.
Daha doğrusu, bir zamanlar insanların okyanusları aşabilmesini sağlamış bu büyülü araç gibi, insanlığa bilgiye ve akla dayalı bir yön verebilecek, bataklığa gömülmekten kurtaracak, temiz ve duru sularda yüzmesini sağlayarak önce çocukları ve kadınları, sonra bütün iyi ve dürüst insanları koruyacak, herkese yol gösterecek yeni bir mucize, bir pusula. Vicdan. Vicdan pusulası.
….
Korkunç olaylar yaşanıyor. Bunların neler olduklarını söylemeyeceğim. Herkes, kendince iyi ya da kötü diye tanımlayabileceği gelişmeleri; sistemin izin verdiği ve kendi gözlerinin kulaklarının ve aklının gösterebildiği kadarıyla görüyor. Bilgiyle ya da önyargıyla, nesnellikle ya da bağlılıkla, düşünceyle inançla, çok veya az anlayarak; bir biçimde, yaşadıklarıyla ve yaşananlarla, eviyle ve mahallesiyle, yurduyla ve dünyayla, yeryüzüyle ve evrenle, geçmişle ve gelecekle, bugünle ve hiçbir zamanla ilişkilendirerek yorumlar yapıyor, sonuçlara ulaşıyor.
Yaşananlar konuşuluyor. Yaşanacaklar planlanıyor. İnsanlar ilişkiler kuruyor, işler yapıyor, kendilerine ve başkalarına yön veriyorlar. Kimi işsizlerin iş beklediği küçük bir meydanda kendi gibilere umutsuz gelecek umutlarını anlatıyor, kimi bir mahalle kahvesinde akşamı nasıl edeceğini düşünürken bir gün içinde yüzlerce kez vatanı kurtarıyor. Korkunç olaylar sürüyor.
Korkunç olayların sürmesinden kim sorumludur? Bir anda bir kişinin ya da yüzlerce ve binlerce ve milyonlarca belki milyarlarca kişinin yaşamını karartacak son adımı atanlar mı? O son adımı karanlıkta gizlenerek ve çağdaş teknolojilerin önce insanlık ve umut, sonra evrensel bir mutluluk getirmesi beklenen mucize özelliklerinden yararlanarak adım adım planlayanlar mı? Bu planların yapılmasına yönelik kararları alarak stratejiler oluşturan, örgütler ve devletler kurup dağıtıp yıkan, gücünü artırmak için insanlığın tüm kazanımlarını ve başta kendi dışındakileri olmak üzere gerekirse dünya üzerindeki tüm yaşamları yok etmeyi göze alan gizli güçler mi? Bu stratejilerin başarıyla yürütülmesi için onların bir parçası olarak ya da olmayarak, bilerek ya da bilmeyerek destek verenler mi? Kendi yaşam düzenlerinin bozulmaması için iki yüzlü bir sabırla bekleyenler mi?
Yoksa tek sorumlu; cahil bırakıldığı halde cehaletten, yoksul bırakıldığı halde yoksulluktan kurtulmak için çaba harcamayı aklına bile getirmeyen; doğrudan aptal denerek ya da “Hiç bu yüce halk aptal olur mu pis aydınlar!” gibi boş sözler söylenerek sürekli ve daha da aptallaştırıldığı halde; kendisine verilmiş anlama ve değiştirme gücünü hiç kullanamayan zavallı halklar mıdır?
İnsanlığın uygarlık bahçelerini ayrık otları nasıl bu kadar kolay ve rahat kaplayabilmektedir? Büyük umutlarla girilmiş olan 21. yüzyılın bilgi ve ışık çağında, insanın tarih boyunca tanımlayıp betimlediği kötülük sembollerinin hepsinden, şeytandan bile daha kötü davranabilen yasa içi ve dışı yaratıklar nasıl böyle düşünebilmekte, harekete geçebilmekte, yıkabilmekte, öldürebilmekte yok edebilmekte ve gelişebilmektedir? Bu durum, uygarlığın mı yan etkisidir, eşit ve dengeli bir uygarlık kurulamamasının mı? Bu inanılmaz karanlıktan kurtulmanın bir yolu var mıdır?
