Zamanı yönetmek her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Kişisel gelişim uzmanlarının, proje yönetimi eğitimi verenlerin, bilimin ve pratik bilgi birikiminin tüm gücünü değerlendirerek geliştirilmiş bilinen ya da henüz duyulmamış yöntem ve modellerin varlığına karşın, günümüz insanının zaman karşısında kazanma şansı yok. Yeniliyor, eziliyor. Bir işi başardığı anda daha kısa sürede bitirmesi gereken bir başka iş karşısında beliriveriyor.
Sanat da bu genel hız düzeninin dışında değil. Sanata üreterek, sergileyerek ve yayımlayarak, eleştirerek ve tüketerek katkıda bulunanlar da aynı yarışın içinde.
“Yazı Mühendisliği” diye bir kavram var mıdır, bilmiyorum, ama varsa bile ne yazarların, ne de mühendislerin bundan hoşlanacağını sanmıyorum. Toplumsal bilimler ve doğa bilimleri arasındaki farklılıktan kaynaklanan çelişkilerin, birçok alanda etkili olduğu söylenebilir. Bir ara, sosyal bilimlerle doğa yasalarının hiç değilse bilinemezliğe dayananları arasında bir ilişki kurmaya çalışmış, kültürel yapının toplumla ve onun ekonomik temeliyle ilişkisi üzerine birkaç söz etmiştim:
“Doğa bilimlerinde formüller neyse, toplumsal bilimlerde de imgeler odur. Bir ya da birkaç sözcükle kurulan basit görünümlü imgeler bazen toplumların ve tarihin tümünü anlatacak güçte olabilir.” (1)
Açıkça söylemem gerekirse, “Yazı Mühendisliği” diyerek bu başlık altında yazmamın nedeni, “güzel bir içerik deposu” olarak tanımlanan Sanatlog için yazmayı planladığım son yazıyı, aylar geçtiği halde bir türlü bitirememiş olmam. Üstelik bu durumun, Hakan Bilge‘nin daha sık yazabileceğimi belirttiği bir mesajından sonra olması.
“Yeni yazınız için teşekkür ederim. bu yıldan itibaren dilerseniz daha sık yazı yollayabilirsiniz. yani her ay bir yazı yerine dilediğiniz aralıklarla gönderin, yayımlayalım.”
Beni sevindiren bu isteğe olumlu yanıt verememiş, ancak bir hızlı yazı denemesi yapabildiğimi bildirmiştim:
“‘Işıktan Düşen Notlar‘ başlangıçta izlediğim paylaşımlardan seçerek oluşturmayı düşündüğüm bir blogdu. İnternet’in hızına yetişemeyince beklemeye girdi. Sizin mesaj üzerine ‘Kaçan Zaman‘ diye bir taslak ekledim. Bu bile ummadığım kadar çok zamanımı aldı. Bu haliyle bir yazı olabileceğini düşünürseniz değerlendirebilirsiniz. İlgilenip orada geçen başlıkları geliştirerek yazmak isteyenler çıkarsa çok daha iyi olur kuşkusuz.” (2)
Galiba, artık birçok alanda iş yapma ve üretim biçimlerinin eskisinden çok farklı olması ve değişmeyi sürdürmesi gibi, yazma etkinliği de yeni yollar bulmak zorunda. Hız çağında, gerçek silinmeden onu yakalayıp süzmeyi, yeniden yaratmanın ve ışığın yeni biçimleriyle ortak bilinçte yaşayan bir ize dönüştürmeyi, akıl almaz yöntemler geliştirerek geçmiş ve gelecek arasında görkemli bir köprü olmayı öğrenmesi gerekiyor.
….
Zaman olmasa yaşam çok kolay olurdu, çünkü hiç olmazdı. Yaşam değişimdir, zaman değişimi ölçer, değişim olmasa yaşam olmazdı. Ölüm de olmazdı. Sanat, mühürlenmiş zamanlar olmazdı. Tarkovski, peşinden gittikleri ve arkasından gelenler zamanın heykellerini yapamazdı. (3) Yalnızca, yeni bir mucizeye kadar içinde evrenin karanlığa gömülmüş olduğu dev bir kara delik kalırdı. Bazılarının kendilerini, ülkelerini, hatta dünyayı içine gömmek istedikleri karanlık gibi, dev bir kara delik. Sonsuz karanlık. Tüm ışıkları çekip yutan, kendi karanlığına hapseden dev bir kara delik.
