Bin Muhteşem Güneş
Hem sıkmayan hem de edebi açıdan doyuran çağdaş yazar bulmak epey zor bugünlerde. Khaled Hosseini ile tanışmak bu yönden büyük bir zevk oldu benim için. Afganistan gibi epey uzak ve her yönüyle mistik bir ülkede kök salmış, Amerika Birleşik Devletler’inde serpilmiş bir yazar Khaled. Yazdıklarıyla biz uzak insanları, kendi ülkesinde bir geziye götürüyor; Afgan modern tarihini verirken, ülkesindeki bireyin halini tasvir ediyor. Henüz diğer kitabını okumadım (Kite Runner / Uçurtma Avcısı), ancak bu kitaptan referans vererek söyleyebilirim ki çağdaş klasiklere girmeye adım adım yaklaşıyor.
Bin Muhteşem Güneş adlı kitabında Meryem ve Leyla adında iki kadının yaşamını odak alarak, Afganistan’ın nerden nereye gittiğini bize iyi tasarlanmış bir kurguyla aktarıyor. Meryem gayrı meşru doğan bir “harami”, yani haramdan olma; Leyla ise modern bir babanın modern bir eğitimle büyütmeye çalıştığı eğitimli kızı. Koşullar bu iki kadını bir araya getiriyor ve özgürlükleri için beraber savaşmalarına olanak sağlıyor. Kitap boyunca Afganistan şah devrimini, Sovyetlerin gelişini, Sovyetlere karşı başlayan cihadı ve sonrasında gelen iç savaşı adım adım biz de öğreniyoruz. Biraz lümpenlikten olsa gerek, oryantalist bakış açısından kurtulamayan yazar, kitabın sonuna doğru Amerikan işgalini –belkide istemeyerek– meşrulaştırıyor ve bizi de buna ikna ediyor. Ama buna gelmeden önce “kadın hikayesinin” erkek bir yazar tarafından aktarılması konusuna değinmek istiyorum.
Bir yazar için şüphesiz ki en zor şeylerden biri “kendinden olmayanı” kendinden bağımsız olarak bir bütünlük içerisinde karaktere oturtmak ve o karaktere canlılık vermektir. Kimi yazarlar, kimi alanlarda şaşırtıcı bir ustalık sergiliyebiliyorlar, kimileri ise belkide beceremeyecekleri korkusuyla, bu işe hiç bulaşmıyor. Khaled elini taşın altına koymuş ve kendini Afganistan’da yaşayan bir kadının yerine koyarak, o kadının gözünden öyküyü kotarmaya çalışımış. Kimi noktalarda başarılı olsa da, kitap boyunca “kadını” dışardan gören gözlerce yarattığını saklayamıyor. Bir anlamda Nabokov’un yaptığı büyüyü yapamıyor. Bu dışarıdan görme işine, bir de Batı’nın üçüncü dünya ülkelerini görme biçimi eklenince, feodal-islami yaşam tarzını bilen okuyucu rahatsız oluyor. Çünkü gerçek hiç de böyle anlatıldığı gibi değil! Olaylar yaşanma olasılığı yüksek vakalar da olsa, bu olayların vuku bulma şekli ve bu olaylardan çıkan anlamlar / hisler / duygular çok farklı. Bu nedenledir ki Afganistan’da bir iç savaşı bitiren, dehşetengiz kıyımlar yapan Taliban’a rağmen Amerika’nın müdahelesinin meşruluğu inandırıcı gelmiyor.
Kitaptaki erkek karakterlerin söylemleri ve bu söylemlerin etkileri epey inandırıcı olsa da kadınların söylemleri sanki biraz da “herhalde böyledir” veya “böyle olması gerekir” hissini uyandırıyor. Elbette Afganistan’da hiç yaşamamış ben, bir erkek olarak, Meryem ve Leyla karakterlerinin gerçekçiliğini tartışamam. Ancak sorun Khaled’in kadınları aynen benim gibi tasvir etmesinden kaynaklanıyor. Ve biliyorum ki her ne kadar ben, feodal toplumdaki kadını öyle görsem de (veya görmek istesem de) o kadının hisleri / yaşadıkları / düşünceleri / benim düşündüklerimin çok ötesinde ve çok daha farklı. Örneğin Leyla’nın kız arkadaşları ile kurduğu dostlukları biraz da küçümseyerek, yavan bir şekilde tarif eden yazar, erkeklerin dostluklarını bir güneşe benzetiyor ve şöyle devam ediyor:
“Erkekler için dostluk güneş gibidir, varlığı ve önemi tartışılmaz, ama yokmuşçasına davranılınır. Övmeye veya yüceleştirmeye gerek duyulmaz, ama yüce olduğu bilinir.”
Açıkçası bu yaklaşım bana epey cinsiyetçi gelmişti. İlerleyen sayfalarda ise kadın, erkek karşısında güçsüz ve katiyen hiçbir söz hakkı bulunmayan olarak tarif ediliyor, ancak kitabın başlarında Meryem’in babası yasal karılarının baskısıyla kendi özkızını reddediyor ve onun mutluluğunu hiçe sayarak zorla evlendirilmesine karşı çıkamıyor. Bir yandan Meryem’in sert kocası Raşit (ki saygınlık ve konum açısından Meryem’in babasının epey aşağısında), diğer yandan dört karısının dırdırına yenik düşen Meryem’in babası Celil. Hangi erkek karakterine / daha doğrusu kadın karakterine inanacağız? Kocasına hiçbir şey yaptıramayan Meryem’e mi, yoksa kendi öz kızını dahi reddetmesini sağlayabilen Celil’in kadınlarına mı? Meryem üvey annelerine kıyasla zayıf karakterli olabilir, peki ya Leyla?
Hasılı şu söylenebilinir ki kitaptaki ana karakterler yazarın kafasındaki “kadın tiplemelerine” boyun eğmiş durumda. Bu konuda, Maeve Binchy çok daha başarılıdır. Kadınların umutlarını, kırgınlıklarını, düşüncelerini ve düşlerini çok daha başarılı bir biçimde yansıtır ve birden fazla kadın karaktere kendinden bağımsız olarak can verebilir.
Bu ayrıntıları görmezden gelirsek, Bin Muhteşem Güneş, oryantalist bakış açısına rağmen, üçüncü dünya ülkelerindeki kadınları anlatamasa da o kadınların neler yaşadıklarını biz rahat koltuklarında yaşayıp gidenlere başarılı bir biçimde anlatıyor, bir anlamda içimizde Afganistan kadınına bir duyarlılık sağlıyor. Khaled sayesinde Steve McCurry’nin Afgan Kızının olası yaşamına dalıp çıkıyor; onu fotoğraf olmaktan çıkarıp yaşayan, eti canı olan, gerçek bir insan olarak düşleyebiliyoruz.
Yazan: Emin Saydut