Korkunç olaylar yaşanıyor. Bunların neler olduklarını söylemeyeceğim. Korkunç yorumlar da yapılıyor. Bunların da neler olduklarını söylemeyeceğim. Konuşanlar da dinleyenler de, binlerce yıldır gelişerek sürüp gelen geleneksel yöntemlerle veya 21. yüzyılın teknoloji harikası gelişmiş iletişim sistemi içinde haberleşerek; bilgi ve cehalet, düşünce ve bağnazlık, insanlık ve yobazlık, ışık ve karanlık, umut ve çaresizlik, çözüm ve yıkım, sevinç ve acı, özgürlük ve zindan, sevgi ve nefret, yaşam ve ölüm arasında gidip geliyorlar.
Ama galiba, bir “Vicdan Pusulası” bulunamazsa, insanlık gemisi özgürlük denizlerine giden yolculuğunu tamamlayamayacak. Rotası karanlık sulara dönecek. Bir buzdağına çarpmayacak. Kendi pisliğiyle çamurlaşan suların bataklığına gömülecek.
….
Son yıllarda yaşanan gelişmeleri, Türkiye’de ve dünyada hukuktan ve temel değerlerden, insanlığın yaşamsal ilkelerinden her gün biraz daha uzaklaşıldığını gördükçe şaşırıyor; hak ve özgürlüklerin varlığının ve korunmasının ne kadar önemli olduğunu düşünüyor; bu konudaki gerilemenin büyüttüğü risklerden korkuyor; yine de sorunların anayasa ve yasalarla, yönetmelik ve standartlarla, yazılar ve kitaplarla, resimler ve filmlerle, tüm olanaklardan yararlanarak geliştirilecek bir “başkalarını anlamayı ve yeni açılardan bakabilmeyi kolaylaştırma” ortamında çözülebileceğine inancımı koruyordum.
Ben olumlu bakmaya çalıştıkça sanki birileri ya “Bu kadar güvenme insanlara, onların ne kadar kötü olabileceklerini bilemezsin”, ya da “Bu dünyada yaşayıp iki ayak üstünde dolaşan canlıların gerçekten insan olduğunu mu sanıyorsun?” dermiş gibi akıl almaz işler yapıyor, görebilen herkesin “Bu kadarını kim, nasıl, neye güvenerek yapabilir?” diye sormasına neden oluyorlardı.
Ne yazık ki, kimin neyi ne kadar göreceğine de onlar karar veriyorlardı. Gerçekleri aklında ve yüreğinde hissedenler, umutsuzluğun umuduyla sitem dolu acı şiirler yazıyorlardı.
Nazım’ın büyük bir sevgiyle “Akrep gibisin” diye seslendiği milyonların yaşam koşulları çok değişti. Ama galiba,”hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!” siteminin geçerliliği sürüyor. (1)
….
Pusulası olmayan bir gemi, hiçbir yere gidemez.
Vicdanı olmayan bir toplum, başına isterse bir tanrı getirsin, çürüyüp yok olmaktan kurtulamaz.
Galiba işte tam da bu yüzden, 21. yüzyılın bu inanılmaz iletişim ve bilgi çağında akıl almaz bir hızla yükselen gericiliği, ırkçılığı, namussuzluğu, düşmanlığı, nefreti, bilinen ve henüz çıkar odaklarınca bulunamamış her türlü iğrenç kötülüğü durdurabilmek için pusulanın yeniden bulunması gerekiyor.
Turnusol kâğıdı bir sıvının asit mi, baz mı olduğunu gösterir. Kâğıdın rengi kırmızıya dönerse sıvı asittir, elini süreni yakar, mavi olursa zarar vermez.
Bu toprakların güzel insanlarının ne kadarı turnusol kâğıdının ne olduğunu bilir? Ne kadarı bilginin ve düşüncenin değerini anlamıştır, sorunlarını araştırarak çözmek ister? Ne kadarı başka birinin peşine koşulsuz takılırsa, yalnızca ve yalnızca, onun çıkarlarının emrettiği yöne gidilebileceğini görebilir? Ne kadarı yaşama yalnızca gerçekleri arayarak tutunabilme ayrıcalığına kavuşabilmiş, yalanlardan korunabilmiştir?
Kim bu toprakların güzel insanlarının iyi bir eğitim almasını, gelişmesini, zenginleşmesini, çağdaş bilginin ve değerlerin tüm olanaklarından yararlanmasını ister; kim onlara yalnızca ve yalnızca mevcut durumlara ve yoksulluklarına bilinmeyen bir geleceğe kadar katlanmaları gerektiğini söyleyerek uzak ve boş umutlar verir?