Ama zaman var. Yaşam zor ve hızlandıkça zorlaşıyor. Doğanın doğal yarışı, insanın korkunç bencilliğine yenilmiş toplumlardaki eşitsizliğe yeniliyor. Dünyanın geleceği kararıyor, doğanın en büyük yanlışı insanın gücü ve mutsuzluğu artıyor. (4)
Yazı da hızın ve bencilliğin baskısı altında. Yazının bir mühendisliği yapılacaksa, işe zaman yönetimi ve optimizasyon ile başlanması gerekebilir. Daha öncesinde, belirlenmiş olduğunu varsaydığımız amaçlar, ortaklık ve ayrılık noktaları vardır. Örneğin yazarın zihninde bir öykü, anlatacaklarını kabul ederek karşı çıkarak veya yorumsuz dinlemeye hazır okuyucular olabilir. Öykünün serüvenine bir süreç olarak bakacak olursak, yazar tanımladığı ya da tanımlayamadığı bir topluluk için yazar, istediklerini söyleyebilmeyi ve anlattıklarının başkaları için de değerli olmasını ister. Her iki taraf da onaylandıkları zaman mutlu olur, çatıştıklarındaysa farklı derecelerde yıkıma uğrarlar. Yazarın sorunu sesini okuyucusuna ulaştırabilmekse, okuyucunun beklentisi de kendi dünyasına uygun yazarı bulabilmektir. İletişim çağının getirdiği olanaklarla bu sürecin çok kolay ve başarıyla yönetilebiliyor olması beklenir. Ne yazık ki, toplumsal sorunlar nedeniyle her alanda karşılaşılan zorluklar burada da kendisini göstermektedir. Tüm değerlerin ölçülebilir olmasının istendiği, yaşamların başından sonuna dek başkalarıyla karşılaştırılarak sürdüğü koşullarda, yazı ve yayıncılık süreçleri sorgulanmalıdır:
“Karşılaştırmalı yaşamlar sürdüğümüz bugünün dünyasında, hiç değilse sanatın ve edebiyatın çağının ilerisinde kurallarla yönetilmesini sağlayabilir miyiz?” (5)
Yazı dünyasının ürünlerini bütünleşmiş üç grupta değerlendirebiliriz. Yazılanlar, paylaşılanlar ve yayımlananlar. Yöntemler ve ortam değişse de öz ve biçim açısından, günümüzün hızlı iletişim koşullarının geçmişe göre çok da farklı bir sonuç getirmediğini söylemek gerek. En önemli iki değişimden birinin bilgiye ve iyi örneklere daha kolay ulaşılabildiği için yazılanların ortalama niteliğinin yükselmesi, diğerininse paylaşımların yakın çevreyle sınırlı olmayarak daha geniş topluluklara kolayca ulaşabilmesi olduğu söylenebilir. Nitelikli ürünlerin çoğalmasının, okuyucuya ulaşmasının ve genel bir yükselişin ne ölçüde gerçekleşebildiğiyse araştırılması ve izlenmesi gereken bir durumdur.
Kuşkusuz artık çok daha az kağıt kullanılarak çok daha fazla yazılıyor. Günümüzün şanslı şanssızları nasıl telefonlarına saklanmış kameraları ve küçülmüş ya da eski makineleri andıran büyüklükteki özel fotoğraf makineleriyle özresimlerini çekebiliyor, yaşamlarının ve tanık oldukları her anın kaydını tutabiliyorsa; akıllarından geçen her düşünceyi, yaşadıkları ve tanık oldukları her ayrıntıyı da söze dökebiliyor. Görüntüler, sesler ve yazı parçacıkları inanılmaz bir hız, yoğunluk ve yaygınlıkla yayılıyor, ilgili ilgisiz insanlara ulaşıyor.
İnsanlık tarihinde yazının bulunması çok önemli bir aşamanın başlangıcı olmuştu. Matbaanın bulunması, sanayi devrimi, fotoğraf makinesi, sinema, televizyon yeni aşamalar başlatmıştı.
“Sanayi devrimiyle emekte bir yabancılaşma olmuştu. El emeği, göz nuruyla üretip eserine gururla bakan ustalar fabrikadaki makinelerin arasında üretim hattının bir parçasına dönüşmüş, mutsuzlaşmışlardı.