Kim yalnızca kendi sesinin duyulmasını ister ve diğer tüm sesleri ölümcül bir öfkeyle susturmaya kalkar? Kim en kötü koşullarda bile insanca bir sesin insanlara ulaşabilmesi için ölümü göze alır?
….
Seçimler de toplumların pusulaları mıdır?
Son yıllarda epey fazla seçim oldu. Türkiye daha iyi bir yola girebildi mi?
Bir yazıda sormuştum:
“12 Eylül 2024’te Türkiye’nin cumhurbaşkanı kim olacak?” (2)
1923’ten 2024’ye dek on cumhurbaşkanı görev yapmıştı. O yıl görevi bırakacak olan Abdullah Gül, on birinci cumhurbaşkanıydı. Değişimlerden, sorunlardan, umutlardan söz etmiştim:
“Bu dönemde dünya çok değişti. İkinci Dünya Savaşı, Amerika Birleşik Devletleri, NATO, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Varşova Paktı, Çin Halk Cumhuriyeti yıllarındaki soğuk savaş, ABD’nin Vietnam, SSCB’nin Afganistan çıkmazları, duvarların yıkılması, yeni dengeler kurulması. Bunların hepsi bu dönemde gerçekleşti. Türkiye de iç ve dış koşulların etkisiyle birçok değişim yaşadı.”
“Keşke özgürlük otobüsleri Türkiye’nin her yerine gidebilseydi. Aynı toprakları paylaşmanın gücü ve içtenlikleriyle birleşen tüm iyi insanlar, gerek duyan herkese ulaşabilseler, onların yanında olabilselerdi. Bağırıp çağırmak, oy istemek için değil, onların yaşamlarını gerçekten iyileştirmenin yolunu açmak için.”
“Günümüz toplumları geleceği hızla tüketiyor. Yalnız çocuklarımızın değil, torunlarımızın kaynaklarını bile acımasızca kursağımıza indiriyoruz. 2024’leri, 2024’leri hedefleyen büyük projeler aslında sonumuzu getiriyor.”
“Toplumlarda uçurumlar büyüyor. Çevreye ve evrensel değerlere duyarlı olabilme ayrıcalığına ulaşmış kesimlerle dışarıdakiler sanki ayrı dünyalarda yaşıyor.”
“Toplumun her yanına ulaşacak gezici halk evleri projesi olabilir mi? Yemek de dağıtan, teknolojik ve sosyal eğitim veren, eğlendiren, beden ve ruh sağlığına, sanata katkısı olan, kadını ve erkeği aynı ilkelerde buluşturan gezici “Özgürlük Otobüsleri”. Olabilir mi? Bir “Gezici Kent Enstitüleri” projesi? Altmış yıl sonrasıyla insanları oyalamak yerine, 2024’ten ve 2024’ten önce tamamlanmış olacak Avrupa Birliği Horizon 2024 Programı kapsamında bir proje hazırlayarak Türkiye’nin her yerini dünyanın en gelişmiş ve özgür topraklarına bağlayacak çalışmalar yapılabilir mi?”
Ahmet Kardam’ın “Batı’nın temsili demokrasilerinde seçimler yasama organlarına hangi partinin ne kadar temsilci sokacağını belirlemenin aracıdır” saptamasını aktarmış, cumhurbaşkanlığı seçiminin farklılığını, Türkiye’yi kimin temsil edeceği yetkisini hiçbir oy oranının tek başına veremeyeceğini, seçilecek kişinin bu topraklarda yaşayanların tümünü kucaklaması gerektiğini söylemiş, bir dilekte bulunmuştum:
“12 Eylül 2024’te Türkiye’nin 12 Eylül karanlıklarının kapanmış, özgürlüklerin ve güzel günlerin önünün açılmış olmasını diliyorum.”
Türkiye’de 1982 ve sonrasında pek çok seçim oldu. Seçimlerin seçmenlerin özgür iradesini ne oranda yansıttığı, değişik zamanlarda tartışıldı. Güven veren bir sistem kurulamadı. Geniş bir uzlaşma, herkesin geleceğe güvenle bakacağı bir ortam sağlanamadı. Vicdan pusulasını yitirmemiş insanlar, ne yapacaklarını bilemediler.
Cunhurbaşkanlığı seçimlerinin kazananı 28 Ağustos 2024’te mazbatasını alıp, “milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diyerek yemin etti.
Ama 12 Eylül 2024’te, Türkiye’nin cumhurbaşkanı hiç kimse olmadı.
Göreve başlayan kişi partisine ve Türkiye’ye yön vermeyi sürdürmek, başkan olmak istiyordu.