Günümüzde de bilginin yabancılaşmasından söz edilebilir. Düşüncelerin, geçmiş ve güncel tüm kaynaklardan çıkarılan verilerin, süzülmüş ya da henüz işlenmemiş bilgilerin anlık olarak tüm dünyaya dağılıp paylaşıldığı bir ortamda bunların eski değerini taşıması beklenebilir mi?
Bilginin kullanımındaki ve paylaşımındaki değişimleri inceleyenler beşinci aşamada olduğumuzu söylüyorlar. Bunun sonuçlarının henüz toplumsal iş biçimlerine ve yaşamlara yeterince yansımadığını belirtiyorlar.” (6, 7)
Bilgiye erişim kolaylaştıkça bilginin kullanımı zorlaşıyor. Önceleri akıldan ve kağıda alınan küçük notlarla kontrol edilebilen verilerle başa çıkmak için, artık kişisel süreç ve zaman yönetimi programlarının önerdiği yöntemler ve bilgi teknolojilerinin gelişmiş araçları bile yetersiz kalıyor.
İşte yazı mühendisliği böyle bir geçmişle aklıma geldi. Biliyorum ne mühendisler, ne yazarlar, ne sosyal bilimciler, ne de doğa bilimcileri hoşlanmayacaklar bu kavramdan. Herkes yaşamın belirsizliklerinin mühendisliğin sonuç odaklı basitleştirilmiş yaklaşımlarına indirgenemeyeceğini söyleyecek.
İnsan, çözebileceği sorunlarla ilgilenir. Zorluklarla karşılaştığında yeni çözüm yolları araştırır ve bulur.
Ses, görüntü ve söz. Yaygın olarak paylaşılabilen üç önemli iletme biçimi. Sanat alanındaki yansımalarına baktığımızda ses için müziği, görüntü için resim, fotoğraf ve sinemayı, yazılı söz için deneme, şiir, öykü ve romanı romanı düşünebiliriz.
Bu alanlara ve ötesine baktığımızda, sanatın ve edebiyatın çağının ilerisinde kurallarla yönetildiğini söyleyebilir miyiz?
….
Zaman yönetimi, optimizasyon ve amaçlar.
Teknik bir bakış açısıyla, çözümlenmesi gereken ilk konuların amaçların belirlenmesi, bunların gerçekleştirilmesi için yapılacak işlemlerin planlanması ve uygulanması için zamanın yönetilmesi ve bu süreçlerin en iyiye doğru gelişebilmesi için optimize edilmesi olduğu söylenebilir.
Eski Mısır piramitlerinin yapılışından beri insan tek başına yapamayacaklarını belirli ilişki biçimlerine girerek ortaklaşa gerçekleştirebilmiştir. Günümüzün gelişmiş iletişim biçimleri de yepyeni ortak iş yapma seçenekleri sunmaktadır.
“Işıktan düşen notlar” artık her yerdedir. (8) Bazıları yalnızca bir kişinin bilgisayarında, telefonunda ve tabletindedir. Bazıları İnternet sayfalarında, sosyal iletişim ağlarında ve bloglardadır. İnanılmaz bir veri yığını hızla büyümektedir. Bunlar bilgi, düşünce ve kuram parçaları da taşımaktadırlar. Bazıları bilgiye ve düşünceye dönüşmekte, kuramlar oluşturmakta, yeni bakış açıları getirmektedirler.
İnternet olanaklarının en iyi kullanımı, ortaklıkların ve ayrılıkların belirlenmesi ve üretken iletişim grupları kurulmasıyla gerçekleşebilir. Birbirini anlayan, konuşabilen, tartışabilen, doğaya ve topluma benzer yorumlar getiren kişilerin söylemlerini geliştirmesini sağlayabilir. Farklı gruplar arasında bilgiye ve düşünceye dayalı yeni bir iletişim dili gelişebilir. Şu an yaygın gibi görünen kutuplaşmaların basitliğine ve öfkelerine dayalı korkunç, insanlık dışı söylemler gerileyebilir. Yeni bir dil, yeni insanlar, yeni umutlar, yeni bir barış, yeni bir gelecek gelişebilir.
Kuşkusuz her yapı, öncelikle kendi tutarlılığını korumayı ve kendisini geliştirmeyi başarmalıdır.
….