Peki bu durum, Türkiye’yi 12 Eylül karanlığından kurtarabilecek, aydınlık ve güzel bir geleceğin önünü açabilecek miydi?
….
SELİM’İN KÜÇÜK ÖYKÜLERİ (3)
HUKU’NUN ÖLÜMÜ
Huku’nun ölümünü anlatabilmek için önce doğumundan söz etmek gerek.
Başlangıçta evrenin tümü karmaşık bir kurallar gerçekliğiyle yönetiliyordu.
Günün birinde bir değişim başladı, toprağı ve gökyüzünü, insanları ve hayvanları, denizleri ve bulutları, çiçekleri ve ulu ağaçları yepyeni yasalar belirlemeye, geleceği çizmeye başladı.
Dünyanın şanslı bir yerinde yaşayanlar, karşılarında Huku’yu gördüler.
Onun kattığı güzellik, verdiği güven ve mutlulukla rahatladılar.
Huku, böyle doğdu.
Görevi insanların yaşamlarını ve özgürlüklerini korumak, aralarındaki ilişkileri düzenlemekti.
Sonra buna tüm canlılar ve doğanın çeşitliliği eklendi.
Öyle güzel bir yol açıldı ki, dünya küçüldü, gelecek yakınlaştı, yaşamak kolaylaştı.
Bu kolaylıkla güçlenenler, daha fazlasını istediler.
Huku önce sessizce, sonra ısrarla, sonra haykırarak karşı çıktı. “Bunu yapmayın” dedi. “Aydınlığın kurallarını unutursanız, karanlığa geri dönersiniz” dedi.
Güçlenenler artık hızlı büyüyemiyorlardı ama yine de çok güçlüydüler. “Biz karanlığı ve aydınlığı yaratacak ve yok edecek güçteyiz” dediler. “Sen kim oluyorsun?” diye yüklendiler Huku’nun üzerine.
Huku son sözünü fısıltıyla söylemişti. “Sizi doğanın yasalarıyla baş başa bırakıyorum.”
Huku artık yoktu. Yerlerden ve göklerden, dağlardan ve denizlerden sesler yükseldi. İnsanların en güçlüsünün soluğu o anda tükendi. Bedeni acıyla titremeye başladı, gürültüyle yere yuvarlanıp toprağa karıştı. Diğerleri umutsuzlukla aramaya başladılar, yeniden bulmayı umdular Huku’yu.
Ama Huku artık yoktu. İşin kötü yanı, birlikte yaşamanın ve doğayı paylaşmanın güzelliğini hatırlayan kimse de kalmamıştı.
SOM ACI
Selim yeniden çocuk olmak, askerlerin ve polislerin halkı çok sevdiğine, ne pahasına olursa olsun koruyacağına inanabilmek istedi.
Büyük bir maden faciasından sonra, ilçe girişindeki tabelada nüfusa acı bir “eksi üç yüz” eklenmişken, insanların acısının su ve gazla boğulmak istenmesini anlayamıyor, kabullenemiyordu. Böyle bir yerde ve zamanda bile olağanüstü hal ve eylem yasağıyla sorun çözmeye çalışanlar, toplumda farklı sesler yükseldiğinde nerede duracaklarını bilebilir miydi?
“Polis özelleştirilmelidir” diye mırıldandı.
Verimli çalışmadığı için devlet işletmelerini satan yönetimler, güvenlik güçlerinin görevlerini gerektiği gibi yapmasını sağlayabiliyorlar mıydı? Yalnızca belirli kesimlerin değil, herkesin özgürlüğünü ve güvenliğini güvence altına alabiliyorlar mıydı? Yapılan yanlışlar denetlenebiliyor, hesabı sorulabiliyor muydu?
Belki de polis, toplumun tüm kesimlerinin uzlaşmayla belirlenecek oranlarda temsil edileceği bağımsız bir kurum olmalıydı.
Bankalarda ve okullarda özel güvenlik kurumları olabiliyorsa, diğer yerler için de bir genel güvenlik kurumu düşünülebilir miydi? Peki böyle bir yapı denetlenebilir miydi?
Selim, yakınlarda duyduğu bir örneği düşündü. Görevli oldukları kurumun güvenliğini sağlamak için değil, ellerindeki gücü kullanarak kendi çıkarlarını büyütmek için bir tür gizli yapıya dönüşmüş bir güvenlik şirketinden söz ediliyordu.
İşin içinden çıkamayınca, öyküsünü aklından sildi.