Basılı dergiler de, İnternet ortamında yayımlananlar da sürekli olamayabiliyorlar. Sarnıç Öykü‘nün yayımına son vermesine üzülmüştüm:
“Galiba yaşamda da başımıza gelen hep bu. Elimizdekinin değerini ancak yitirince anlıyoruz. 1 Temmuz’da Sarnıç Öykünün Facebook sayfasına buruk bir veda mesajı konmuş.”
Neslihan Önderoğlu ve Faruk Duman‘ın 7 Temmuz 2024’te aktardığım açıklaması konuyu şöyle özetliyordu:
“Ancak, özellikle renkli baskıyla artan maliyetler, dağıtım sorunları, bakanlığın kestiği abonelik vs. gibi bu ülkede her edebiyat dergisinin makûs talihi haline gelen sıkıntılar bizim de belimizi büktü. Bu nedenle artık Sarnıç Öykü’yü yayınlayamayacağız.” (9)
29 Haziran 2024’te bir mesaj almıştım:
“Ben YM Dergi‘nin (Yalnızlar Mektebi) genel yayın yönetmeniyim. Dergimiz iki ayda bir çıkan bağımsız bir edebiyat/kültür sanat dergisidir. Bugüne kadar tüm zorluklara rağmen 13 sayı çıkardık ve çıkarmaya da devam etmek istiyoruz. Her sayı belirli bir konseptimiz oluyor ve onun üzerinden ilerliyoruz. Sizin de yazılarınızı Sanatlog’ta ara ara okuyordum. 14. sayımızın konusunu seveceğinizi tahmin ettim, bu sayıya bir inceleme yazmanızı çok isterim doğrusu. 14. sayımızın teması: Tarkovski ve Edebiyat ile Sinema bağlantısı. Eylül-Ekim sayısı olacak bu sayımızda sizi de görmek isteriz.
Bir edebiyat, kültür ve sanat dergisinde, üstelikle de Tarkovski özel sayısında yazmak. Sevinerek kabul edip yazıyı Devran Bostancıoğlu‘na göndermiştim.
Ama uzun süre ses çıkmadı. Sonra YM Dergi’nin de güçlükler yaşadığını, yayınına son verdiğini duydum. Ardından sevindirici bir gelişme oldu.
“Sevgili YM okurları. Size söz verdiğimiz gibi, Ekim-Kasım-Aralık sayımızı PDF olarak sunuyoruz. İster buradan okuyabilir, isterseniz indirebilirsiniz. Okumanız, paylaşmanız ve eleştirileriniz bizim için çok önemli. Kim bilir, belki de Ocak-Şubat-Mart sayımızı gidip kitabevinden alırsınız.” (10)
Bu da gerçekleşti. YM Dergi’nin “Masal” temalı Ocak-Şubat-Mart (15.) sayısı basılı olarak yayımlandı. (11)
Ama ne yazık ki, basılı yayına yeniden son verildi. Devran Bostancıoğlu’nun ardından görevi alan Miraç Ağca veda açıklamasında şöyle dedi:
“Bizim bin bir telefonla ulaştırmaya çalıştığımız yerlere, parası olan dergiler dağıtımcılar vasıtasıyla el bebek gül bebek dağıtıldı, ödemeleri şıp diye yapıldı ama bizim 10 sayı gönderdiğimiz ama parasını alamadığımız birçok yer vardı. Lafı daha fazla uzatmanın ve gereksiz tartışmalara mahal vermenin bir anlamı yok. YMdergi geldiği gibi sessizce aranızdan ayrılıyor.” (12)
Ocak 2024’daysa, Edebiyatist‘in ilk sayısı yayımlandı. Derginin çıkmasına çok az zaman kala yaptıkları son toplantıda Fatih Ayan, İrem Yerlikaya, Neslihan Karaalioğlu Alpagut, Nurdane Öz, Safiye Elber, Selma Hangül ve Süleyman Yakutlu Biz Kimiz?” diye sormuşlar. Sonra “biz hepimiz bu derginin bambaşka renkleriyiz” diye yanıtlamışlar. “Bu renkleri soldurmamak adına da herkesin kendi rengini, istediği biçimde kelimelere dökmesi kararını aldık. İşte Manifestomuz böyle oluştu” demişler.
YM Dergi ve Edebiyatist. Kapanan ve yeni başlayan dergiler. Kapanan dergiler yeni başlayanlara güç verebilir mi? Yeni başlayanlar önceki birikimlerden yararlanabilir mi? Güçler birleştirilebilir, farklılıklar daha iyiyi bulmak için kullanılabilir, düşünceyle söz, sözle yazı, İnternet’teki ışıkla kağıttaki mürekkep arasında akılcı, geliştirici bir denge kurulabilir mi?
Farklılıklar yeni dergiler mi çıkarmalıdır, eskilere destek mi vermelidir?
“Kağıt kalıcıdır” diye basılı yayının güçlükleri mi göğüslenmelidir, “Işık hızlı, sonsuz ve güçlüdür” diyerek İnternet dergiciliği mi öne çıkarılmalıdır?
Yoksa öncelikle İnternet’te ya da basılı, belirli ilkelere ve ölçütlere uyan tüm yayın ve dergilerin ortak bir akılla yönetilmesini sağlamak mı gerekmektedir? Ya da “basılı anakapı (portal)” gibi bir tür düşünülebilir mi? Basılı ya da elektronik dergilere ulaşmanın yollarını gösteren ve özlerinin başlıklarını bir ölçüde yansıtabilen ortak bir yayın.
Basılı gazetelerin bile azaldığı koşullarda, henüz yayımını sürdüren kitap ekleri ve dergilerin yeni ilişkiler kurması umulabilir mi?
Hiç değilse sanatın farklı yönetilmesini sağlayabilir miyiz?
….
İnternet’te yazılıp sonsuz görünen bir sessizlikte bekleyen güzellikleri görünce can madenciliğinden (13) söz etmiştim.
Galiba yalnız İnternet ortamındakilere değil, basılı kitaplara bile ulaşmak bir süre sonra ancak bu tür zorlu bir arayışla gerçekleşebilecek. Sonsuz kitap denizinde iyi bir kitabı bulmak için “Kitap Madenciliği” yapmak gerekecek.
“Kitap Madenciliği” yakıştırması, Radikal Kitap‘ın kitap fuarıyla ilgili kabarık sayısına bakarken aklıma gelmişti. Geçen yılki sayıyla bu yılki arasındaki farklara bakarak öznel değerlendirmeler yapılabileceğini düşünmüştüm.
Eski dergiler, kitap ekleri, yeni dergiler, İnternet’te sürekli büyüyen içerik, ilgilenilen alanlardaki gelişmelerin bile izlenmesinin zorlaşması. Bu koşullarda yaşamanın ve okumanın dengesi nasıl kurulur, bugünün ve geleceğin öyküleri nasıl yazılabilir?
Kuşkusuz ben öykücü filan değilim. Kentlerin dar sokaklarından, köylerin doğada kaybolmuşluğundan çok uzağım. Caddelerin, bulvarların, otoyolların insanıyım.
Bunu Aslı Tohumcu‘nun Radikal Kitap’taki bir yazısını okurken düşünmüştüm:
“Birol Tezcan hayatı tarlalarda pamuk seyrelterek, çapa yaparak, pamuk toplayarak ya da fırın işçiliğinde, inşaat ameleliğinde, drenaj işçiliğinde, makina puantörlüğünde geçmiş biri. Ot Dergi’den de tanıdığımız Tezcan’ın yeni hikâyeleri Biyopsinin Dondurma Üzerindeki Etkisi, yazarı bunca içerden yazdığı için de olsa gerek, filanca ya da falanca ilaç gibi kafa yapmıyor ne yazık ki. Bu öykülerin etkisi ve tesiri olsa olsa yürek ağrısı olabilir, başka bir şey değil. Rewhat Arslan’ın hikâyelere eşlik eden çizimleri de bu yürek ağrısının orta yerine saplanıyor; o derece vurucu.” (14)
….
Radikal Kitap sürüyor ama Radikal Gazetesi, İnternet yayınına da son verdi.
“Kitapların, dergilerin, insanların, toplumların, yaşamın, dünyanın ve evrenin; daha güzel günlerde sürmesini dilemek ve bunun yollarını arayarak ulaşmaya çalışmak dışında elimizden ne gelir?” (15)
Öykücü olmak için yaşamak mı gerekir, iyi bir öykü atölyesine katılmak mı? (16)
Dergiler gibi, öykü atölyelerinin de sayısı artıyor. 8 Mayıs 2024 günü saat 8:03’te yapılan arama, içlerinde Sarnıç Öykü, Galapera, Nalan Barbarosoğlu, Gümüşlük Akademisi gibi tanıdık adların, partilerin ve belediyelerin de yer aldığı 458.000 sonuç getirdi.