VİCDAN PUSULASI
Bu, hukuk temelinde yapılan bir başvuru değil.
Yürürlükteki ve her an torbalarla saçılan yenileriyle çoğalan yasalardaki, yasaları parçalayan yasa taklidi kararnamelerdeki çıkar incelikleriyle bir ilgisi yok.
Yalnızca insanlığın tarih boyunca yaşadığı acıların birazını olsun bilen bir yirmi birinci yüzyıl insanının, uygar bir hukuk devleti olması beklenen ve daha iyiye gitmek için hedefler koyduğu sanılan bir yerde, yaşanan acılara ve yönetim sorumluluğunu taşıyanların duyarsızlığına karşı sessiz bir itirazı.
Sorunları çözmesi ve acıları dindirmesi gerekenlerin; yaşananlara üzülmek, insanların yaralarını sarmak, korkunç olayların tekrarlanmaması için önlemler almak bir yana; ilkel bir öfkeyle ve kısa dönemli çıkarların kaygısıyla yeni karanlıklara yönelişlerinden yakınışı.
Evet, bu, insanlık katına, insanlık değerleri adına bir sesleniş. Yönetim sorumluluğu üstlenenlerin, insanların temel evrensel hak ve özgürlüklerinin, yaşam güvencelerinin korunması için zorunlu önlemleri almamaları nedeniyle yapılan bir suç duyurusu.
Bu, hukuk ve yasalar temelinde yapılan bir başvuru değil.
İnsanlık katına insanlık adına suç duyurusu.
“İnsanlar ölmüştür ve ölmektedir ve böyle giderse daha da çok ölmeye devam edecektir. Bedenler ve yaşamlar, çocuklar ve gelecek korunmalı, saldırganlık durdurulmalıdır. Ölümün sesi artık susmalıdır. Kan banyolarından değil; temiz suyun, verimli toprağın, gökyüzünün aydınlığının ve geleceğin korunmasından söz edilmelidir. Yaşamın şarkıları duyulmalı, seslerine kulak verilmelidir.”
Bu, hukuk temelinde yapılan bir başvuru değildi. Bu, bir başvuru bile değildi, Selim’den başkasının duymayacağı hüzünlü bir şarkıydı. Düzen tutmayan bozuk sesiyle mırıldandığı, olmayan vicdanlar için bir pusula olabileceğini sanan bir “Suç Duyurusu”.
….
12 Eylül 2024 Türkiye’sinde 12 Eylül karanlıklarının kapanmış, özgürlüklerin ve güzel günlerin önünün (2000’li yılların başlarında söz verilmiş olduğu gibi) artık açılmış olmasını diliyorum.
Yılın bu ilk yazısında, paylaşmak isteyenler için bir de “Vicdan Pusulası” ekliyorum. (4,5) Ama hukukun olmadığı bir dünyayı, hangi anayasa, hangi yasa, hangi pusula kurtarabilir?
Benim vicdan pusulam “Çürümeye hayır!” diyor. Artık daha fazla acı istemiyor. İnsanların öfkenin nefretin baskının zulmün düşmanlığın haksızlığın ölümün etkisinden ve dilinden kurtulmasını, dinlemeyi konuşmayı okumayı yazmayı anlamayı anlaşmayı sevmeyi yaşamayı gerçekten öğrenmesini, birbirlerine ve geleceğe güvenle bakabilmesini, çocukların oyun oynayıp şarkılar söyleyerek bilgi çağını yakalamasını, kendi değerlerini özgürce geliştirerek daha da ileriye gitmesini, yeni umutlar yaratmasını istiyor.
Sizin bir vicdan pusulanız var mı? Nasıl çalışıyor? O ne diyor?
Mehmet Arat
Yazarın diğer yazıları.
Notlar
- Mehmet Arat, Dalgalarda Gezinen Bir Vatan Haini,
http://dergisanat.blogspot.com.tr/2016/01/dalgalarda-gezinen-bir-vatan-haini.html
- Mehmet Arat, Seçimler için Murphy Yasaları,
http://blog.radikal.com.tr/politika/secimler-icin-murphy-yasalari-68148
- Mehmet Arat, Selim’in Küçük Öyküleri,
Selim’in Küçük Öyküleri
- A Brief History of Human Rights,
http://www.humanrights.com/what-are-human-rights/brief-history/
- Rule of law,
http://www.osce.org/rule-of-law
Bir Yorum
Pingback: Being Where | mehmetarat2000