Öykülerin gelişmesi düşünce yazarının aklına düştüğü anda başlayıp son noktayı koyduğu anda biter mi, yoksa yayımlandıktan sonra mı başlar?
Değişik konularda katıldığım toplantıların genelinde gözlediğim bir sorun, tüm seslerin asla duyulamaması, çoğunlukla da yalnızca belirli kişilerin sözlerinin yansıması. Onlar sustuğunda bir sessizlik olması. Gerçek bir katılımın, ortaklaşalığın güçlüğü.
İnternet dünyasında öykü yazmayı planlamamıştım. Yaşamın kendisi gibi, öyküler de bir alan bulduklarında kendiliklerinden gelebiliyorlar. İnternet’teki yeni dostlarım benim için özel bir öykü atölyesinin eğitmenleri oldu. Yalnız değiştiğimi değil, bazı açılardan yeniden doğduğumu hissettim. Henüz tamamlanmamış Selim ile Sima, Dağ Keçisi ve Met ile Meri gibi İnternet doğumlu öykülerim oldu. İnternet’in geleceğin öykülerinin oluşması, değerlendirilmesi ve gelişmesi için bugün bilinmeyen yepyeni olanaklar getirebileceğine inanıyorum.
Yaşamla bağ yalnızca ışıkla kurulamıyor. Yaşama dokunmak, gerçek bağlar kurmak için “Özgürlük Otobüsleri” olabileceğini düşünmüştüm. “Bütün ideolojilerin aydınlık, iyi, güzel insanları” hiç değilse insanı korumak ve ona yardım etmek için bir araya gelebilmeliydiler.
Ne yapacaklarını bilemedikleri, kararsız kaldıkları durumlarda ortak bir akıldan destek alabilmeliydiler. Öykülerin hangisinin kurmaca, hangisinin gerçek olduğunu sorabilmeliydiler.
Sürekli “Kuluçkada Öyküler” olabilir mi? Bir yazarın işi bittiğinde yeni bir süreç başlayıp aynı öykü yeni biçimlerde yaratılıp diğerleriyle konuşabilir mi?
Bir öykü, en iyi koşullarda bile, doğduğu anda yalnızca kuluçkaya bırakılmış bir yumurta mıdır? Onu değerlendirecek, geliştirecek, insanlara ulaşmasını sağlayacak önce yazarı, sonra edebiyata gönül veren dostları, yayıncısı, bu zorlu süreçlerden geçebilirse de, yazdığı ve yaşadığı yıllardaki, hatta çok daha ileri zamanlardaki, kendi çevresindeki, dünyanın herhangi bir yerindeki okuyucuları mıdır?
Yazılan öyküler, yazılar, yapılan ve yapılmayan yorumlar, getirilen öneri ve eleştiriler, İnternet denizinin dalgaları arasında nasıl bir yerdedir?
….
Diller, deliler. Diller ve deliler. Söz akıl mıdır?
Sözcükler gerçekleri mi anlatır, hiç kimsenin düşünmeye, duymaya, söylemeye katlanamadığı yalanları mı?
….
Bu yazıya başlayışım epey öncelere gitse de, bitirdiğim zaman annelerin günü denilen bir ikinci pazar oldu.
Bu yıl 23 Nisan törenleri de tartışma konusu oldu. Son dönemde tartışma ve kavga, üstünlük ve güç kazanma yarışına katılmayan pek az alan kaldı.
Çankaya Belediyesi’nin 1000 Çocuk Korosu‘nu (17) duymuş muydunuz?
Bin çocuktan söz edilmesi, bana çeşitliliği ve birleştirici olmanın önemini düşündürdü. “Derin Devlet Nasıl Kurulur”, hâlâ bilmiyordum ama bu koro için “Bin Çocuk Bir Özlem” başlığı aklıma geldi.
“Derin devlet nasıl kurulur, bilmiyorum. Ama en iyi devlet önce çocukların, sonra tüm masum insanların ve doğanın tümünün yaşamını her türlü çıkar kaygısının üstünde görerek koruyabilen bir devlettir. Bu mümkün olduğu zaman, insanlar öylesine değişmiş olacaktır ki, derin ya da sığ belki hiçbir devlete gerek kalmayacaktır.”
….
Bu yazıya bir de kısa öykü koymalı mıyım?
….
ARI.
“Cebindeki küçük poşetin içinden teli çıkarıp büktü. Diğer cebinden sapanı aldı. Teli yerleştirdi ve bıraktı. Güldü. Hiç sevmediği adamın öfkeli konuşması birden kesilmişti. İşte gönderdiği arı, bir kez daha bir düşmanını sokmuştu. Adamın yüzü acıyla buruşmuş, sendelemişti. Çocuk, uzaklaşmak üzereyken alışılmadık bir telaş gördü. Koruma görevlileri hızla adamı uzaklaştırmaya çalışıyordu. İçlerinden biriyse kanlar içinde yere düşmüştü. Konuşmacının parçalanmış mikrofonunun arkasında duran uzun boylu, sert yüzlü koruma görevlisiydi yerdeki.”
….
Öykülerin sesi doğayı, dünyayı ve evreni, insanı, yaşamı, geçmişi ve geleceği anlatır.
Devletlerin görevi dilleri kesmek, gerçeği saklamak mıdır?
Peki yazı mühendisliği olabiliyorsa, sanat bilim ve teknolojileri uzmanlığı da olabilir mi? Olmalı mıdır?
mehmetarat@ymail.com
Notlar
1.Mehmet Arat, Bir Cahilin Sosyoekonomik Notları: Sosyal Bilimler İçin Murphy Yasaları,
http://lalabeyoykuleri.blogspot.com.tr/2015/09/bir-cahilin-sosyoekonomik-notlar-sosyal.html
2.Mehmet Arat, Kaçan Zaman (Işıktan Düşemeyen Notlar),
http://mehmetarat.blogspot.com.tr/2016/03/kacan-zaman-isktan-dusemeyen-notlar.html
3.Mehmet Arat, Recep İvedik ve Nuri Bilge Ceylan Filmlerinde Tarkovski Etkisi,
http://sanatlog.com/manset/recep-ivedik-ve-nuri-bilge-ceylan-filmlerinde-tarkovski-etkisi/
4.Mehmet Arat, Doğa’nın En Büyük Yanlışı: İnsan,
http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi-insan/Blog/?BlogNo=352989
5.Mehmet Arat, Karşılaştırmalı Yaşam Taslakları Yarismak ve Kazanmak,
http://sanatlog.com/manset/karsilastirmali-yasam-taslaklari-yarismak-ve-kazanmak/
6.Mehmet Arat, Bilginin yabancılaşması,
http://blog.milliyet.com.tr/bilginin-yabancilasmasi/Blog/?BlogNo=356091
7.Mehmet Arat, Bilgisayar İcat Oldu… Google’ın Çaresizliği…,
http://lalabeyoykuleri.blogspot.com.tr/2015/09/bilgisayar-icat-oldu-googlen-caresizligi.html
- Mehmet Arat, Işıktan Düşen Notlar,
http://mehmetarat.blogspot.com.tr/
9.Mehmet Arat, Sarnıç Öykü’ye veda mı, yeni bir başlangıç mı?,
http://mehmetarat.blogspot.com.tr/2015/07/sarnc-oykuye-veda-m-yeni-bir-baslangc-m.html
10.YM Dergi 14. Sayı (PDF),
http://www.yalnizlarmektebi.com/ym-dergi-14-sayi-pdf/
11.YM Dergi Ocak-Şubat-Mart (15.) sayısı çıktı!,
http://www.yalnizlarmektebi.com/ym-dergi-satis-noktalari/
12.K. Miraç Ağca (YMdergi Yazı Kurulu adına), Zorunlu Açıklama,
http://www.yalnizlarmektebi.com/zorunlu-aciklama/
13.Mehmet Arat, Can madenciliği,
http://blog.milliyet.com.tr/can-madenciligi/Blog/?BlogNo=342671
14.Aslı Tohumcu, Tesiri yürek ağrısı,
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/tesiri-yurek-agrisi-431468
15.Mehmet Arat, Işıktan Düşen Notlar, Radikal’in Vedası,
http://mehmetarat.blogspot.com.tr/2016/04/radikalin-vedas.html
16.GALAPERA Yaratıcı Yazarlık ve Öykü Atölyesi kayıtları sürüyor!,
http://www.edebiyathaber.net/galapera-yaratici-yazarlik-ve-oyku-atolyesi-kayitlari-suruyor/
- 1000 Çocuk Korosu,
http://www.cankaya.bel.tr/pages/320/1000-Cocuk-Korosu/